İnci Aral “neden yazıyorsunuz?” sorusuna cevaben derdi olanın karşı olanın muhalif olanın ancak yazar olabileceğini söylerken, mutlu insanın ise yazar olmamasını sağlık veriyor. Kıran Resimleri öykü kitabını yazma sürecinde katliamdan hemen sonra Maraş’a gidişini, köy köy gezerek mağdurları dinledikten sonra öyküleri oluşturduğunu, anlatıların etkisiyle bir yıl boyunca kimseyle doğru düzgün konuşmadan yaşadığını anlatıyor. Edward Said ise başka bir yönden yaklaşıyor. “Entelektüellerin gülme özürlü, sürekli şikâyet eden insanlar olması gerekmiyor. Kişinin değiştirme gücüne sahip olmadığı üzücü bir duruma tanıklık etmesi hiç de monoton, renksiz bir faaliyet değildir.” Foucault’nun deyimiyle “amansız bir vukufu” alternatif kaynakların taranmasını, gömülmüş belgelerin gün ışığına çıkarılmasını, unutulmuş (ya da terk edilmiş) tarihlerin diriltilmesini gerektirir tanıklık etmek. İncil Aral anlatılar ruhunu paramparça etse de yarattığı eserle Maraş Katliamını ebedîleştiriyor, aydın sorumluluğunu yerine getiriyor. Güvenli alanını koruma derdine düşmüyor, kendine yönelebilecek her türlü öfkeyi göze alıyor.

Nazi partisi tarafından 1933 yılında kurulan KdF  ‘mutluluk diktatörlüğü’ oluşturmak üzere kurulmuş. Günlük hayatta yaşanan onca felakete rağmen hayatın ve rejimin pozitifliğine dair sürekli propaganda yürütmüş. Yurtiçi ve yurt dışı seyahatleri, film gösterimleri, dans kursları, resim sergileri, çeşitli spor faaliyetleri iş sonrası aktivitelerle gündelik hayatın, iş yaşamının ve boş zamanın pozitif yönlerine haz, keyif ve mutluluk alanlarına yönelmiş. “Mutluluk diktatörlüğü”nde boşaltılan şimdi ki an ile ne geçmişe takılıp kalan ne de gelecekte olanları umursayan -şimdiki ana takılıp kalma hali- kopuk bir zamansallık içinde kör toplum inşa edilmiş. (Otoriter Rejimlerde Mutluluk Propagandası, Sevinç Doğan)

Yeni sivil toplum örgütü tanımında ‘hak alma mücadelesi’ yer almıyor. Siyasi iktidarlar, onlardan uzmanlık alanlarında toplumun sermaye ihtiyaçları için dönüştürülmesinde etkin görev almasını bekliyor. STÖ’ler siyasilerle birlikte politika oluşturmak üzere yeniden yapılandırıldılar. Antoni Gramsci Hapishane Defterleri’nde entelektüel işlevi görenlerin ikiye ayrılabileceğini, birincisinin nesilden nesile aynı şeyi yapmayı sürdüren öğretmenler, papazlar ve idareciler gibi geleneksel entelektüeller olduğunu, diğerlerinin ise çıkarlarını örgütlemek, daha fazla iktidar, daha fazla denetim gücü elde etmek için kullanan sınıflarla ya da kuruluşlarla doğrudan bağlantılı olan organik entelektüeller olarak tanımlıyor. “Kapitalist girişimci kendisiyle birlikte sanayi teknisyenini, ekonomi politik uzmanını, yeni bir kültürün, yeni bir hukuk sisteminin oluşturucularını vb. yaratır.”

Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk, 28 Şubat, Gülen vs. davaları aracılığıyla devletin yeniden yapılandırılmasında yargı en etkili enstrüman oldu. Soma katliamı, Ermenek maden faciası, Davutpaşa patlaması, Hendek havai fişek patlaması, Torunlar Center ve 3. Havalimanı ve 22 yıllık sürede 32 bin iş cinayetinde yargı cezasızlık politikasıyla işverenler açısından ülkeyi bir sömürü cennetine çevirdi. Devrimci Karargâh, Hopa Ankara, KCK, Cumhuriyet, Kobani, Gezi, Cumartesi Anneleri, hakaret davaları ile yargı muhalefeti cezalandırma rolü oynadı. Şenyaşar Ailesi, Gülistan Doku, Yeldana Kaharnama, Nadira Kadirova, Rabia Naz, Narin Güran gibi öldürme eylemlerinde faillerin iktidar ile bağlantıları nedeniyle, kolluk maddi gerçeği bulmak yerine gerçeği karartmak için çalıştı. Şiddet tekeli sadece resmi silahlıların tekelinden yandaşa verildi. Sıradan sivil yurttaşlar günlük yaşam rutinleri içerisinde öldürüldüklerinde dahi failler korundu. Suçlar örtbas edildi.

Dünyanın en çok üyeye sahip barosu bunca adaletsizlik karşısında kendini deve kuşu misali baro binasının yedinci katına gömdü. Hak arama mücadelesi vermedi. Hak yalnızca hakikati ya da gerçekliği değil aynı zamanda ödev ve sorumluluğu da imler. Halkın derdiyle dertlenmeyi bırakalım, avukatın derdiyle dertlenmedi. Avukat intiharlarında “sorun maddi değil” diyebildi. Avukatlığın yevmiyeli bir işe dönüştüğü gerçeği karşısında lal oldu. Adaleti, hak ve hukuka uyma, herkesin hakkını gözetme, doğruluktan ayrılmama, hakkaniyet, olarak değil belli bir kesimin ayrıcalığı olarak gördü. İktidarın saldırılarına karşı direnmedi. Demokratik mücadele ile iktidarı sınırlandırmak için çalışmadı. İktidar üzerinde baskı kurmak için didinmedi. Görevini yerine getirmedi. Yahya Kemal’in “Aba var, post var, meydanda er yok’” dizesi tamda bu durumu tarif ediyor.

Biz hakikat sonrası çağda kendimizi hakikate adayarak yol alalım. Ortada ne bir hukuk devleti var ne de hukukun üstün olduğu laik cumhuriyet. İşe ilk önce bunların olmadığını kabullenmekle başlamak gerekiyor. Gerçek, sadakate dayalı doğruluğa dayanır. Bu devasa gerçek karşısında bir kere öğrenmiş olduğu ‘laik hukuk devleti’ ‘hukukun üstünlüğü’ nakaratını tekrarladı, durdu. Bir kere devleti nasıl tanımışsa öyle gider misali devleti hakkındaki kanaati hiç değişmedi. Adalet kapısı olması gereken baro, kendini plaza yöneticileri gibi yedinci katta üstelik koruma kalkanın arkasına gizledi. Makam odalarını devasa makam masaları ve koltuklarla döşedi. Hakkını arayan baroya değil “hakka sığınmak” zorunda kaldı. Sokakta direnen Kürtler, Aleviler, kadınlar, cumartesi anneleri, gezi ve onur yürüyüşleri, muhalifler yokmuşçasına memleketi kendinden menkul saydı. Her seçimde hakikat sonrası çağa uygun ‘son kale’ miti ile seferberlik ilan etti. Kazandığı yönetimleri protokollerde yer almak için kullandı. Muhalifliği salon toplantıları ve kısa internet açıklamaları zannetti. Baro yönetimi, avukatların aranması üçlü protokolünün imzacısı oldu. Güvenlik gerekçesi ile iktidarın güvenlik güçleriyle uyum içerisinde oldu. Adli yıl açılışlarında adliye protokollerine katılarak, yargı personeli ile aynı kare içinde mutlu fotoğraflar çektirdi. Böylece rol model olarak milyonlara iktidarın yargısı ile uyum içinde olduğunu gösterdi.  İktidarın gelmiş-geçmiş sınav pratikleri baronun gözünü açmasına yetmemiş olacak ki daha az ruhsat vermek için sınavı destekledi.

Baro başkanı seçerken neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilen mutlak bilgeler seçmiyoruz. Başkanlığı hakketmek (kazımak) için hukuki konularda derin bilgi sahibi olmak, baroyu etkili şekilde temsil etmek için zorunlu. Baro başkanı geniş bir avukat kitlesiyle etkili şekilde iletişim kurabilecek yetkinliğe sahip olmalı. Ekip çalışmasını destekleyen farklı görüşlere saygı duymalı baroya bağlı merkezler ve komisyonlar, çalışma grupları, staj eğitim merkezi özerk olmalı. Baro doğrudan demokrasiyi hayata geçirmeli; üyelerini futbol statların da bir araya getirip, tartışarak görüş alışverişi yapacağı doğrudan demokratik yöntemler oluşturmalı. İsviçre kanton örneklerinde olduğu gibi; altı ayda bir ya da üye sayısının belli bir oranının imzası ile yönetimin yeniden belirlenebileceği referandumlar yapılmalı. Yine belli sayıda imza ile referandum çağrısı yapabilme yetkisini avukatlara vermeli. Baro yönetimleri barodan maaş almamalı profesyonel değil amatör gönüllü yöneticilik yapılmalı. Makam odaları makam araçları olmamalı muhalif olduğunu iddia edenler siyasi iktidar benzeri ayrıcalıklar oluşturulmamalı. Başkan ve yönetim ayrımsız baronun kapılarını açık tutmalı. Adalet arayanın “Kime müracaat edeyim? Kime derdimi anlatayım?” sorularının cevabı İstanbul Barosu olmalı…