19-20 Ekimde İstanbul Baro Genel Kurulu yapıldı. Nihayet, militer resmi ideolojiden beslenen ayrımcı, baskıcı hukuk anlayışını savunan 22 yıllık ‘Önce İlke” yönetimi son buldu. “Önce İlke” yönetimi dillerin ve halkların hak eşitliğine, ana dilde eğitime, ana dilde savunmaya karşı olan, azınlık haklarının korunmasını göz ardı eden, şoven milliyetçi anlayışla çalışan bir yönetimdi.

“Önce İlke” ekibi yönetiminde İstanbul Barosu avukatlarından, halktan kopuk bir devlet organına dönüşmüştü. 22 yıl boyunca Baroyu 1930’ların ırkçı Mahmut Esat Bozkurt anlayışıyla yönetti. Hak ihlalleri karşısında ayrım yaptı, Ergenekon benzeri davalarda gözlemci olmaktan öte taraf gibi tavır sergilerken Hrant Dink, Malatya Zirve, KCK Avukat yargılamalarıyla ilgili davalarda Baro’nun takınması gereken tavrı göstermedi. KCK Avukatlar operasyonunda masumiyet karinesini çiğneyerek devlet ağzıyla açıklamalar yaptı, Roboski katliamı karşısında sessiz kaldı.

Avukat sorunları karşısında havanda su döğdü. Silivri ve adliyeler arası servis uygulaması Edirne, Tekirdağ ve Kandıra F Tipi cezaevleri söz konusu olduğunda yaşama geçirilmedi. Ermenilere, Rum, Süryani gibi azınlıklara yapılan devlet zulümlerinin dile getirilmesinden hep rahatsız olundu. Ulusalüstü insan hakları hukukuyla da hep kavgalı olundu. Türkiye’nin koyduğu çekincelerin kaldırılmasına karşı çıktı. 2002’den  önce canlı olan komisyon çalışmaları pasifleştirildi, komisyonlarda avukat iradesinin yerini atama usulü aldı. Baro’nun yayın organlarında farklı grupların görüşlerine yer verilmedi. Demokratik bir Baro işleyişi yaşama geçirilmedi, yönetim kurulu kararları ve mali konularda şeffaflık ilkesi gözetilmedi. İşçi avukatlar, stajyerler ve kamu avukatlarının problemleri karsında da dişe dokunur çözümler üretilmedi. Dış politikada, Kıbrıs sorunu gibi konularda iktidarların şoven politikalarına hep destek verildi. 22 yıllık “Önce İlke” yönetiminin insan hakları hukukuna aykırı icraatları saymakla bitmez.

Tüm bu karneye baktığımızda şunu söyleyebiliriz: Son genel kurulda alınan sonuçla beraber “Önce İlke” yönetiminden kurtulmak olumludur ve değerlidir. Ancak bu değişim bazı gerçekleri görmemizi de engellememelidir. Bu açıdan iki önemli hususa değinmek istiyorum.

İlk mesele, ne yazık ki hala büyük avukat çoğunluğu üzerinde özgürlükçü hukuk düşüncelerinin etkili olmamasıdır. Hala büyük çoğunluk jakoben klasik resmi ideolojinin etkisi altındadır. Eğer önceki yönetim kendi arasında bölünmemiş olsaydı genel kurulda alınacak sonuç yine bizler açısından olumsuz olacaktı. Bu gerçeği görerek önümüzdeki süreçte hem teorik hem de pratik olarak özgürlükçü hukuk anlayışı ve eğitimini derinleştirmek gerekmektedir. Özellikle bu bağlamda genç avukatların eğitimi çok önem taşımaktadır.

Diğer önemli mesele ise yayınlanan programımızın özgürlükçü hukuk felsefesi açısından geri ve suya sabuna dokunmayan bir program olmasıdır. Yücel Sayman dönemlerindeki programların ve söylemlerin hayli gerisindeyiz. Bu dönemlerde hem söylemlerimizde hem de programlarımızda halkın yargılama sürecine katılımını savunduk. Yukardan dayatılan değil aşağıdan üretilen hukuk vurgusu hep yapıldı. Ulusalüstü sözleşmelerdeki çekincelerin kaldırılması, azınlık haklarının korunması gerektiği vurgulandı. Bu genel kurulda ise programımızda hakim olan klasik liberal burjuva hukuk ilkeleriydi. Kuşkusuz bu ilkelerin de olması gerek ancak bu ilkelerin dışında statik hukuk anlayışını sarsacak, alternatif hukuka kapı aralayacak bir anlayış ne yazık ki ortaya konmadı. Esas itibarıyla diğer grupların da çok fazla itiraz  edemeyeceği bir program sunuldu. Bunu her ne kadar seçim için anlamak mümkünmüş gibi görünse de şu soruyu unutmamız gerekiyor: Klasik burjuva hukuk ideolojisi çerçevesine hapsolarak özgürlükçü hukuk yaratılabilir mi?

Bugünün programını 2014 yılında yayınlanan ÖDAV programı ile karşılaştırdığınızda da özgürlükçü hukuk açısından ne kadar geri olduğu görebilirsiniz. ÖDAV’ın 2014 tarihli programında şu vurguları yapmıştık:

  • Barolar hukuk dünyasında gündem belirlemelidir.
  • Halkın yargı faaliyetlerine katılımı sağlanmalıdır. İnsan hakları kurumlarından, sendikalar ve meslek odalarından seçilecek değişken demokratik jüri sistemi oluşturulmalıdır.
  • Suç, ceza, infaz, hapishane konusunda özgürlükçü düzenlemeler gündeme getirilmelidir.
  • Merkeziyetçi yapıdan doğrudan demokrasiye evrilen  yerel yönetimlerin özerkliğine geçilmeli, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’ndaki çekinceler kaldırılmalıdır
  • Halkın yasama faaliyetlerine doğrudan katılımına ilişkin düzenlemeler yapılmalı, belirli sayıda imza toplanarak yurttaşın meclise yasa teklifi yapabilmesi, öneri verilmesi gibi imkanlar sağlanmalıdır.

Bir de bugünkü 41 sayfalık mevcut programda sorun olarak gördüğüm birkaç saptamaya ilişkin görüşlerimi paylaşmak isterim: “Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına dayanır” diye başlıyor program. “Dayanmalı” demek ayrı, “dayanır” demek ayrıdır. Türkiye’de insan haklarına dayanan bir cumhuriyet hiçbir zaman olmadı.

Elbette anayasacılık hareketleri önemli ama asıl önemli olan Anayasa’nın niteliği. Hangi Anayasa? Biçimden yola çıkarak anayasacılık özgürlükler hukukudur genellemesi yapmak sorunludur. Hangi anayasacılık sorusu burda karşımıza çıkar.

Programın 10.sayfasında “dil sorunu varsa  adli yardımdan yararlanılır” denmiş. Oysa açıkça ana dilde savunma hakkını vurgulamak daha doğru olurdu.

11.sayfada, “1876’dan 2000’lere uzanan Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti anayasacılık gelişmelerinde devlet iktidarlarını sınırlayan ve insan haklarını güvence altına alan düzenlemeler genel bir eğilim oluşturmuştur” deniyor. Çok tartışılır bir saptama.

22.sayfada “barolar anayasanın koruyucusudur” deniyor. Hangi anayasa sorusu burada da ortaya çıkıyor.

41 sayfalık programda bir hukuk felsefesi olmadığı kanısındayım. Yine de her şeye rağmen, İstanbul Barosu son 22 yıllık garabetten daha iyi bir döneme girecek umut ve inancını taşıyoruz. Özgürlükçü hukuk felsefesi ve ideolojisini derinleştirmek ve geliştirmek sorumluluğunu taşımalıyız. Statükocu hukuk anlayışının üstümüzdeki etkilerini silkeleyip atmalıyız.