Halk nezdinde ciddi itibar sorunları ile yüz yüze kaldıklarını saklamak geldiğimiz noktada gereksiz ve saçmadır. Artık çok açıktır ki Türkiye’nin siyaset ve iktidar krizi kadar kurumlar krizi de vardır ve YSK’ya karşı adil bir karar ve kurum faaliyeti talep etmek hepimizin hakkı olduğu gibi vazifesidir.

Türkiye halkının seçim geleneği güçlü olmasına karşılık kurumsal düzeyde aynı hükme varmamız hiç mümkün değildir. Yüksek Seçim Kurulu, Türkiye’de seçimlerin hukuki ve kurumsal garantörü olarak kurulmuş, Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere yargı ve diğer devlet kurumlarına nazaran orta düzeyde bir hukuksal ve kurumsal güvenlik üretmeyi bile başaramamıştır. Seçimler, halkın doğrudan katılımı nedeniyle yerel düzeyde dayanıklılık arz etmiş, buna karşılık merkezi düzeyde zayıf ve dayanıksız kalmıştır. Seçim kurullarının politik çatışmaların derinleştiği bazı noktalarda aldığı tutum nedeniyle halkın adalet isyanının da hedefi haline geldiği dönemler olmuştur. 1957 Gaziantep Belediye Seçimi ve önce radyodan DP’nin zaferinin erken ilan edilmesi, arkasından CHP’nin kazandığının belirlenmesi, devamında DP’nin köylerden gelen sandıklar neticesinde kazandığının ilan edilmesinin nihayetinde Antep Adliyesi’nin oy pusulaları ile birlikte yangında kül olması, Antep halkında büyük bir infiale yol açmış, DP hükümeti muhalifleri, hem de Kayseri’ye naklederek yargı yoluyla bastırma yoluna gitmişti. Yüksek Seçim Kurulu ve seçim kurullarının politik çatışmalar içinde hukuku çiğnediği, tarafgir davrandığı daha başka bir çok örneğe de rastlanır.

Gelelim bugünün krizine. İçinde bulunduğumuz “devlet krizi”, Yüksek Seçim Kurulu’nun bu tür derin bunalım dönemlerinde dayanıklı bir gelenek üretemediğini bir kez daha ortayı çıkardığı gibi geldiğimiz aşamada tam bir iflas ile karşı karşıya bulunduğumuzu gözler önüne sermiş oldu.

Bu itibarla güncel siyasi krizin Yüksek Seçim Kurulu merkezli olmasına hiç şaşırmamak gereklidir. Halkın seçimlerdeki dinamizmi ile Yüksek Seçim Kurulu’nun kurumsal yetersizlik ve beceriksizliği arasındaki derin gerilim bizi tam da beklendiği üzere bu noktaya getirmiştir. Şimdi Yüksek Seçim Kurulu’nun karar ve uygulamalarının halkın temsil talebi ile olan çelişkilerine ve dahi YSK’nın yapısal sorunlarına teker teker bakalım:

1- İlk olarak Yüksek Seçim Kurulu, referandum tartışmaları nezdinde yaptığı hukuki yorum ile “seçim yapmak” ile “seçmek” arasındaki siyasi hukuki farkı yok etmiş, Seçimleri sadece bir “tercih” olarak tasnif ettiğini göstermiştir. Oysa Taha Parla hocanın yıllar öncesinde pek güzel tespit ettiği üzere “seçim yapmak” başkadır “seçmek” bir başka şeydir. Seçim, belirli hukuki ve siyasi şartları gerektirir. Serbest ve özgür bir tartışma ve rekabet ortamı siyasi şartları oluştururken seçimlerin usulî ve biçimsel gereklilikleri ise hukuki şartları oluşturur. Serbest ve özgür bir tartışma ve çekişme ortamı yok ise yapılan şey bir “seçim” değil sadece “seçmek” olacaktır. Usulsüzlüklerin önlenmesi için getirilen mühürlü zarf ve pusulanın bulunmaması ise seçimin hukuki şartlarının yok edilmesi ve sadece “tercih”e indirgenmesi anlamına gelecektir. Yüksek Seçim Kurulu’nun bu tavrı ve kararı zaten siyasi garantileri bulunmayan seçimleri hukuki garantilerinden de yoksun bırakmıştır. Diğer yandan ise zarf ve pusulalardaki mühür şartı bir seçim oyunu kuralıdır. Eğer oyunun kuralını değiştirirseniz halkın seçime yönelik ciddi bir güvensizliği yükselecektir kaçınılmaz olarak. Başka deyişle mühürsüz olduğu var sayılan 2,5 milyon seçmenin çıkarı değil bütün seçmenlerinin çıkarı ile ilgili bir sorun vardır ortada ve öncelikle bu genel çıkar korunmalıdır. Bu itibarla YSK kararı ile seçimler kural ve usulünden, ilke ve esaslarından hukuken de soyutlanmıştır. Artık YSK kararı nedeniyle Türkiye’deki seçimler hukuki zeminini yitirmiş bulunmaktadır.

2- Yüksek Seçim Kurulu, hukuki kurum ve kuralları da o kurum ve kuralların amaçları aleyhine yorumlayarak olağanüstü bir politik seçicilik örneği göstermiştir. Örneğin mühürsüz oy pusulaları ve zarfların geçerli olarak kabul edilmesine gerekçe yaptığı AİHS’nin Ek 1 nolu Protokolü’nün 3. maddesi, bir çok anayasa uzmanınca referandum için değil parlamento seçimleri için geçerli olduğu ortaya konulmasına rağmen referandum için uyguladığı gibi en son vermiş olduğu “Tam kanunsuzluk yoktur” kararı da yine aynı şekilde “milletvekili seçilme yeterlilikleri”ne ilişkindir. “Tam kanunsuzluk yoktur” kararında da YSK bir kez daha milletvekili seçimi ile referandumu birbirine karıştırmıştır. Anayasanın 76. maddesindeki yaş, eğitim, kısıtlama, sicil vb. gibi kayıtlar YSK’nın geçmiş kararlarında “tam kanunsuzluk halleri” olarak nitelenmiştir. Referandum gündemli bir başvuru da zaten bu anlamda bir kanunsuzluk olduğu düşünülemez. “Tam kanunsuzluk” formülasyonu, YSK’nın seçimlerdeki denetim yetkisini geçmişe doğru taşımak için ürettiği bir hukuki yorum çerçevesidir. Burada ise henüz sonuçları açıklanmamış ve itirazları devam eden bir referandum süreci söz konusudur. Hadi YSK’nın seçimlerin teknik ve siyasal şartlarına ilişkin AİHS’nin Ek 1 Nolu Protokolü’nün 3. maddesinin daha geniş biçimlerde yorumlanması gerektiğini düşünelim. Ki bizce bu da meşrudur. Bu taktirde bir noktanın altını çizmek gereklidir. YSK, bugüne kadar halkın seçme iradesinin önündeki engellerin kaldırılması konusunda ne yapmıştır? Halkın gerçek iradesinin tecelli etmesi için gerekli çalışmaları yapmış mıdır? 7 Haziran 2015 seçimlerinde 1 milyon 600 bin civarında, 1 Kasım 2015 seçimlerinde ise 1 milyon 300 bin civarında bir geçersiz oy kullanıldığı bilinmektedir. Bu çok yüksek bir sayıdır. Buna karşılık sandık kurullarının ve diğer görevlilerinin eğitilmesine ilişkin YSK ne yapmıştır? Hiçbir şey. Bu sayıda bir geçersiz oyun en önemli sebebi YSK’nın hazırlıksızlığı ve yetersizliğidir. Yine referandumda da hiçbir ciddi hazırlık olmaksızın seçim tarihi belirlenmiş ve hiçbir hazırlık yapılmaksızın seçime gidilmiş, YSK buna ilişkin tek bir şerh dahi düşmemiştir.

3- Bir başka nokta ise şudur: Yüksek Seçim Kurulu, kendi hukuki yorumlarını savunurken başka iç çelişkiler de üretmiştir. Yüksek Seçim Kurulu, kararının bir anında şöyle ifadede bulunmaktadır: “Yüksek Kurul tarafından gönderildiğinde kuşku bulunmayan hallerde sandık kurullarının hata veya ihmali sonucu mühürlenmeyen oy zarfı ve oy pusulası ile seçmene kullandırılan oyların geçerli olduğu kabul edilmiştir” Burada açık biçimde şu söylenmektedir: Oy pusulaları ve zarfların YSK tarafından gönderilen filigranlı pusulalar olup olmadığından emin olmak gerekir! Peki şu halde oy pusulaları ve zarfların Yüksek Kurul tarafından gönderilip gönderilmediğine ilişkin “kuşku”nun giderilmesi gerekmeyecek midir? Bu nasıl yapılacaktır? Mühür şartını kaldırdığınızda geriye kalan oy pusulası ve zarfların YSK’nın filigranlı pusula ve zarflar olduğunu denetlemek gerekmeyecek midir? Bunu kim yapacaktır? Seçim kurulları mı? Yoksa yargı organları mı? Bu da YSK kararlarının ne kadar iç tutarlılıktan yoksun olduğunu gösteren bir başka noktayı teşkil etmektedir.

4- Ve bir başka noktayı da ifade etmek gerekir ki Yüksek Seçim Kurulu’nun “Mühürsüz zarf ve pusulaların geçerli kabul edilmesi” ve “tam kanunsuzluk yoktur” kararları, Türkiye’nin ordu ve yargı geleneğinden çok iyi bildiğimiz üzere birer “kurum” olmaktan çıkıp bir “siyasi sınıf” olarak “siyasi başarı”ya nezaret etme çabasına delalet etmektedir. Bu durum, kuşkusuz ki bir kurumun bir siyasi güç ve irade rolüne soyunması demektir. Buna karşılık, böyle bir iddiayı besleyebilecek bir entelektüel kapasite ise maalesef YSK’da ve geleneğinde bulunmamaktadır. Yaşadığımız ciddi seçim tecrübesindeki trajediyi komediye doğru taşıyan nokta ise burasıdır.

Ve son olarak şunu söylemek geldiğimiz noktada boynumuzun borcudur: Kurumları “ele geçirme” konusu haline getirirseniz o kurumlar “elinize geçebilir”. Ama sadece “elinize geçer”. Ama itibar üretmez! 1926 İstanbul Barosu geriliminden bu yana Türkiye’nin hukuk ve yargı kurumları hep “ele geçirme” konusu olarak kalmış, Yüksek Seçim Kurulu da bundan münezzeh olmamıştır. Fakat halk nezdinde ciddi itibar sorunları ile yüz yüze kaldıklarını saklamak geldiğimiz noktada gereksiz ve saçmadır. Artık çok açıktır ki Türkiye’nin siyaset ve iktidar krizi kadar kurumlar krizi de vardır ve YSK’ya karşı adil bir karar ve kurum faaliyeti talep etmek hepimizin hakkı olduğu gibi vazifesidir.

  • Bu yazı Gazete Duvar’da yayımlanmıştır.