Doğru yanıtlar bulmak için doğru sorular sormak gerekir.

Bu yüzden, belki de tarihinin en apolitik, en ‘renksiz kokusuz’ genel kurulunun ardından İstanbul Barosu’nun, bir kurum olarak savunmanın ve mesleğin sorunlarını ve ihtiyaçlarını kendisine dert edinen avukatların bir kez daha yanıtını araması gereken sorulardan birisi de şudur: Barolar, “Avukatların ortak ihtiyaçlarını karşılayacak meslek kuruluşu” mudur yoksa savunma kurumunun yargı içindeki örgütlü gücü müdür?

Mesleğin sorunlarını tek tek çözerek mi daha güçlü bir baroya kavuşur ve avukatlığın itibarını geri kazanırız yoksa güçlü bir baroyla mı mesleğin sorunlarını çözeriz?

“Önce Savunma” mı, “Önce Avukat” mı?

Savunma kurumunun ihtiyaçları ve öncelikleriyle avukatın sorunları neden karşı karşıya olsun ki, diye de sorulabilir haklı olarak, kendi kısa yanıtımı, 1996-2002 yılları arasında İstanbul Barosu Başkanlığını üstlenen Yücel Sayman’a da atıfla baştan söyleyeyim yine de: Baro, ‘iddia’ ve ‘hüküm’ kurumuyla birlikte yargının üç eşit ve bağımsız kurucu unsurundan birisi olan ‘savunma’ kurumunun örgütü, avukat savunma kurumunun temsilcisidir.

Nasıl ki yargıda ‘iddia’ kurumu savcı, ‘hüküm’ kurumu yargıç tarafından temsil ediliyorsa, ‘savunma’ kurumu da avukat tarafından temsil edilmektedir ve fakat, bir kurum olarak savunma tek tek avukatların toplamı değildir.

Savunma, siyasal iktidarın yargıdaki mutlak cezalandırma kudretini ve şiddet tekelini karşı güçle sınırlar ve halkın hak arama özgürlüğünün de güvencesidir.

Avukatlık yalnızca bir meslek, barolar yalnızca bir meslek kuruluşu değildir; barodan savunmayı çıkarırsanız, örnek olsun, geriye kalan bir esnaf odasıdır.

Meslek sorunları da en nihayetinde sistem sorunudur ve ‘meslekçi’ anlayışla ve palyatif yöntemlerle kalıcı olarak çözülemez.

Dolayısıyla, baroların asli görevi savunmanın bağımsızlığını ve dokunulmazlığını, hukuk devletini ve avukatlığın saygınlığı savunmak ve korumak, mesleğin sorunlarını ‘meslekçi’ anlayışın tuzaklarına düşmeden çözmektir.

‘Devletçi’ ve ‘Meslekçi’ Anlayışa Reddiye

Baroların rolüne ve işlevine bu pencereden bakıldığında, tek tek avukatların ideolojik/politik görüşlerinden bağımsız olarak, baro siyasetinde esasen üç temel siyasetin/tarzın egemen olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır; her ne kadar seçimlerde çok daha fazla grup ve aday yarışıyor olsa da.

Bu siyasetlerden birisi, demokrasi ve özgürlükler söz konusu olduğunda ‘devletin bekası’nı önceleyen, resmi ideolojiden beslenen, ‘güvenlikçi’ politikalarına açık ya da zımni onay vererek Baro’yu tabiri caizse devletin bir nevi kurumuna dönüştüren; keyfiliğe ve hukuk dışılığa karşı mücadeleyi avukatın örgütlü gücüne dayanmak yerine diplomasiye ve protokole indirgeyerek hak arama mücadelesini savunma kurumunun örgütlü gücünden yoksun bırakan; baroyu savunma kurumunun örgütü olarak görmeyen ve siyasal iktidara/güç odakları karşısında savunmanın bağımsızlığını ve dokunulmazlığını savunmaktan geri duran; ‘işçi avukatlık’ gerçeğini ve bu gerçeğin aynı zamanda savunmanın bağımsızlığını da tehdit eden yönünü görmezden gelen; üyeleri arasında siyasal görüş ve etnik kimlik ayrımcılığı yapan; “Başkancı” bir anlayışı egemen kılarak ve merkeziyetçi, bürokratik ve antidemokratik bir yapıya dönüştürerek Baro’da siyasal iktidarın adeta bir nevi kopyasını üreten anlayıştır.

Diğer yanda, “siyasetle işleri olmadığı” diskuruyla baroda ‘siyasetsizlik siyasetini’ vazeden; hukuktaki neoliberal dönüşüme ve piyasalaşmaya paralel olarak avukatlıkta şirketleşme sürecine fikri altyapı ve ‘meşruiyet’ alanı açan;  dayanışmayı güçlendirmek yerine bireysel kurtuluşu/kariyeri tek seçenek olarak sunan, “altta kalanın canı çıksın” ya da “her koyun kendi bacağından asılır” misali anlayışla işçileşmeyi/yoksullaşmayı perdeleyen ve bu yönüyle bir nevi kölelik düzenini avukata reva gören; baroları yalnızca meslek kuruluşu olarak gören, savunma kurumunun yargıdaki örgütü olarak baroların altını boşaltan ve meslek sorunlarını anlık/palyatif müdahalelerle çözme iddiasıyla esasen çözümsüzlüğe mahkûm eden anlayış bulunmaktadır.

İlk bakışta farklıymış gibi görünse de bu iki siyaset tarzı, usul ve söylem farklılıklarına rağmen, baro siyasetine bakıştaki ‘devletçi’, ‘meslekçi’ ve neoliberal anlayışlarıyla esasen benzemektedir.

Bu iki siyaset tarzının karşısında –daha solunda değil-, demokrasiye, hukuk devletine, temel hak özgürlüklere, laikliğe, barışa, halkların hak eşitliğine amasız/fakatsız sahip çıkan, militarizme, şovenizme ve ırkçılığa karşı, toplumsal cinsiyet eşitlikçi, dayanışmacı, mesleğin sorunlarını, avukatın saygınlığını ve savunmayı palyatif yöntemlerle değil bütünlükçü bir bakış/program çerçevesinde baroları toplumsal mücadelenin öznelerinden birisi haline getirerek de çözmeye çalışan üçüncü (ya da ‘meslekçi’ ve ‘devletçi’ anlayışta aynılaşan eğilimlerin karşısında ikinci) bir yol/siyaset bulunuyor.

‘Önce İlke’den ‘Önce Avukat’a: Yok Aslında Birbirinizden Farkınız!

Her ne kadar esasen İstanbul Barosu’nun son genel kurulu ve seçim sonuçlarına dair bir değerlendirme yazısı değilse de seçim sonuçlarının bize gösterdiklerini görmezden gelemeyiz.

Bu sonuçlardan birisi, ülkeye/topluma giydirilmeye çalışılan ‘tek adamlık’ rejiminin çatırdamaya başladığı, toplumdaki ve siyasetteki değişim ihtiyacının ve arayışının kendisine yeni bir yol aradığı tarihsel/siyasal eşikte, az bir oy farkıyla kazanmış olsa da, seçime dört ayrı başkan adayıyla giren ‘Önce İlke’ siyasetinin de siyasal iktidardaki güç kaybına paralel olarak güç kaybetmeye başladığıdır.

Ama ‘Önce İlke’ mevzu bahis olduğunda bu noktada bir parantez açmaya ve genç meslektaşlarımız için bilgilendirme, kıdemli meslektaşlarımız için bilgi tazelemeye ihtiyacımız var.

‘Post-modern darbe’ olarak tarihe geçen 28 Şubat günlerinde Genel Kurmay Başkanlığı’nın Refahyol hükümetine karşı tüm ‘sivil’ kurumları brifing için ayağına ‘davet’ ettiği, neredeyse tüm kurumların ‘asker selamına’ durduğu zamanlar… İstanbul Barosu’nun yönetiminde Yücel Sayman’ın başkanlık görevini üstlendiği Çağdaş Avukatlar Grubu (ÇAG) bulunuyor.

Daha sonra istifa ederek ‘Önce İlke’ grubunun kurucuları arasında yer alacak olan, şu anki mevcut Baro Başkanı da içlerinde olmak üzere o dönemki dört yönetim kurulu üyesi, İstanbul Barosu’nun da Genel Kurmay Başkanlığı’nın brifinglerine katılması ve ayrıca, İstanbul Üniversitesini bir nevi kışla gibi yöneten 28 Şubat sürecinin sembol isimlerinden rektör Kemal Alemdaroğlu’na destek ziyaretinde bulunulmasını talep etmektedir. İstanbul Barosu yönetim kurulunun diğer üyeleri bu talebi “Ne hazır ol ne Refahyol” diyerek geri çevirir. Yine o süreçte bir kadın meslektaşa türbanıyla yemin ettirilmesi üzerine bahsi geçen dört yönetim kurulu üyesi ÇAG’ı ‘ilkesizlikle’ itham edip istifa ederler. ‘Önce İlke’nin kuruluşu bu sürecin hemen ardındandır.

Velhasıl, ‘Önce İlke’nin kuruluşunun 28 Şubat sürecinde Genel Kurmay’a ‘selam durmayan’ ÇAG’a yönelik olarak etkisizleştirme/güçten düşürme, İstanbul Barosu’na yönelik olarak ise hukuksuzluğun ve keyfiliğin karşısında ‘çıbanbaşı’ olmaktan çıkarma ‘operasyonunun’ bir parçası ve sonucu olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

‘Önce İlke’ diyerek yola çıkan siyaset aradan geçen 20 yıllık Baro yönetiminin ardından son genel kurulda dört ayrı grup ve adayla seçime katıldı. Seçimi kazanan grubun ismi değilse de söylemi, yalnızca avukatlık vurgusu üzerineydi. ‘Önce İlke’ muadili bir diğer grubun seçim sloganı ise ‘Önce Avukat’tı.

Ama vurgu her ne kadar zaman içinde ‘Önce İlke’den ‘Önce Avukat’a evirildiyse de, devletçi zihniyetle ve resmi ideoloji ile bir hesaplaşma ve kopuş yaşanmadığından, seçime giren bu grupların birbirlerinden farkı ırkçı söylemeleriyle bilinen eski Adliye Vekili Mahmut Esat Bozkurt adına İstanbul Barosu tarafından verilen ödüle kimin daha çok sahip çıktığını ve savunduğunu tartışmaktan öteye de geçemedi.

“Bütün Renkler Aynı Hızla Kirleniyordu Birinciliği Beyaza Verdiler”

Genel kurulun ve seçim sonuçlarının bize gösterdiklerinden bir diğeri avukatlar ile baro arasındaki gönül ve aidiyet bağının giderek koptuğu, geleceğe dair umutsuzluğun, karamsarlığın ve bunların ortaya çıkardığı öfke halinin genel kurula katılımın, özellikle genç avukatlarda, azalmasına ya da bir formaliteyi yerine getirme zorunluluğunun umarsızlığına ve heyecansızlığına bıraktığıdır.

Demokrasinin, hukuk devletinin, savunmanın ve avukatlığın yakıcı hiçbir sorununun neredeyse gündem olmadığı ve tartışılmadığı sade suya tirit bir genel kurul yaşadık. Seçim gruplarının programları, başkan adaylarının söylemleri ve vaatleri, kimi vurgu, proje ve çözüm önerilerindeki farklılıklar ve tonlar hariç benzerdi. Tüm program ve vaatlere egemen olan ‘meslekçi’ anlayıştan tutun başkan adaylarının mesleğin sorunlarını en iyi kendilerinin bildiği ve çözebileceğine dair kıymeti kendinden menkul basmakalıp sözlerine kadar diskur neredeyse aynıydı.

Hal böyle olunca, grupların ve adayların kimi farklılıklara rağmen genel olarak ‘devletçi’ ve ‘meslekçi’ anlayışta birbirleriyle yarıştığı genel kurulda, Özdemir Asaf’ın dizelerini ödünç alarak söylersek, birinciliği beyaza verdiler.

Hattı Savunma Yoktur Sathı Savunma Vardır!

Tüm bu yazılanlardan mesleğin/meslektaşlarının devasa boyuta ulaşmış yakıcı ve acil sorunlarını göz ardı ettiğimiz sonucu çıkarılmamalıdır. Avukatlar da, özellikle genç avukatlar, mutsuz, gelecekten umutsuz ve karamsarlar.

Ama tekrarla, meslek sorunları en nihayetinde bir sistem sorunudur ve tek başına baronun ya da bir başkanın sorunları kalıcı olarak çözebilmesi mümkün değildir.

Tam bu noktada avukatlık yalnızca bir meslek, baro yalnızca bir meslek örgütüdür derseniz hattı, baro savunma kurumunun örgütüdür derseniz sathı savunmuş olursunuz. Savunma ve avukatlık söz konusu olduğunda hattı değil sathı savunmak öncelikli ve asli olandır. Bu satıh savunmanın ve avukatın saygınlığını savunmak/korumak, mesleğin/meslektaşların sorunlarını da çözebilmek için baroları demokrasi, özgürlük ve hukuk devleti mücadelesinin bir öznesi haline getirmekten, bir kurum olarak savunmayı bağımsız ve eşit kurucu unsuru olarak yargının içinde güçlendirmekten ve siyasal iktidarın yargıdaki mutlak cezalandırma gücünü karşı güçle sınırlamaktan/denetlemekten, halkın hak arama özgürlüğünün sesi ve güvencesi haline getirmekten geçer.

Baroya ve savunmaya dair bütünlüklü bir program gündelik dile tahvil edilmedikçe, hayatın ve mücadelenin içinde yeniden üretilmedikçe ve zenginleştirilmedikçe eksiktir/eksikli kalacaktır, doğru. Ama “devrimci program olmadan devrimci pratik de olmaz”mış.

Demir de tavında dövülürmüş! Baro siyasetinde üçüncü (ya da ikinci) seçeneğinin temsilcisi olmak iddiasında olanların önündeki öncelikli sorun sözün/programın doğruluğu, kıymeti ve gücü kadar bağımsız bir özne olarak bunları hayata geçirecek zeminin de inşası ve güçlendirilmesidir bu nedenle.

Hasılı seçim sonuçlarının bize gösterdiği bir diğer sonuç, bu genel kurulunun baroya, savunmaya ve avukatlığa dair üçüncü kutbun sözünü/programını kuvveden fiile çıkaracak bağımsız bir öznenin inşası için fırsat, imkân ve zemin de sunduğuydu; ama bu fırsat, en azından seçim sürecinde, değerlendirilememiştir.

Siyasette bir artı bir her zaman iki etmeyebilir, dolayısıyla, yalnızca bir arada olmaya değil bir o kadar netliğe, bütünlüklü ve yol gösterici ortak bir programa, sözün gücünü hayata geçirecek, bunun için mücadele edecek bağımsız bir ‘politik’ özneye/güce, değiştirmek ve dönüştürmek için mücadele ederken kendimizi de değiştirmeye ve dönüştürmeye, yenilemeye, azme, kararlılığa, cesarete, hayal gücüne, inada, ısrara, iradeye ve öz güvene de ihtiyacımız var.