İstanbul Barosu Genel Kurulu 19-20 Ekim 2024 tarihlerinde Haliç Kongre Merkezinde yapıldı. İlk defa 12 başkan adayı yarıştı. 22 yıldır yönetimde olan önce ilke grubunun iki adayı vardı. Bu kadar sayıda adayın yarışma sebebi siyasi görüş ve Baro’ya yönelik politikalarının farklılıkları değil. Ülkede ki siyasi yelpazeye uygun siyasi görüşleri doğrultusunda avukat kitlesi içinde bir örgütlenme gayretleri yok. Seçim kampanyalarına bakıldığında sadece aday olmak için aday olduklarını düşünmemize yol açan pratikleri var.

Eşit Koşullarda Yarış

Öncelikli olarak Baro Genel Kurulları’na yönelik etik ilkeler ve davranış kurallarının belirlenmesi gerekiyor. Ayrıca avukatların tercihlerinin adil bir şekilde sonuçlara yansıması açısından seçimde yarışan adayların eşit koşullarda rekabet edebilmeleri şart. Genel ve yerel seçimlerde seçmen kütüklerinin siyasi partilerle paylaşıldığı gibi seçimden önce Baro tarafından avukatların adres ve telefonlarının, seçilme yeterliliği olan gruplara verilmesi, barovizyon gibi olanakların başkan ve yönetim kurulu adaylarının kullanımına açılması gerekiyor. Geçmiş genel kurullardan farklı olarak adayların tümünün katıldığı televizyon programı yapılmadı. Medya yayınlarına katılım kişisel tanışıklıklar ve siyasi yakınlıklar üzerinden gerçekleşti. Adaylar açısından eşit olmayan koşullarda bir rekabet yaşandı. Seçmenlerin bilgi alma ve özgür iradelerini oluşturma hakkı, adaylar hakkında, gerçek olmayan bilgilerin, dolaşıma sokulmasıyla nedeniyle, sekteye uğradı. Seçim dönemi, hukuk politikaları yerine, söylentilere cevap verilerek geçirildi.

Tercih Hakkı 

Günlük hayattaki davranışlarımız, varlıklarıyla ya da yokluklarıyla hayatımızda büyük farklar yaratır. Genel kurula gelip tercihte bulunanlar, yaptıkları tercihle, gelecekte yapılacak genel kurulların ve seçimin güvencesi oldular. Avukat sayısının az olduğu döneme ilişkin düzenlemenin değiştirilmesi gerekiyor. Seçim, tek bir günde tek bir merkezde oy kullanarak yapılmamalı. % 44 oy kullanımıyla başkan ve yönetim belirleniyor. En fazla oy alan grup, tüm yönetim kurulunu belirliyor. Seçime giren gruplar, yönetimde temsil edilmiyor. Baro Meclisi, karar alma merci olarak konumlanmıyor. Bölge temsilcilikleri, yukarıdan atanıyor. CMK, bölge toplantıları yapılmıyor. Merkez ve komisyonların üyeleri, yönetimle ters düşmemek için yönetimle aynı gruptan olanı sözcü seçiyor. Seçime giren tüm grupların, Baro’ya aktif katılımı sağlanmadığında grupların Baro’ya katkıları olmuyor. Bazı gruplar, gölge baro olarak, meslek örgütüne alternatif olma amacıyla çalışıyor. Grupların büyük kısmı ise seçimden seçime, hukuk politikalarını avukata iletmeye çalışıyor ya da afişleriyle boy gösteriyor. Merkez ve komisyonlar Baro’nun görünen yüzü. Seçimi alan grup tüm merkez ve komisyonlarda da etkin hale gelirken, merkez ve komisyonlarda verimlilik zayıflıyor. Baro başkandan ibaret bir görüntü veriyor. Yönetimde yer alan kurul üyeleri dahi karar alma süreçlerinde yer almadıklarından yakınıyor. Başkan adayları, aynı grubun geçmiş yöneticileri oldukları halde kendileri aday olup başka gruplar kuruyorlar. Bu durum da, ayrılıkların politik değil tamamen pratik sorunlardan kaynaklandığını gösteriyor. Staj eğitim merkezi de gerek stajyer sayısı gerekse katılımcılığın sağlanmaması nedeniyle işlevini yerine getiremiyor.

Oy kullanma gününde, propaganda yasağı olması zorunlu. Adayların kapı önünde sıralanması, salon haricinde adayın, taraftar grupları gibi alanda dolaşması, nahoş görüntüler. Seçmenin tercih hakkına oy günü de etki edilmeye çalışılması, tercihlerin her an değişebilir olması, tercih hakkının rasyonelliğe dayanmadığının göstergesi. Tüm bunlar tercihin özgür iradeyle belirlenmediğini düşündürüyor. Seçimin tek bir merkezde yapılması, seçmenin oy kullanma yerine olan uzaklığı, seçmenler açısından zaman kaybı olarak görülüyor.  Oy kullanma oranının düşük oluşu belirli ölçüde bu durumdan kaynaklanmakta, ev işleri ve çocuk bakma sorumluluğu gibi nedenler kadın seçmenler açısından dezavantajlı başka bir durum. Kamu kurumu olan Baro’nun olanaklarının mevcut yönetim tarafından seçimde kullanılıyor olması, yönetimin genel kurul öncesi yönetime devam etmesi de mevcut yönetime avantaj sağlıyor. Kampanya finansman kaynağı ve harcamaların şeffaf olması ve denetlenebilir olması şart. Kaynak ve harcamalarını belli aralıklarla kamuoyu ile paylaşmasına ilişkin yasal düzenleme yapılmalı. Oy kullanma günü, tek bir günle sınırlanmamalı oy kullanma hakkı genel kurul sonrası adliyelerde bir hafta devam etmeli.

Kurumları Korumanın Önemi

Nazilerin başa geçmelerinden sonra Yahudilerin en büyük yanılgılarından birinin kurumların kendilerini en direk saldırılardan bile koruyabileceği yanılgıları olduğunu “Tiranlık Üzerine Yirminci Yüzyıldan Yirmi Ders” kitabında’ Timoty Snyder ‘Kurumları Koruyun‘ başlığı altında ele alıyor:

Pek çok mantıklı insanın yanılgısı nazilerin kurumları kullanarak güç kazanacaklarına inanmamalarıydı. Oysa naziler kurumları kullanarak güç kazandılar. Kurumlar işlevlerini ve canlılıklarını yitirerek, önceki direndikleri işleri yerine getirerek, yeni düzene uyum sağladılar. Naziler böylece tüm kurumların nazileştirilmesini çok kısa sürede sağladılar. Eğer hukukçular yargısız infazlara karşı çıksaydı, doktorlar gerekmedikçe kimseyi kesip biçmeseydi, iş adamları, köleliğin yasaklanmasını onaylasaydı ve eğer bürokratlar cinayet evraklarını düzenlemeyi reddetseydi, o zaman nazi rejimi, hatırladığımız acımasızlıkları yerine getirmekte bir hayli zorlanacaktı. Hukukçular olmadan bir hukuk devletini altüst etmek ya da hakimler olmadan göstermelik bir davayı altüst etmek ya da hakimler olmadan göstermelik bir davayı yürütmek mümkün değil

Kurumlar, hak alma mücadelesi vermek yerine, kendi makamlarını korumaya öncelik verdiklerinde, siyasi otoriteyle ister istemez uzlaşıyorlar. Örtülü bir konsensüs oluşuyor. ‘Bana karşı çıkma ben de sana dokunmayayım’. Bu konsensüs, otoritenin kendi gereksinmesine göre her an bozulabilir. Kalenin inşa nedeni ileri karakol olarak, düşmanın geçişine engel olmaktır. Kale olarak tarif edilen Baro’nun korunması amaç haline geldiğinde, kale salt kendini korumayı amaç edindiğinde varoluş nedenini inkâr etmiş oluyor.

12 Eylül darbesi karşısında Orhan Adli Apaydın yönetiminin mührü söküp atan pratiği Baro’nun faaliyetlerine devam edeceğinin ilanıydı. O irade mührü tanımadı. Hukukun tanınmadığı ortamda fiili eylemle sonuç alındı. Direniş tarihe geçti. Orhan Adli Apaydın hapishaneyi göze aldı. İleri yaşına rağmen kelepçelendi. Tek tip elbiseyle, saçı sıfıra vuruldu. Tedavisi engellendiği için hayatını kaybetti. Tarih bunu kaydetti. Baro’nun girişinde hala o mühür duruyor. Onca başkan içinde bir tek Orhan Adli Apaydın her genel kurulda bu tavrıyla anıldı.

Çok uzağa gitmeye gerek yok. 2013 yılında bir grup dışında tüm gruplar, olağan üstü kurultayla Baro Yönetimi’ni sahiplendi. Açılan dava boşa düştü. Seçimle belirlenen yönetim hukuk darbesiyle görevden alınamadı. Bu kitlesel karşı duruşla Baro Yönetimi görevine devam etti. Yasal metinlerin kâğıt üzerinde varlığını koruduğu anlarda fiili eylemle yol alınıyor. Avukatlık tarihi ve baroların tarihi bu örneklerle dolu.

Öncelikli olarak anayasasızlaştırmanın, hukuksuzlaştırmanın, cezasızlaştırmanın varlığını kabul etmek gerekiyor. Hala anayasa, hukuk varmış gibi hareket edilmesi aldatmacadır. ‘Mış’ gibi yapmaktır. Tarihi kendileriyle başlatanlar geleneği de yok sayıyor. Bir taraftan avukatın hukuk teknisyenine dönüştüğünü kabul etmeyip klasik avukatlığın devam ettiği yanılsamasını seçim broşürlerine yansıtıyorlar. Diğer taraftan kendilerini devletin ve cumhuriyetin bekçileri olarak tanımlayanlar, baroların ve klasik avukatlığın her türlü otoriteden bağımsızlaşma mücadelesi sonucu baro ve klasik avukat haline geldiğini görmezden geliyorlar. Ankara Hukuk Fakültesi Kuruluş Bildirisi’ndeki vazedilen, cumhuriyetin bekçiliği görevi devletin yeni sahipleri karşısında bir anlam ifade etmiyor. Bugün devletin sahipleri İki Nolu Baro’nun avukatlarıdır. Adliyeleri kendi büroları, adliye personelini kendi çalışanları gibi görüyorlar. Dün dünde kaldı. Bugün yeni şeyler söylemek lazım. Artık zemin değişti. Bu değişimi kabul etmeyenler, baroya kendilerine biçtikleri role uygun, ne olduğu belli olmayan, şekilsiz bir misyon biçmeye çalışıyorlar.

Söylentiyle Yol almak

İstanbul Barosu, 2024 Genel Kurulu öncesinde X platformunda seçim anketleri dolaşıma girdi. Başkanlığa ve kurullara aday olanlar hakkında itibarsızlaştırmayı amaçlayan bilgiler dolaşıma sokuldu. Panoptikon cezaevlerinin inşa edilme amacı hapsedilenin tüm zamanını ve tüm eylemini kontrol etmekti. Günümüzde hepimiz sanal panoptikonlara hapsedildik. Her anımızı gözetim altında geçiriyoruz. Dijital ağın sınırsız ortamı, nesnel gerçekliğin yerini yanıltıcı bilgilere bıraktı. Ne tükettiğimizi gözleyip, neye ihtiyacımız olduğuna şirketler karar veriyor. Bilgilerimiz şirketlere pazarlanıyor, hackleniyor. Algımız da gözleyenlerce şekillendiriliyor. Sosyal medya, asimetrik propaganda için vicdansızca kullanılıyor. Binlerce sahte ve gerçek, hesap kimin tutuklanıp kimin linç edileceğine, karar veriyor. Uydurma tweetlerin atıldığı, imaj peşinde koşulan bir ortamda boğuluyoruz. Uyanık olmalı ve söylentiye kulak asmamalıyız. Hakikatin peşine düşmeliyiz. Ama ne yazık ki önemli bir kesimin gerçeği bulmaya vakti yok, önüne gelene inanma eğiliminde, bu şekliyle zaten inandığımız şeylere inanmaya devam ediyoruz. Hakikat ötesi çağda herkesin kendi gerçeklik algısına hitap eden bilgiler dolaşıma giriyor. Seçmen gerçek bilgiye dayanarak akılcı tercihle seçim yapabilir. Kısa vadede, ihtiyacını gidereceğine, inandığı adayı tercih ederek, psikolojik tercihle karar verebilir. Seçmen tercihini, özgür iradeye dayanmayan, fake news’ lerle, korkuya dayanan atmosferde, tahakküm altında yapıyor. 65 Bin üyeye sahip Baro yönetimi %44’lük seçmen iradesiyle belirleniyor.

“Yurttaş tüketici haline geldi. Yurttaşın özgürlüğü yerini tüketicinin edilginliğine bıraktı. Tüketici olarak seçmen bugün siyasete, toplumu şekillendirmekte etkin bir rol almaya gerçek bir ilgi göstermiyor. Ortak siyasi eylem gerçekleştirmeye ne isteği ne de yeteneği var. Tıpkı hoşuna gitmeyen hizmet ya da mal sektörüne yaptığı gibi, siyasete de sadece edilgin bir şekilde biçimde, homurdanarak, şikâyet ederek tepki veriyor. Siyasetçiler ve partiler de bu tüketim mantığı uyarınca davranıyor.  “Sunmak” zorundalar. Böylelikle de tüketici olarak seçmeni tatmin etmesi gereken tedarikçiler durumuna düştüler.” Bu tespitlere, kültür kuramcısı Byung-Chul Han, ‘Psikopolitika Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri’ kitabında yer vermiş.

Ülkenin ve avukatın geçirdiği değişimi ıskalayan bir genel kurul gerçekleşti. Klasik avukatın, hukuk teknisyenine dönüştüğü yoksullaştığı reddediliyor. Eski itibarına geri döneceği vaat ediliyor. Genç avukat büro açamıyor. Bağımlı avukat tanımıyla avukatın işçileştiği gerçeği yok sayılıyor. Bağımlılık kavramıyla, bağımlılığın geçici olduğu yanılsaması oluşturuluyor. Zorunlu arabuluculuk düzenlemesi ile iş olanakları daraltılmamışçasına, iş olanaklarının genişletileceği vaatleri veriliyor. Genç avukata ‘bağımlılıktan’ kurtuluş olarak paylaşımlı büro açma hayali sunuluyor. Sınıf atlama hayalleri pazarlanıyor. Klasik avukatlığa hitabeden yapılan konuşmalarla avukatın sınıfsal konum kaybı gerçeği gizleniyor. Baronun yarısından fazlası kadın avukattan oluşuyor. Başkan adaylarının gündeminde cinsiyet eşitsizliğinin yol açtığı kadın avukatların durumuna dair bir cümle yok.

Tam da burada David Ranan’a, “Dilin Gücü Suistimal Edilen Sözcükler ve Siyasal Mücadele Kavramları” başlıklı kitabındaki sözlerine kulak verelim: “Hakikat sonrası çağın adayı hakikate bağlılığı kolaylıkla göz ardı ediyor. Hakikati hantal ve gereksiz bir engel olarak algılıyor. Makamın verdiği tam yetkiyle o anda çıkarına en iyi hizmet ettiğine inandığı şeyi ilan ediyor

Özgür Olmak Dostlar Arasında Olmak Anlamına Gelir

Neoliberal rejimler, tümden tekilleşme ile bireyin özgürleşeceğini vaaz ediyor. 22 yıllık mevcut iktidarın ülkeyi getirdiği aşama meslek örgütlerine yönelik düzenlemeler meslek örgütlerini zayıflattı. İstanbul Barosu yönetimleri, dar kadrocu, katılımı dışlayan yönetimleriyle Baro’yu avukata, avukatı Baro’ya yabancılaştırdı. Genç avukat, Baro’yu sadece ruhsat veren ve aidat alan, bir kurum zannediyor. Avukat, kendi sorunları karşısında, meslek örgütünü yanında görmediğinde, Baro’ya aidiyet zayıfladı. Çok sayıda avukat, ceza ödemeyi de göze alarak oy kullanmaya gelmiyor. Genel Kurulun olduğu hafta sonu öncesi, adliyelerde mazeret dilekçesi vermek için uzun sıralar, oluştu. Genel Kurul’a gelmeyen %56, tepkisini, kendisini yok sayan Baro’yu yok sayarak gösteriyor. Haksızlıklara tahammülsüzlük nedeniyle hukuk tercih edildiyse, hak savunuculuğu mesleği icra eden avukat, üstelik klasik avukatlık iflas etmişken kendi meslek örgütüyle ilgili tercih yapmak için gelmeyi zaman kaybı olarak görüyorsa, bu korkunç bir duruma işaret ediyor. Geçmiş baro yönetimleri açısından bu durumun kabulü ile başkanlık makamını elde etmek öncelikleri olmuş ise kaybeden avukatlık mesleği ve meslek örgütü oluyor.

 Byung- Chul Han ‘Psikopolitika Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri’ kitabında: “Özgürlüğün Almanca anlamının bir ilişki kelimesi olduğunu, insanın kendini ancak iyi bir ilişkide, diğer insanlarla mutlu bir birliktelik içinde gerçekten özgür hissedeceğini, neoliberal rejimin yönelmiş olduğu tümden tekilleşmenin bizi gerçekten özgür kılmayacağını, ancak başkalarıyla bir topluluk halinde, her bireyin yeteneklerini her yönde geliştirme imkanına kavuşacağını, yani kişisel özgürlüğün ancak topluluk içinde mümkün olacağını.” söylüyor.

Bu durumda çıkış yolumuz hep birlikte meslek örgütüne sahip çıkmak. Merkezleri komisyonları etkin kılmak için görev almak gerekiyor. Değişim öncelikli olarak kendimizden başlamalı. Değiştirmek için kapıları değişime açmak zorundayız. Ancak bu şekilde hep birlikte sorunlarımıza çözüm üretebiliriz. Kimsenin elinde sihirli değnek yok. Bir anda her şeyin değişmesi de mümkün değil. Değişimi hep birlikte fikir, dayanışma ve eylemle başarabiliriz.