Kitabın Ortasından Konuşmak: Milat
“Kitabın tam ortasından” konuştu MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli. Ne söyledi? “Öcalan’a uygulanan tecrit kaldırılsın”, “terörün tamamen bittiği, örgütün lağvedildiğini haykırsın, bu dirayeti ve kararlılığı gösterirse umut hakkı ile yasal düzenlemenin yapılmasının ve bundan yararlanmasının önü ardına kadar açılsın”. MHP’nin Hukuk İşlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Feti Yıldız’a göre bu konuşma bir milat ve bundan sonraki siyasi değerlendirmelerin tümü bu milada göre yapılacak. Peki ama hangi kaygıyı merkeze alarak, “güvenlik” mi yoksa “umut” mu? Gelin tam da burada, “kitabın arka sayfasından” konuşalım ve geçmiş zamanlardan Hobbes ve Spinoza’ya aynı soruyu yöneltelim:
Hobbes “güvenlik” kaygısını temele alarak, haklar ve özgürlükleri egemene, yükümlülükleri ve itaati ise sadece “yaşama hakkı”na baki kıldığı uyruklara vererek bu soruyu cevaplıyor. Böylece egemen gücün gizemleştiği, yönetilenlerin nesneye ve edilgin bir duruma dönüştüren bir çözüm çıkıyor, siyasal alanının kendine özgü yapısı ortadan kalkıyor.
Spinoza ise, yalnızca “güvenlik” kaygısıyla hareket etmenin insanı edilgin ve kederli tutkulara mahkum edeceğini, onları birbirlerine karşı duydukları korkudan kurtarırken bir başka korkuya teslim edeceğini söylüyor. Bunun için de “güvenlik” yerine “umut” kavramını yerleştiriyor. Ya da “korku” yerine “özgür düşünce” ve “sevinçli tutkular” diyelim.
“Umut” kavramının en basit ilk adımı hukuksal barış olabilir. Bunun için de yasaların herkese eşit uygulanmasına ve adalet duygusunun rencide edilmemesine ihtiyacımız var.
Tecrit
İmralı Ada Cezaevi’nde kalan hükümlülerin 2021 yılından bu yana avukatlarıyla ve aileleriyle görüşemediği söyleniyor. Böylesine uzun bir engellemenin, Bahçeli’nin ifadesiyle “tecrit” in, yasamızda karşılığı var mı? Hayır. Peki ama o zaman neden uyguluyoruz? Neden yasak bir uygulamanın sonlandırılmasını bir şarta bağlıyoruz? Elbette herkesin bu soruya farklı ve haklı cevapları olabilir ama bunların tümü kişisel duygularımız değil mi? Peki hukuka aykırı ve yasada bir karşılığı olmayan uygulamadan dönmek için kişiye ”özel şart” koşulabilir mi? Hukuk devletinde bu sorunun cevabı elbette “hayır” olması lazım. Tersi her durum, yapılanı kamusal eşitlik ve belirginlik alanından özelin keyfilik ve kişisellik alanına çeker ki bunun da referansı Anayasa değildir.
Siyaset diyalogdur, özgürlükten beslenir. Hukuk ise monologdur, yaptırımdan güç alır. Siyaset değişkendir, farklı biçim, şekil ve uygulanışları vardır. Hukuk belirgindir, evrensel kuralları vardır, kolay değişmez ve egemenlik alanında herkese aynı uygulanması gerekir. Bu iki alan birbirine karıştığında hukuk siyasetin özgürlük alanını daraltır siyaset de hukuku araçsallaştırır ve belirsiz bir hale sokar.
“Söylediğimi Yaparsan ‘Umut Hakkı’ndan Faydalanabilirsin”
“Umut Hakkı” Abdullah Öcalan’la sınırlanmış bir hak kategorisi değil. Bu hak kullanımı için Öcalan dışında birçok hükümlü de AİHM’e başvurdu ve Mahkeme bu düzenlemenin yokluğunun Sözleşmenin 3. maddesinin ihlali olduğuna karar verdi. Hükümetin taraf olduğu sözleşme gereği ‘umut hakkı”nı içerir yasal düzenleme yapma yükümlülüğü var zaten. Elbette yapmayabilir, Bakanlar Komitesi’nin yaptırımlarına da katlanabilir, meclis mutabakatı ile sözleşmeden de çıkabilir. Bu tercih doğrultusunda Anayasa’yı da değiştirilebilir. Fakat toplumsal barış hedefi ile çıkılan bir yolda evrensel bir hakkı tanımamak için neden bu kadar kafa karıştırıcı patika yollara sapılsın?
Nedir Umut Hakkı?
Ölüm cezası kaldırıldı yerine müebbet hapis cezası ikame edildi. Peki ama kişi hiçbir şekilde salıverilmeyecekse bunun ölüm cezasından farkı ne? Bir tarafta biyolojik ölüm diğer tarafta ise medeni ölüm. Yani ölümün iki farklı yüzü. İki tür ceza da, ister idam ister ağırlaştırılmış müebbet olsun, infazı ölümle sona ermiyor mu?
İşte tam da bu tespitin ışığında, “umut hakkı” devreye giriyor. Yani, müebbet hapis cezası hükümlüsünün bir gün salıverilme, tahliye olma umuduna ve imkanına sahip olması demek. Elbette bu umut, her hükümlünün belirli bir infaz süresini doldurduktan sonra mutlaka tahliye olacağı anlamına gelmiyor. Fakat herkesin, bu hak kapsamında, infazın belirli bir aşamasında belirli periyodlarla ve elbette usulü güvenceler dâhilinde cezasının indirilip indirilmeyeceğini bilme hakkına sahip olması gerekiyor.
Referans Karar: Vinter ve diğerleri v. Birleşik Krallık Kararı
Avrupa’da 32 ülkede müebbet hapis cezası mevcut ve belirlenen asgari infaz süresinin ardından erken tahliye de mümkün. Vinter kararının verildiği 2013’ten bugüne herhangi bir değişiklik olmadıysa eğer yalnızca 4 Avrupa ülkesinde (İzlanda, Holanda, Malta ve Ukranya) erken tahliye imkânı olmayacak şekilde müebbet hapis cezası var. Fakat hepsinde de af yoluyla cezanın indirilmesi mevcut. (Ayrıntılı bilgi için bkz: AİHM Büyük Daire, Vinter ve diğerleri v. Birleşik Krallık Kararı) Litvanya da bu beşli arasındaydı fakat sonrasında AİHM içtihatları doğrultusunda mevzuatını umut hakkı ile uyumlu bir şekilde değiştirdi. Türkiye’nin “umut hakkı” kapsamında yapacağı değişiklikler için Litvanya güzel bir örnek olabilir.
‘Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi 22 Sayılı Tavsiye Kararı’na bakalım, orda da “umut hakkı” düzenlemesi için üye devletlere bir çağrı var: “ömür boyu hapse mahkûm olanlar dâhil tüm mahkûmların, kanunen şartlı tahliyeden yararlanabilmeleri yönünde hükümetler mevzuatlarını düzenlemelidir.” Alman Federal Anayasa Mahkemesinin de, popüler deyimle “el yükselten”, 21 Haziran 1977 tarihli kararına da dikkat çekelim: “salıverilme umudu olmaksızın müebbet hapis cezası Alman Anayasası’nın 1. maddesinde korunma altına alınan insan onuruna aykırıdır.”
Elbette bu hak konuşulduğunda atlanmayacak en önemli referans karar AİHM Büyük Daire’nin 09.07.2013 tarihli ‘Vinter ve diğerleri v. Birleşik Krallık Kararı. AİHM bu kararında, indirilemez müebbet hapis cezasının, Sözleşmenin işkence yasağı başlıklı 3.maddesinin ihlali olduğu tespitini yaptı. Cezanın fiilen ve hukuken indirilebilir olması ve cezanın gözden geçirme usulünün varlığının öneminin altını çizdi ve her hükümlünün durumunun gözden geçirilmesi hakkına sahip olması gerektiğini belirtti.
AİHM sonrasında verdiği bir çok kararında da Vinter kararını referans gösterdi ve müebbet cezasının indirilebilir olmamasını, buna ilişkin belirgin bir usul bulunmamasını, mahkumların bu hakkın bulunmadığı ülkelere iade edilmesini, AİHS 3. maddesinin ihlali olarak değerlendirdi. (Bkz.: Trabelsi v. Belçika, Laszlo Magyar v. Macaristan, Murray v. Hollanda, Bodein v. Fransa, T.P ve A.T v. Macaristan, Petukhov v. Ukrayna 2, Marcello Viola v. İtalya 2, Matiosaitis ve diğerleri v. Litvanya)
Vinter Kararı’na referans veren önemli başka bir karardan da bahsederek bu faslı bitirelim. Türkiye, Almanya’da yakalanan bir vatandaşının iadesini talep etmiş ve bu kişi de “Türkiye’ye iade edilmesi durumunda ölünceye kadar devam edecek müebbet hapis cezasına çarptırılabileceği” iddiasında bulunarak anayasal şikayette bulunmuş. Alman Federal Anayasa Mahkemesi ilgili başvuruya ilişkin vermiş olduğu 16.01.2010 tarihli kararında, “her ne kadar yabancı hukuk kurallarına saygı göstermek zorunlu olsa da salıverilme ihtimali olmayan bir cezanın zalimane ve aşağılayıcı nitelik arz edip dolayısıyla Alman Anayasası’nın 1. maddesinde yer alan insan onuru kavramının gereklerine aykırı olacağı” tespitini yapıp, iade talebini kabul edilemez bulmuş.
Türkiye’de İdamın Kaldırılması ve Müebbet Cezası
Türkiye ölüm cezasını 2004 yılında istisnasız bir şekilde kaldırdı. Sonrasında da sırasıyla 4771 sayılı Kanun ile ölüm cezasının yerine müebbet ağır hapis cezasını ve bunu bir adım daha ileriye götürerek ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını getirdi. Yani özetle; öldürmek, idam etmek yerine mahkumun ömrü boyunca, tahliye olmayı ummaksızın cezaevinde ölümü bekleme usulü hayata geçirilmiş oldu. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nda da ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası, hükümlünün hayatı boyunca devam eden ve sıkı güvenlik rejimine göre infaz edilen bir ceza olarak tanımlandı. (Bkz. TCK 47 ve 48.md)
Tam da bu noktada “koşullu salıverilme”den bahsetmek gerekiyor. Ağırlaştırılmış müebbet cezasının bir tip ölüm cezası olduğu noktasındaki iddialara Hükümet, mevzuatımızda bulunan “koşullu salıverilme” ve “cumhurbaşkanlığı af” usullerinin varlığını gerekçe göstererek her daim karşı çıktı.
Nedir koşullu salıverilme? Mahkûm olduğu hürriyeti bağlayıcı cezanın kanunda belirlenen bir
kısmını iyi halli olarak geçiren bir mahkûmun, kasıtlı bir suç işlemesi yahut öngörülen yükümlülüklere uymaması durumunda geri alınabilecek bir yetkili merci kararı ile cezasının kalan kısmının cezaevlerinde değil belli bir denetim altında toplum içerisinde infaz edilmesini ve artık diğer insanlarla bir arada yaşamaya hazır olan mahkûmların
daha erkenden normal hayata dönmelerini sağlayan bir kurumdur. Buradaki en temel iki şart belirli bir infaz süresini tamamlamış olmak ve ve elbette “iyi halli” olmanızdır. (Bkz. 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun, 107. md) Peki bu erken tahliye hakkı “iyi halli” olan herkes için geçerli midir? Hayır.
Terörle Mücadele Kanunu kapsamında ya da TCK’da tanımlanan devletin güvenliğine, anayasal düzene, milli savunmaya ilişkin herhangi bir suçla suçlandıysanız koşullu salıverilme hakkından faydalanamazsınız. (Bkz. 4771 sayılı kanun 1/B-2md., 5218 sayılı kanun1/E-5md..,647 sayılı Kanun’a eklenen geçici 11.md., TMK m. 17/4, İnfaz Kanunu 107/16 md., İnfaz Kanunu geçici m.2). Belirttiğimiz bu suç tipleri “siyasal dava, düşünce suçları” gibi kategoriler altında adlandırılan bir çok davayı ve hükümlüyü içine almaktadır. Bu suçlardan müebbet hapis cezasına çarptırılan hükümlüler adli suçluların aksine ölünceye değin infazı beklemek durumundadır. Bunun tek alternatifi Cumhurbaşkanlığı af yetkisidir.
Öcalan2 v. Türkiye Kararı ve Sonrası
Abdullah Öcalan, 765 sayılı TCK’nın 125. maddesinde düzenlenen “Devletin Birliğini ve Ülkenin Bütünlüğünü Bozma” suçundan önce ölüm cezasına mahkûm oldu. Mevzuatımızda ölüm cezasının ilga edilmesiyle birlikte ölüm cezası müebbet ağır hapis cezasına çevrildi sonrasında da 14.07.2004 tarihli ve 5218 sayılı Kanun’un geçici 11. maddesi ile hükümlünün cezası ağırlaştırılmış müebbet ağır hapis cezasına dönüştürüldü.
Öcalan’ın avukatları “ müvekkillerinin indirilemez müebbet hapis cezasına mahkûm olduğu ve bu durumun AİHS m. 3 ihlaline sebebiyet verdiği” iddiasıyla AİHM’e başvurdu. Türkiye bu iddiaya “başvurucunun işlediği suçların ağırlığı ve esasen mahkûm olduğu müebbet hapis cezasının ölüm cezasının ilgası dolayısıyla bu cezanın dönüştürülmüş hali olduğunu” belirterek karşı çıktı.
İkinci Daire önüne gelen başvuruda Mahkeme, Hükümetin, başvurucunun işlediği suçların ağırlığına işaret eden savunmasına itibar etmedi. Mevzuatta bulunan Cumhurbaşkanı’nın cezayı kaldırma yetkisinin veya af uygulamasının ise salıverilme umudu olarak değerlendirilemeyeceği tespitini yaptı ve uygulanan müebbet hapis cezasının AİHS m.3 ihlali anlamına geldiğine karar verdi.
AİHM, Öcalan 2 v. Türkiye kararının ardından 2015 yılında umut hakkı bağlamında Türkiye aleyhine iki ayrı ihlal kararı daha verdi: Kaytanv.Türkiye ve Gurban v. Türkiye kararı. Her iki kararda da Mahkeme sağlık nedeniyle salıvermenin ya da AİHS m.3’e uygun salıverilme umudu olarak değerlendirilemeyeceğini ve Öcalan 2 v. Türkiye kararındaki tespitlerden ayrılmak için herhangi bir özel durum olmadığını belirterek, AİHS m. 3 ihlali kararı verdi.
Bu ihlal kararları ile birlikte Türkiye’nin umut hakkını içeren yasal düzenlemeleri hayata geçirmesi yükümlülüğü doğdu. (Bkz. AİHS m. 46- Avrupa Konseyi Statüsü m. 8). Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi 2015 yılında Türkiye’nin bu konuda yasal değişiklikler yapmasına ilişkin konuyu gündemine aldı, 2021 yılında hükümetten eylem planı sunmasını istedi. Fakat, Hükümet herhangi bir eylem planı sunmadı. En son Bakanlar Komitesi 19 Eylül 2024’de toplanıp “umut hakkı”na yönelik mevzuat değişikliklerinin yapılmamasını değerlendirdi ve Türkiye’nin Umut Hakkı’nın gereğini yerine getirmesi bakımından önümüzdeki bir yıl içinde adım atmasını aksi halde Sekretaryaya bir ara karar taslağı hazırlaması yönünde karar aldı.
Koşullu Salıverilme ve Siyasi Hükümlüler
Tüm bu anlattıklarımız doğrultusunda hukuk sistemimizde öncelikli olarak ayrımcı ve ikircikli uygulamaya son verilip koşullu salıverilme hakkının tüm hükümlülere tanınması gerekmektedir. Elbette bu usul de muhakkak ama muhakkak belirgin olmalı, değerlendirme süreleri, karar alma ve itiraz süreçleri evrensel objektif ölçülere ve adil yargılanma kriterlerine bağlanmalıdır. En önemlisi de hiçbir hükümlünün bu haktan yararlanabilmesi için siyasal düşüncelerinden pişmanlık duyması dayatılmamalıdır. Diğer tüm hükümlüler bakımından uygulanacak objektif ölçütler dışında kişilere özel yeni kriterler oluşturmak sistemin ‘hukuk’ tanımında her daim bir arıza oluşturacaktır.
Hukuki Barış
Hukukun yalnızca usulü bir araç olarak görünmesine izin verdiğinizde istendiği vakit de hukuku rafa kaldırmanın önü açılmıyor mu, ne dersiniz? Elbette siyasal meselelerin çözülmesi gerekiyor hem de hiç vakit kaybetmeden ama onun için de siyasal özgürlüklerimizi kullanabilme güvencemizin olması ve en önemlisi de ‘hukuki barış’ın sağlanması gerekmez mi?
Nedir ‘hukuki barış’? Adalet duygusunu zedeleyen ve rencide eden çifte standartlara ve dost-düşman hukuku uygulamalarına son vermek, kanunların belli bir kesime farklı uygulanması durumunu ortadan kaldırmak. Barışa giden bu ilk adımları attığımızda ve hukuk devletini adalet, eşitlik, insan hakları prensiplerini içerecek biçimde yorumladığımızda siyasete de özgürlüğünü ve sorunları çözebilme gücünü vereceğiz. Yoksa her seferinde hukukun teknik kısmına sıkışıp siyasal alanı bu dar alana hapsetmeye ve çözülemeyen sorunlarla yaşamaya devam edeceğiz.