“Türkiye’de başkanlık rejimi çok kritik ve acil bir ihtiyaç değildir. Yani, “başkanlık rejimi gelmez ise ülke yönetilemez durumdadır” diyemeyiz.”
Anayasa Uzlaşma Komisyonu TBMM Başkanı Kahraman başkanlığında bugün ilk kez toplantısını yaptı. İlk toplantıda çalışma usul ve esasları, çalışma süresi ve yöntemi tartışıldı.
2013 yılında yine anayasa komisyonu kurulmuş ama mutabakat sağlanmamıştı. 25 Aralık 2013 tarihinde muhalefet partileri, toplantılara mazeretsiz 3 kez katılmayan AKP’li üyeler için tutanak tutmuş ve komisyonun dağılması resmileşmişti.
Yeni komisyonda 2013’te yaşananlara benzer bir süreç bekleneyor çünkü anayasa değişikliği için bir partinin 360 sandalyeye ihtiyacı var, referandum için ise 330. TBMM’de 317 sandalyesi olan AKP’nin, oy kullanma imkanı bulunmayan Meclis Başkanı da hesaba katıldığında anayasa değişikliğini tek başına referanduma götürebilmek için 14 sandalye eksiği bulunuyor.
Yeni anayasa gerekli mi? Komisyondan uzlaşma çıkar mı?Anayasal sorunlar nelerdir sorularını Maramara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Anayasa ve insan hakları alnında çalışan Dr. Tolga Şirin’e sorduk.
Anayasa Uzlaşma Komisyonu’ndan yeni bir anayasa çıkar mı?
Şuradan başlayalım. Anayasalar, “uzlaşıdan” önce “iktidarı sınırlandırmak” için yazılır. Uzlaşıyı, iktidarı nasıl sınırlandıracağınız konusunda ararsınız. Hâlihazırda iktidarı sınırlandırmak için ne konuşuluyor, ne öneriliyor? Benim okuduğum, gördüğüm şey “iktidarı nasıl güçlendiririz” sorusuna yanıt arandığı. Uzlaşma komisyonu kurulmuş olabilir ama anayasalcılığın temel telosuna uygun ilerlemiyor bu süreç.
Bana göre bu Komisyon’dan uzlaşma çıkmayacağı gibi, ülkede yeni anayasa oluşturacak koşullar da yok. Çünkü ülkede fiilen bir meşruluk krizi var. Mevcut anayasaya uygun hareket edilmiyor. Mevcut anayasa iyi ya da kötü; ama ona uygun davranmak durumundasınız. Anayasadaki temel hak ve özgürlük hükümlerine uygun davranılmıyor.
Diyarbakır’da, Suruç’ta, Ankara’da, Sultanahmet’te bombalar patladı, insanlar öldü; fakat etkili bir soruşturma hala ne yazık ki yok. Sur’da, Cizre’de yaralılar var; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi geçici tedbir kararı veriyor. Mesela Hüseyin Paksoy kararı; fakat karar yerine getirilmiyor. Oysa bunlar, anayasanın getirdiği birer zorunluluk. Zaten öyle bir aşamaya gelindi ki yargı kararlarının veya mevzuatın uygulanmaması gerektiği, bizzat devlet yetkilileri tarafından açıkça söylenebiliyor. Yaşananlara karşı akademisyenler bir kelam edecek oluyor, yetkililerce hedef gösteriliyorlar. Gazeteciler bir şey yazacak oluyorlar, hapse atılıyorlar. Cumhurbaşkanına herhangi bir şey söylenecek olduğunda, kolaylıkla hakaret davası açılıyor. Dolayısıyla fiilen ifade özgürlüğü gerektiği gibi kullanılamıyor, aksine ifade özgürlüğü boğuluyor. Şu anda da olduğu gibi oto-sansür devreye giriyor.
Peki, ifade özgürlüğü kolektif olarak kullanılabiliyor mu? Ona da hayır! Bunu ben söylemiyorum AİHM söylüyor. Mahkeme son kararlarında 46. madde hükmünü uyguladı ve özetle dedi ki “Türkiye’de gösteri yürüyüşü özgürlüğü, münferit olarak değil kategorik olarak kullanılamamaktadır”. Bu çok ağır bir tespittir. İstanbul valiliği dün açıklama yaptı, 1 Mayıs’ta yine Taksim’e izin verilmeyecek şeklinde… Ne diyor aslında Valilik makamı? İHAM’in DİSK ve KESK kararını uygulamayacağız diyor.
İlginçtir, “din özgürlüğü”ne çok atıf yapılıyor ama Türkiye, AİHS’in din özgürlüğünü düzenleyen 9. maddesiyle ilgili verdiği kararlardan hiçbirini yerine getirilmemiş durumda. Cemevlerinin tanınması kararı, zorunlu din dersinin kaldırılması kararı, vicdani ret hakkı kararı, nüfus cüzdanındaki din hanesinin kaldırılması kararı yerine getirilmedi. Dolayısıyla din özgürlüğü de kategorik olarak uygulanmıyor.
Mahkemelerin bağımsızlığı tarafsızlığı, malumunuz, öteden beri tartışmalı; fakat artık iyi veya kötü mahkeme kararları dahi uygulanmıyor. Özellikle idari yargının etkisi zayıflatılıyor. Dolayısıyla adil yargılanma hakkına saygı gösterilmiyor. Bilakis, erkler ayrılığı yerine erkler uyumu, erkler birliği gibi söylemler öne çıkartılıyor.
Sonuç itibariyle mevcut anayasanın temel haklarla ilgili olan hiç bir hükmü gerektiği gibi uygulanmıyor. Anayasaya ve yapılan anayasa değişikliklerine uygun yasalar da bir türlü çıkarılmıyor. Bu nedenle bir meşruluk sorunu ile karşı karşıyayız. Bunların olmadığı ortamda uzlaşı nasıl mümkün olabilir?
Son araştırmalar da gösteriyor ki neredeyse hiçbir konuda toplumda uzlaşı yok; hatta bilakis kutuplaşma artmış durumda. Parlamenter rejimlerde, böyle zamanlarda kutuplaşmayı yumuşatacak anayasal değerleri hatırlatacak özne Cumhurbaşkanıdır. Anayasal değerleri hatırlatır. Gerilimi azaltır. Fakat bu mümkün mü? Herkes samimiyetle bu sorunun yanıtını kendine vermeli bence.
Yeni anayasa hazırlığı için katılım araçları var mı?
Yeni bir anayasanın gereğince konuşulması için demokrasinin, en önce de parti içi demokrasinin olması gerekir. Var mı Türkiye’deki partilerde bu? Yok! Lider sultası ve biat kültürü var onun yerine. Güçlü bir sivil toplum desteği gerekir mesela. “Destekçi sivil toplum kuruluşları”ndan bahsediliyor sık sık… Gerçekte olması gereken bunların “hükümet dışı örgütlenme” niteliği taşımasıdır. Bugün anayasa için görüşüldüğü, taleplerinin dinlendiği söylenen STK’lar gerçekten de “hükümet dışı örgütlenmedir” diyebiliyor muyuz? Yanıt çok açık.
Bunun dışında karar alma ve siyasal katılma süreçleri de tıkalı durumda. Örneğin seçim sistemimizde yüzde 10 barajı hala yerinde duruyor. Asgari bir demokrasi için gerekli koşulları zedeleyen bir uygulama bu. Siyasi partiler ile tikel talepler her zaman örtüşmeyebilir. Bu bağlamda gerçek bir katılım aracının olmadığını söyleyebiliriz.
Anayasa çıkar mı, her şeye rağmen?
Uzlaşı çıkmazsa, teknik olarak anayasa da çıkmaz. Buna rağmen deniliyor ki ne pahasına olursa olsun darbe anayasasından kurtulacağız. Bu noktada şunu da söylemek lazım: Bir defa, bu anayasa, 12 Eylül anayasası değildir artık. Bazı izleri olabilir ama aynı anayasadan bahsetmiyoruz. Anayasa o kadar çok değişti ki. 1987, 1993, 1995, 1999, 2001, 2002, 2004, 2005, 2006, 2007, 2008, 2010 ve 2011’de değişti. Öyle küçük dokunuşlar da değildi bunlar; ciddi değişiklikler oldu. Büyük kısmı Avrupa Birliği’ne uyum için yapıldı, bazıları sistemin sıkıştığı noktalarda krizleri aşmak için yapıldı. Dolayısıyla bu anayasaya artık basit bir indirgemecilikle “12 Eylül anayasasıdır” denilemez. Meseleye buradan bakıldığında “asker anayasasını bırakıp sivil anayasa yapacağız” söylemi çok doğru değil. Evet, gerçekten de bu anayasada değişecek bir şeyler vardı, ama özellikle hak ve özgürlüklerle ilgili alanlarda bunlar değiştirildi zaten. Fakat bu olumlu değişiklilere uygun kanunlar, parlamento tarafından bir türlü gerektiği gibi çıkartılamadı. Bence asıl önceliğimiz bu olmalıdır. Zira mevcut Anayasa, kural olarak hak ve özgürlüklerin gelişmesi konusunda bir engel yaratmıyor.
12 Eylül’den kalan hiçbir şey yok mu?
Şüphesiz var. Mesela çok güçlü bir yürütme, yürütme içinde öne çıkan cumhurbaşkanı yetkileri, rektörlük seçimlerine müdahaleler, yargı denetiminden kaçırılan alanlar, kanun hükmünde kararnameler rejimi gibi… Zaten tam da bu noktalardan hareketle Kenan Evren anayasası deniyordu anayasaya. Paradoksal olan şu ki anayasayı değiştirmek isteyen ve bu anayasanın 12 Eylül anayasası olduğunu vurgulayanlar, bu noktalardan hiç rahatsız olmuyorlar. Oysa bunlara dokunmayacaksanız yeni bir anayasa istemenin veya darbe anayasasından kurtulma söyleminin bir anlamı kalmaz.
Kürt sorunu için değişiklik gerekir mi?
Kürt sorununu esaslı bir şekilde çözmek istiyorsanız, bu meseleyle ilgili kritik noktalarda değişikliğe gidilmesi gerekebilir. Ama sorunu, yorum yoluyla da aşabilirsiniz. Almanların “anayasa değişikliği” kelimesinden başka bir de “anayasal dönüşüm” diye bir kavramları vardır. Metin aynı kalmasına rağmen, bu metnin yorumunda ve uygulamasında yeni koşullara göre uyarlama yapabilirsiniz. Ama Kürt sorunu, gerçekten yeni bir sayfa açılarak çözülmek isteniyor mu? Eğer yanıt evetse bunca insan neden yeniden ölüyor, neden 1990’lı yılları yeniden yaşıyoruz?
Başkanlık sistemini getirmek için mi yapılıyor bu görüşmeler?
Gündemde tutalım bu meseleyi şeklinde bir kaygı olabilir tabii ki. Komisyon’un varlığı kamuoyunun da konuya olan ilgisini canlı tutuyor. Özellikle basında, başkanlık sistemiyle ilgili son derece ağır bilgi kirliliği var. Yanlış bilgileri arka arkaya tekrar ettiğinizde insanlar doğru sanıyor.
Başkanlık sistemini tekrar tekrar konuşturalım, buradan bir şekilde sistem değişikliğine doğru gidelim mi demek isteniyor acaba?
Açık ki Cumhurbaşkanı, başkanlık sistemini istiyor. Hükümet partisi de sanırım kendisini ona paralel hareket etmek durumunda hissediyor. Fakat hükümet partisinin anayasal olarak yapabilecekleri sınırlı, zira anayasa değişikliği için yeterli çoğunluk mevcut değil. Şimdilik yapılabilecek tek şey, bu konuyu gündemde tutamak olabilir. Konjonktür değişirse, farklı da davranılabilir. Ayrıyeten, hatırlayacak olursak eski anayasa komisyonu, iktidar partisi milletvekillerinin mazeretsiz devamsızlığı nedeniyle düşmüştü.
Referanduma götürme gibi bir durum var mı?
Referandum için 330 milletvekilinin lehe oy vermesi gerekir. Şu anda böyle bir yetersayı yok. Bu olmayacağı anlamına geliyor mu? Geçmişteki Güneş Oteli Vakası’ndaki gibi bazı vekiller transfer edilebilir veya bu komisyonda bir şekilde bazı vekiller ikna olursa, 330 milletvekiline ulaşılabilir tabii ki.
Cumhurbaşkanı başkanlık sistemi için sahaya indi deniyor. Referanduma yönelik bir hazırlık diye değerlendiriliyor. Bu konuda ne dersiniz?
Anayasa, Cumhurbaşkanlığı makamını siyasetlerüstü bir yerde düzenlemeye çalışmıştır. Cumhurbaşkanı’nın tarafsızlığını zedeleyecek türden siyasetin parçası olmayacağı varsayılır. 2006 değişikliğinden önce, halk tarafından seçilme getirildiğinde, uzmanlar bu makamın kaçınılmaz olarak politikleşeceği uyarısını yapılmışlardı. O zaman bu uyarılar göz ardı edilmişti, şimdi de dikkat çekilen noktalar var. Umarız dikkate alınır.
Peki, zaten yarı ya da gizli başkanlık sistemi uygulanıyor yorumlarına dersiniz? Aslen ülkeyi Erdoğan’ın yönettiği anlamında yapılıyor bu yorumlar…
Yarı başkanlık diyelim biz. Böyle görünüyor. “Gizli başkanlık sistemi” gibi bir şey, anayasal düzende olmaz. Anayasa’dan kaynaklanmayan fiili bir yetki kullanımının literatürdeki adı darbedir. Fakat bu düzeyde ağır bir ihlali yargısal açıdan iddia eden bir kişinin, elinde güçlü delillerinin olması gerekir. Aksi halde bir değer yargısıdır bu.
Bugün ilk toplantı yapıldı TBMM Başkanı açılış konuşmasında Türkiye’nin sorunlarının çözümü için yeni anayasa yapmak istediklerini söyledi. Bu açıklama nasıl yorumlanabilir?
Türkiye’de başkanlık rejimi çok kritik ve acil bir ihtiyaç değildir. Yani, “başkanlık rejimi gelmez ise ülke yönetilemez durumdadır” diyemeyiz. Ülkedeki sorunların da Anayasa’dan kaynaklandığını söyleyemeyiz. Mesela şu anda insanlarımız ölüyor; ölenler, bu anayasadan dolayı ölmüyorlar. Gazeteciler bu anayasadan dolayı hapse atılmış değiller veya dışarıya çıkacaklarsa da anayasa sayesinde çıkmayacaklar. Yani anayasayı her türlü sorunun kaynağıymış gibi göstermek dezenformasyon gibi geliyor bana. Ülke olarak en önce aklıselime ve sağduyuya ihtiyacımız var? (HK)
Haluk Kalafat
ODTÜ, Siyaset Bilimi mezunu. Üniversite yıllarında Abra ve Patika adlı dergilerin yayınlanma süreçlerinde yer aldı. Bir süre Sol Yayınları’nda editörlük yaptı. Gazeteciliğe GazetePazar’da başladı; ardından Hürriyet gazetesinde çalıştı. Daha sonra Habertürk – Yarın gazetesi, Picus Edebiyat Dergisi’nde, Sabah ve Habertürk dergi gruplarında çeşitli dergilerde çalıştı. 2011’de bugüne Bianet haber sitesinde çalışıyor.
-Bu yazı 04.02.2016 tarihinde Bianet.org sitesinde yayımlanmıştır.