[ Söyleşi: Ümit Altaş ]
Yine bir seçim dönemi yaklaştı ve bilindik tartışmalar başladı. Fakat bu dönem diğer seçim dönemlerinden farklı olarak daha fazla seçim mevzuatı konuşur olduk. Bunun nedeni elbette son dakikada Yüksek Seçim Kurulu (YSK) tarafından alınan yasak kararları. Biz de bu vesileyle seçim mevzuatına ilişkin çalışmalarıyla tanıdığımız Doç. Dr. Levent Gönenç’e teybimizi uzattık

Seçme Seçİlme Hakkı, Yasalardakİ Çelİşkİler 

Türkiye’de seçimlere ilişkin yasal düzenlemeler nelerdir?
Seçimlere ilişkin en temel düzenleme Anayasa’da yer alan hükümlerdir. 1982  Anayasası Türkiye Cumhuriyetini demokratik bir devlet olarak tanımlıyor. Demokratik devletin en önemli koşularından biri de belli aralıklarla seçimlerin serbest ve adil bir şekilde yapılmasıdır. İşte Anayasa bu temel çerçeveyi çiziyor.
Bu temel çerçeve çizilirken olayın bir de temel hak ve özgürlükler kısmı, seçme seçilme hakları var, bunu da Anayasa düzenliyor. Bunun dışında  seçimlerin yönetimi ve denetimini de düzenliyor. Bunu yaparken tepede Yüksek Seçim Kurulu (YSK) ve altında il seçim kurulları, ilçe seçim kurulları ve sandık kurullarından oluşan bir yapı kuruyor.
Anayasa’daki bu düzenlemelerle  bağlantılı olarak bir takım yasalar da var.  Bu yasaların en başında 298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun geliyor. Bütün seçim sürecinin çerçevesi bu kanunla çiziliyor. Bunun dışında Milletvekili Seçimi  Kanunu ve Siyasi Partiler Kanunu var.
Bunların hepsi bir bütün olarak bizim seçim mevzuatımızı oluşturuyor. Bununla da bitmiyor, bizim seçim mevzuatı deyince anladığımız bir başka önemli kaynak da YSK içtihatlarıdır.  Bu bağlamda YSK’nın ilke kararlarını da ayrıca saymamız gerekir.  Bu kararlar seçim sürecinin nasıl işleyeceğine dair  genel kuralları ortaya koyuyor. Bu saydıklarımın tümünü bir araya getirdiğinizde bizim seçim mevzuatımız ortaya çıkıyor.
Bu oldukça karmaşık ve birbiriyle bağlantılı unsurlar içeren bir bütün. Maalasef  seçim mevzuatı Türkiye’de çok da fazla üzerinde durulmayan, seçimden seçime aklımıza gelen fakat aslında çok önemli bir alan. Çok şikayet edilmesine rağmen yeterince çalışılmayan bir alan da aynı zamanda.    
1995 sonrasında, seçimlere ilişkin mevzuat da dahil olmak üzere bir çok yasada değişiklikler yapılırken, bağlantılı olabilecek bir takım yasalar ise değiştirilmeden mevcut hallerini korudular. Bu durum seçim ve siyasi partilere ilişkin mevzuatta çelişki ve tutarsızlıkları da beraberinde getirdi sanki…
Kuşkusuz bir tutarsızlık var. Fakat  bu yalnızca bizim seçim mevzuatımıza ilişkin bir durum da değil. Genel olarak hukuk sistemimiz birbirleriyle çok çelişkili bir çok düzenleme içeriyor. Zaman zaman bunları yorumlamak biz hukukçular için bile çok güç bir hal alıyor. Onun dışında Ceza, Medeni, Ticaret gibi çok temel yasaların tümüyle değiştiriliyor  olması sistemde bununla bağlantılı diğer düzenlemelerin de yeniden yazılmasını gerektiriyor fakat bu yapılmıyor. Bizim hukuk sistemimiz yamalı bohça gibi.
Seçim mevzuatı açısından en önemli sorun anayasadaki düzenlemelerle yeni Türk Ceza Kanununu (TCK) arasında ortaya çıkan çelişkiler. Bu, özellikle seçme ve seçilme yeterliliğine ilişkin düzenlemelerde göze çarpyor. Seçme ve seçilme yeterliliğine ilişkin ayrıntılara bakacağımız yer esas olarak TCK’dır. Yeni TCK 2005’te yürürlüğe girdi. Yeni TCK kaleme alınırken, Anayasa’da onunla bağlantılı olan hükümler hiç düşünülmedi.
 
Hangi hükümler?
Basit bir örnek. Anayasamızda seçilme yeterliliği düzenlenirken en az ilkokul mezunu olmak deniyor. İlkokul kaldı mı? Elbette biz bu maddeyi uygularken veya yorumlarken “ilkokul” ibaresini “ilköğretim” olarak anlamalıyız fakat bu lafzı değiştirmek ve günümüze uyumlu hale getirmek bu kadar zor mu?
En son 2010 Anayasa değişikliği yapıldı. O arada bu basit teknik düzenlemeyi yapmak çok mu zor? Bir başka örnek vereyim. Anayasamızda yine seçilme yeterliliği ile ilgili olarak, süresi ne olursa olsun ağır hapis cezasına hüküm giymiş olanlar seçilme yeterliliğini kaybediyor. Fakat Yeni TCK’da artık “hafif hapis cezası-hapis cezası-ağır hapis cezası” şeklide bir ayrım yok. Şimdi biz Anayasa’nın bu hükmünü nasıl anlayacağız ? Anayasa’da bu değişiklikler yapılmadığı için ciddi sorunlar ortaya çıkabiliyor. Madem siz bu temel yasalarla yeni bir sistem getiryorsunuz, o zaman onunla bağlantılı tüm yasalarda ve Anayasa’da da gerekli düzenlemeleri yapmak zorundasınız.
Türkiye’de Anayasa ile yasalar arasındaki bu uyumsuzluklar ya da Anayasa’da yer alan hükümleri somutlaştırması gereken yasalardaki bu  bulanıklıklar çok ciddi bir şekilde  hukuk sistemimizi krize sokuyor.
 
Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK), bağımsız adayların bir kısmının “kamu hizmetlerinden yasaklı oldukları” gerekçesiyle adaylıklarını kabul etmemesi kararında olduğu gibi mi? Bu da mevzuattaki çelişki ve tutarsızlıklardan mı kaynaklandı?  
YSK’nın bu kararı ile bağlantılı olarak öncelikle eleştirmemiz gereken başka bir konu var: Biz YSK’nın kişilere ilişkin vermiş olduğu, özellikle seçilme yeterliliğiyle ilgili kararlarını bilmiyoruz, öğrenemiyoruz. Çünkü YSK bu kararlarını yayımlamıyor.
Bu son kararı da gazetecilerin ulaştığı bilgilerden yola çıkarak değerlendirmeye çalıştık. Bu ciddi sıkıntılı bir durum. Çünkü kararın gerekçesi nedir, neye dayanmış? Bu bilgileri öğrenemiyorsunuz. Medyayı takip ettiğimde aynı karar için üç farklı gerekçeye dayanıldığına ilişkin farklı haberler gördüm. Şimdi bu ciddi bir sorun.
Kararların kişiye yönelik olması ve seçilme yeterliliğine engel durumun kişinin özel hayatının bir parçası olması nedeniyle bir bakıma bu kararlara ulaşılmamasının haklı olduğu düşünülebilir. Fakat bu kadar kamuya mal olmuş meselelerde YSK’nın en azından niye bu kararı verdiğini bir bilgi notu olarak kendi sitesinde yayımlaması gerekir. Bunu yapması da lazım. Çünkü bu kararlar bir emsal oluşturacak ve insanlar da buna göre yollarını ve yöntemleri oluşturacaklar. YSK’nın  Recep Tayyip Erdoğan hakkında 2002’de verdiği karar yayımlanmadı. Çok büyük bir eksikliktir. Sonra YSK da çalışmış ve o kararları biriktirmiş hakimler emekli olduktan sonra derlemeler içinde o kararlara yer verdiler ve bizler ancak oradan okuyabildik. Böyle olmaması lazım. Bu eleştirdiğim bir noktadır.
 
Bağımsız adaylara ilişkin karara gelirsek…
Son kararla ilgili olarak, ilkin şu şerhi koymam gerekiyor: Kararı okumadığımdan YSK’nın kararını neye dayandırdığını bilemiyorum. Ben size kurumsal açıdan, mevzuattaki durum açısından bildiğimi söyleyeyim.
Yeni TCK’da artık ömür boyu kamu hizmetlerinden yasaklı olmak diye bir şey söz konusu değil. Yani yeni bir sistem getirildi. Yasaklılık yalnızca hapis cezası süresince geçerli. Eski TCK’da böyle değildi. Hapis cezasının süresi dışında da kamu hizmetlerinden yasaklı olma durumu getirilebiliyordu ve bu durumda seçilme yeterliliğine ilişkin memnu hakların iadesi talebinde bulunulması gerekiyordu. Memnu hakların iadesine mahkeme tarafından karar verildiğinde seçilme yeterliği tekrar kazanılıyordu. YSK’nın da bu doğrultuda bir çok kararı mevcut.
Yeni TCK’da böyle bir düzenleme olmadığı için artık memnu hakların iadesi için bir karar alınmasına gerek bulunmamakta. Çünkü sistem tamamıyla değişti. Fakat 2005 yılında yürürlüğe giren Adli Sicil Kanunun 13/A istisnai bir düzenleme getiriyor. Eski TCK zamanında kesinleşin hak mahrumiyetleri için memnu hakların iadesi yoluyla mağduriyetin giderilmesine imkan tanıyor. Yani TCK değişikliğinden önceki durumlar için böyle bir yol getirilerek mağduriyet giderilmeye çalışılıyor. Fakat hemen işaret etmek gerekir ki, memnu hakların iadesi (yasaklanmış hakların geri verilmesi) yoluyla ancak seçme hakkına ilişkin ehliyetsizlikler ortadan kaldırılabiliyor. Çünkü bu kanunun bir de Geçici 2. maddesi var. Bu madde seçilme hakkı ile ilgili farklı bir düzenleme öngörüyor. Özellikle Anayasa’nın 76. maddesine gönderme yaparak diyor ki: bu bağlamdaki hak mahrumiyetleri için böyle bir yol da söz konusu değildir. Kitabıma atıf yaparak söyleyeyim. Benim yorumuma göre; milletvekili seçilmek isteyen kişinin 2005’ten önce kesinleşmiş bir hak mahrumiyeti varsa memnu hakların iadesi belgesini getirse bile milletvekili seçilmesi mümkün değil. 1 Haziran 2005 tarihinden önce, yani Adli Sicil Kanunu yürürlüğe girmeden önce kamu hizmetinden yasaklanan bir kişinin eskiden olduğu gibi bugün de milletvekili seçilme şansı yok. Kuşkusuz böyle bir sonuç, kanun koyucunun Yeni TCK’yla getirdiği “ömür boyu hak mahrumiyetlerinin kaldırılması” amacına ters düşer. Fakat kanun koyucu Adli Sicil Kanunu’nda milletvekili seçilme şartlarını diğer hak mahrumiyetlerinden ayırarak bu konuya özel bir düzenleme getirmiş. Mevzuat bu, üzgünüm ama bu.
Bu arada hemen belirteyim, AYM söz konusu Geçici 2. maddeyi bu yılın başında iptal etti ve karar Nisan ayında Resmi Gazete’de yayımlandı. Ancak AYM kararın Resmi Gazete’de yayımlandıktan bir yıl sonra yürürlüğe gireceğine hükmettiğinden bu seçimlerde uygulanma imkanı yok. Ama bu demektir ki gelecek seçimlerde biraz önce tartıştığımız sorunu yaşamayacağız.
 
2005’ten önce hak mahrumiyeti cezası almış milletvekili adayların adaylıklarının, YSK tarafından kabul edilmemesinin yasal olarak doğru bir karar olduğunu mu söylüyorsunuz?
Biraz önce açıklamaya çalıştığım gibi, bu durum yeni TCK’nın mantığıyla uyuşmuyor ama Adli Sicil Kanunu özel kanun niteliğinde ve bu somut olayda 13/A maddesinin uygulanması gerekiyor.
 
Peki mevzuat bu ise, YSK itirazlar üzerine neden geri adım attı? 
Bu çelişki bir durum. Fakat yine YSK’nın kararını okuyamadığımızı ve kararın nelere dayandığını bilmediğimizin altını çizmek istiyorum. Hala kararın söz konusu adayların hangi tarihli mahkumiyetlerine dayandığını ve gerekçesini bilmiyoruz.
 
Peki bu durumda YSK üyelerinin uygulaması gereken yasa hangisi: Adli Sicil Kanunu, yoksa Yeni Türk Ceza Kanunu mu?
Adli Sicil Kanunu özel nitelikte bir kanun. Onun öngördüğü rejimi uygulamamız gerekir. Adli Sicil Kanunu ayrıntılı bir düzenleme getiriyor. Belli suçlar için kayıt tutulmasını emrediyor. Bu kayıtların tutulması ve silinmemesi seçilebilme için bir engel olarak duruyor. Özel nitelikteki Adli Sicil Kanunu bunu isterken biz yeni TCK’da bu yoktur diyerek bir sonuca varamayız. Özel kanun niteliğindeki Adli Sicil Kanunu muhakkak göz önüne alınmaldır.
 
Adli Sicil Kanunu’nun kaydının tutulmasını emrettiği suçlar nelerdir?
Ayrıntılı bir listesi için kanun metnine bakmak lazım, ancak milletvekili seçilmeye engel suçlar bu kapsamda. Kitabımda da ayrıntılı bahsettim.
 
Sorunların büyük bir çoğunluğu yeni TCK’nın getirdiği rejim ile diğer yasalar arasındaki uyumsuzluktan doğuyor. Özellikle mevcut milletvekili seçilebilme şartları ile yeni TCK’nın hükümleri birbiriyle çelişen bir çok düzenlemeyi içeriyor. Kanun metnini okuyarak yasakların neler olduğunu anlayabilmek ne yazık ki mümkün değil. Bize basit ve net olarak, milletvekili seçilmeye engel şartlar ve suçların neler olduğunu söyleyebilir misiniz? 
Bu konudaki kafa karışıklığına dikkat çekmekte haklısın. Ben seçilmek istiyorum ne yapacağım. Kendimi neye göre ayarlayacağım. Buradaki bütün sorun bizde seçim hukuku üzerine yeterli derecede çalışılmanın olmamasından kaynaklanıyor. Mesela Adli Sicil Kanunu bir sır değil. Fakat bu konu yazılmıyor  ve tartışılmıyor.
Yabancı ülkelerde seçim kılavuzları vardır. Mesela sen aday olmak istiyorsan hangi belgeleri toplayacaksın, neyi götüreceksin, şartları nelerdir. Tüm bu bilgileri içerir. Biz de yoktur böyle şeyler.
 
Bunu yapmak ve hazırlamak YSK’nın görevi değil mi?
Kuşkusuz görevi. YSK bunu kısmen ilke kararları ve genelgeleriyle ile yapıyor; bunları da yayımlıyor ancak bence vatandaşlar için açık ve anlaşılır bir dille yazılmış kılavuzlara ihtiyaç var. Bugün için elimizdeki mevcut kaynaklardan da yeterince faydalanıldığını düşünmüyorum. Şöyle bir şey gördüm gazetede; Biz gittik YSK ile konuştuk, oradan garanti aldık ve sonrasında başvurduk. Hukuku insanlarla konuşarak ve onlarla anlaşmaya vararak uygulama imkanı yok. Sizin YSK’nın ilke kararları ve genelgeleri dahil tüm mevzuatı açıp ne var ne yok diye bakıp değerlendirmeniz gerekiyor.
 
Tekrar aynı soruya dönmek istiyorum. Milletvekili seçilmek isteyen kişinin önündeki yasal engeller neler?
Bizim AY’da sayılan şartları kısaca söyleyeyim. Sadece başlık olarak. Öncelikle bizim anayasamızda ve yasalarımızda  seçme ve seçilme yeterliği bakımından ortak olan unsurlar var. Hem seçmek hem seçilmek için bunlara sahip olmak zorundasınız. Bir de seçilmek için ayrıca olması gereken şartlar var. Seçilmek daha zorlaştırılmış. Bu da aslında doğal, dünyanın her yerinde böyle.
 
Nedir bu ortak unsurlar?
İlk olarak T.C vatandaşı olmak. Farklılaşmakla birlikte yaş, kısıtlı olmamak; kısıtlı olmak bir medeni hukuk müessesidir, temyiz kudretine sahip olup olmamakla ilgili. Bir de kamu hizmetlerinden yasaklı olmamak. Bunlar ortak unsurlar.
 
Seçilmeye ilişkin ortak olmayan şartlar?
En az ilkokul mezunu olmak, askerlik hizmetini yapmış olmak, taksirli suçlar hariç toplam bir yıl veya daha fazla hapis veya süresi ne olursa olsun ağır hapis cezasına hüküm giymemiş olmak, bu arada biraz önce de söyledim; yeni TCK’da “hafif hapis-hapis-ağır hapis” cezası ayrımı kalktı, sistem değişti, dolayısıyla bunu nasıl anlayacağımız konusunda ciddi sorunlarımız var. Belli suçlardan dolayı hüküm giymemiş olmak.
 
Nasıl suçlar?
Anayasa 76. maddesi yüz kızartıcı suçlar diyor. Onun dışında bazı özel suç tipleri var onları söylüyor.
 
Yüz kızartıcı dediğiniz suçlar neler? 
TCK’da yüz kızartıcı olan ve olmayan suçlar diye bir başlık yok. Ne yapacağız peki? Anayasamız’ın 76. maddesinde şöyle bir ifade var:   “zimmet, irtikap, hırsızlık, inancı kötüye kullanma … “ diye sayıyor, sayıyor ama sonra “…gibi yüz kızartıcı suçlar…” diyor. “Gibi” dediğiniz andan itibaren o suçları genişletme imkanı veriyor size. Kime veriyor, YSK’ya ve bu kanunu yorumlayacak olanlara.
Hukuk devletinin en önemli unsurlarından biri belirliliktir. Seçilmek için aday olan kişi haklı olarak şu soruyu sorar: Ben neye göre hareket edeceğim? Yüz kızartıcı suçlar bakımından çok ciddi bir belirsizlik ortaya çıkıyor. TCK’da herhangi bir tanımı yok. Anayasa’daki “gibi” ifadesi ile de o maddede sayılmayan fakat kanunu yorumlayacak kişiye göre yüz kızartıcı suç olan herhangi bir suçu oraya ekleyebilir ve kişinin milletvekili adaylık başvurusunu bu nedenle kabul etmeyebilirsiniz. Bu hukuk devletinin en önemli unsurlarından biri olan belirliliğin ortadan kaldırılmasıdır.
YSK geçmişte bir içtihat voluşturdu ve dedi ki, “gibi” ifadesi genişletilemez. Çok önemli ve iyi bir karardır bu. Hakkını verelim, iyi kararları da var YSK’nın. Genişletemezsin, sadece Anayasa’nın 76. madddesinde sayılan suçlar seçilmeye engeldir dedi. Bunlar zimmet, irtikap, ihtilas, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma ve dolanlı iflas.
  

Yüksek Seçİm Kurulu ve Yapısı

 
YSK her ne kadar son dönemde vermiş olduğu son kararları ile gündeme otursa da tartışma yaratabilecek bir çok başka kararı da var.
Elbette çok sayıda kararı var. Bazı kararlarında YSK, kanunu uygulamıyorum diyor. Çok ilginçtir. Kitapta ayrıntıları ile bahsettim. Tabii seçim hukuku biraz da sahipsiz kalmış. Kimse tutup da eleştirmemiş, üzerine bir şey yazmamış. Onlar da o kararları verip geçmişler.
 
ÖDP’ye ilişkin karar da bir bakıma öyle mi oldu?
Tam olarak öyle değil. YSK bu kararı resmi internet sitesinde yayımladı. Anlaşılıyor ki burada asıl sorun, partinin seçime girebilmek için mevzuaatta öngörülen şartları uyarılmasına rağmen zamanında yerine getirmemesi. Özellikle bazı adayların askerlik belgelerini teslim etmedikleri anlaşılıyor. Anayasa ve ilgili kanunlara göre, askerlik yükümlülüğünü yerine getirmek asli seçilme şartlarından. Bu çok net, burada bir tartışma yok. O zaman siz dosyanızı hazırlarken askerlik yükümlülüğünüzü yerine getirdiğinizi kanıtlamak için terhis belgenizi, ya da askerlikten muaf olduğunuza dair belgeyi dosyaya koymak zorundasınız. YSK’nın geçmişte ve bu seçimler için verdiği kararlarda  bu çok açık ifade ediliyor.
 
Fakat kitabınızda bahsettiğiniz YSK’nın 2004 tarihli bir kararı var. Bu kararında YSK, ilköğretim diploması sunmamış bir milletvekili adayının başvurusunu, dosyadaki diğer belgelerden ilkolkul mezunu olduğu anlaşılıyor diyerek kabul ediyor.
Evet bu kararında kişinin ehliyetinin dosyada bulunduğunu ve bu belgenin ilkokul mezununa verilebilmesi nedeniyle kişinin ilkokul mezunu olduğunu belirtiyor. Bu karar bence doğru değil. Çünkü o zaman bir varsayımdan hareket etmiş oluyorsunuz.
Bütün sorunun aslında iki ana nedeni var. YSK’nın verdiği kararlar bir başka organ tarafından denetlenemiyor. Kararları kesin. Dolayısıyla son sözü söylüyor ve bitiriyor. İkincisi, YSK seçimden seçime konuşulan bir organ. Dolayısıyla bu kararlar toplumsal hafızada yer etmiyor ve çok fazla dikkat çekmiyor, tartışılmıyor. Sonuçta YSK’nın ve kararlarının ciddi analiz edilmesi gerekiyor. Kararlarının didik didik edilmesi gerekiyor.
 
YSK’nın görev ve yetkileri nelerdir?
İki temel görevi var. Seçimlerin yönetimi ve denetimi. Yönetim dediğimizde YSK’nın yaptığı şudur: Seçim sürecinin en başından sonuna kadar seçim sürecini idare etmek. Yani sandık kurullarının oluşturulması, sandıkların mühürlenmesi, zarfların ve oy pusulalarının hazırlanması, çıkmayan boyaların temini gibi, dolayısıyla seçim sürecinde aklınıza gelebilecek bütün idari işleri yapan, bütün ayrıntıları düşünen YSK’dır. Ama bir de başka bir şey var: Seçim uyuşmazlıklarını çözmek. Bu da YSK’nın yargısal nitelikteki yetkisidir. Bizim seçim sistemimizde seçim organları kademelendirilmiştir. Sandık kurulları, ilçe seçim kurulları, il seçim kurulları ve en üsttede YSK. Yani bunu bir ağ gibi düşünün; en tepede YSK, aşağıya doğru bu genişler.
 
YSK kimlerden oluşuyor? 
Hakimlerden oluşuyor. Bence hakimlerden oluşması isabetlidir. Çünkü yargısal denetim en etkili denetimdir. Kimi ülkelerde seçim işlerini ilgili bakanlıklar yürütüyor; içişleri bakanlığı veya adalet bakanlığı gibi. Mesala bazı İskandinav ülkelerinde böyle. Yargı karışmıyor bu işe. Fakat orada yerleşmiş bir demokrasi kültürü var, bu nedenle de herhangi bir sorunla karşılaşılmıyor.
 
Fakat günümüzde yaygın olarak kabul edilen bir tespit var: Seçimler demokrasinin kalbidir. O zaman seçimlerin serbest ve adil olabilmesi için etkili bir denetim şart. Böyle bir denetimin de tarafsız ve bağımsız olduğu varsayılan bir organ tarafından yapılması en doğrusu. O da kim: Yargı. Seçim kurullarının, ki bazı ülkelerde seçim mahkemesi niteliğinde bu kurullar, yargıçlardan oluşması ve bu şekilde yargısal nitelikli bir işlev görmesi bence doğru.
 
Peki bu yargısal denetimi YSK yerine doğrudan bir mahkeme yapamaz mı? Mesela her ilçedeki sulh hukuk mahkemeleri bu işe bakabilir? Kararlarına da itiraz, mevcut sistem içerisinde mümkün olabilir?
Seçim hukuku uzmalık gerektiren bir alan. Yani herhangi bir mahkemeye gidip şu seçim uyuşmazlığını çöz diyemezsiniz. Bu ciddi sorunlar doğurabilir.
Kitabımda bahsettiğim bir öneri var: YSK kararlarının bir kısmı denetime açılmalı.
 
Hangi kararların?
Temel hak ve özgürlüklere ilişkin kararlar. Özellikle de seçme ve seçilme hakkına ilişkin olanlar. Çünkü bunlar temel ve hak özgürlük alanlarıyla ilgili olan kararlar. Bu denetimi de AYM’nin yapmasının uygun olduğunu düşünüyorum. Çünkü Anayasa’da güvence altına alınan temel hak ve özgürlükler konusunda nihai yorumu yapacak, son sözü söyleyecek organ AYM’dir.
 
Peki neden yalnızca YSK’nın bir kısım kararlarının denetime açılmasını öneriyorsunuz. Tümünün denetlenebilmesinin ne gibi sakıncıları olabilir ki?
Özellikle idari nitelikteki kararlar için hukukçuların sık kullandıkları bir cümleyi hatırlatayım: Bekçileri kim bekleyecek? Yani, bence özellikle idari nitelikteki kararlar kademelenmiş seçim kurulları sisteminde şikayet ve itiraz yoluyla aşağıdan yukarıya denetlenerek geliyor; bu kararları YSK aşamasında sonra yeniden yargı denetimine açmak gereksizdir. Bir yerde bir kuruma güvenmeniz, bir yerde durmanız gerekir. Kaldı ki, YSK’nın idari nitelikteki kararları seçim süreci açısından eşit derecede önemli olmakla birlikte, demokratik rejimin özü açısından temel hak ve özgürlüklere ilişkin kararları kadar zedeleyici sonuçlar ortaya çıkarmayabilir. Dolayısıyla temel hak ve özgürlükler için bir istisna yaratılmalıdır. Çünkü temel hak ve özgürlükler birey için vazgeçilmezdir. Dolayısıyla orada bir sıkıntı varsa bir üst mekanizma yaratılması uygun olur. Tabii, nihayetinde her şeye rağmen YSK’nın idari kararları da idari yargıya taşınmalıdır diyebilirsiniz fakat ben bu mekanizmanın temel hak ve özgürlüklerle ve özellikle de seçme ve seçilme hakkıyla sınırlı olması gerektiğini düşünüyorum.
 
Peki seçme ve seçilme hakkına ilişkin kanunların Anayasa’ya uygunluğunun denetimiyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Burada da ciddi bir sorun var. Bizim anayasal sistemimizde kanunların Anayasa’ya uygunluğu esas olarak iki yolla denetlenir; iptal davası ve itiraz yolu. İptal davasında belli sürelerde, belli aktörler, Cumhurbaşkanı, Anamuhalefet Partisi Meclis Grubu, İktidar Partisi Meclis Grubu ve TBMM üye tam sayısının 1/5 oranındaki milletvekili AYM’de doğrudan dava açar. Yürürlükteki seçim kanunları için bu yolun işletilmesi mümkün değil, Çünkü bu kanunların yürürlüğe girmelerinin üzerinden çok zaman geçti. O zaman geriye itiraz yolu kalıyor. Bu yolda, bir mahkeme bir davaya bakmakta iken davanın tarafları uygulanmakta olan bir kanunun veya bir kanun hükmünün Anayasa’ya aykırı olduğunu sürebiliyor ve eğer bu iddia hakim tarafından ciddi bulunursa kanun Anayasa’ya uygun olup olmadığının denetlenmesi için AYM’nin önüne geliyor. İşte sorun da tam burada; AYM içtihadıyla YSK’yı mahkeme saymıyor. Dolayısıyla, AYM YSK tarafından önüne getirilen kanunları, YSK’yı “davaya bakmakta olan mahkeme” saymadığı için incelemiyor. Sonuçta, seçim kanunlarını uygulamaya esas yetkili organ YSK olduğuna göre, AYM de YSK’yı mahkeme saymadığına göre, seçim kanunlarını uygulanmaları sürecinde Anayasa’ya aykırı oldukları iddiasıyla AYM’nin önüne götürülme imkanı ortadan kalkıyor. Umarım AYM’nin bu içtihadı yakın gelecekte değişir. 2010 anayasa değişiklikleriyle bireysel başvuru kabul edildi; bunun bir çözüm olacağı düşünülebilir; ancak mevcut haliyle bu müsessese de yasaların denetimine imkan vermiyor. Dolayısıyla bu, seçim hukuku açısından çözülmeyi bekleyen çok önemli bir sorun.
 

Diğer sorunlar: Baraj, Seçİm İttİfakı, Fİnansman  

 
Bağımsız adaylar açısından baktığımızda seçim mevzuatı ne gibi eşitsizlikler getiriyor?
Bağımsız adaylar açısından mevzuatta çok ciddi bir sorun görmüyorum. Sadece propaganda sürecinde kendilerini ifade etmek açısından bir kısım sorunlar olabilir. Onu da çözmenin çok kolay bir yolu yok. Mesala devlet televizyonundan siyasi partiler yararlanabiliyor. Fakat ne yapacaksınız, her bağımsız adaya belli bir süre mi vereceksiniz? Düşünün 500 tane bağımsız aday var. Nereye kadar ve nasıl düzenleyeceksiniz bu konuyu? Bu sorun dünyada da tam olarak çözülebilmiş bir sorun değil, onu söyleyeyim.
Aslında bağımsız adaylık biraz da bizim aksak demokrasimizin ürettiği bir zorunluluktur. Artık dünyada kimse bağımsızlık adaylıkla uğraşmıyor. Herkes artık siyasi partiler şemsiyesi altında seçimlere katılıyor. Batıda bağımsız adaylık çok yaygın bir uygulama değil. Gelişmiş demokrasilerde seçmenler siyasal partilere göre tercihlerini yapıyorlar. Dolayısıyla dünyada da seçim mevzuatına baktığımızda bağımsız adaylar için farklı bir statü yaratılmış değil. Bu daha çok bizim ülkemize özgü bir durum. Diyeceksiniz ki, madem bu bizim ülkemize özgü bir durum o zaman mevzuatımızda da ona göre düzenleme yapılsın. Olabilir. Belki bir takım ayrıcalıklar tanıyabilirsiniz.
 
Ancak partilerin bir çatı partisine ihtiyaç duymadan ittifaklarla ve kendi isimleriyle seçime girememesi bağımsız adaylıkları bir zorunluluğa dönüştürüyor.
Çok doğru bir nokta. Bizde mevzuat seçim ittifakını yasaklar. Bu çok yanlış. Çünkü seçim ittifakı demek, seçmenlerin tercihinin henüz sandığa gitmeden birleştirilmesi demek. Bu da, demokrasilerde zaten varılmak istenen bir nokta. Bu tip bir uzlaşma, ortak bir noktada buluşma, bir araya gelme tam da demokrasi kültürünün oluşmasına katkıda bulunacak bir şey. Bu yasağın muhakkak seçim mevzuatından çıkarılması gerekiyor.
 
Mevzuatımızda bir de %10’luk seçim barajı var.
Çok insafsız bir barajdır. Tüm bu sorunların altında yatan en önemli etkenlerden biri bu seçim barajıdır. Hiç mi olmasın ? Ben hiç olmaması gerektiğini düşünmüyorum. Hiç barajın olmadığı bir durumda parlamentodan bir hükümetin çıkması mümkün olmayacaktır. Bu durumda da anayasal sistem işlemez hale gelebilir, o nedenle bence bir filtre koymak şart. Bir örnek vereyim: Polonya’da sosyalist rejimden sonra yeni dönemde  bir sürü parti kuruldu.  Bunlardan biri de “Bira Sevenler Partisi” idi. Seçim barajının çok düşük olması nedeniyle bu parti  parlementoya girdi. Hatırladığım kadarıyla bayağı bir oy aldılar. İçinde Bira Sevenler Partisi’nin de bulunduğu bir çok partinin yer aldığı bir parlamento. Elbette bunun teorik olarak bir sakıncası yok ancak bu durumda parlamentonun çalışılamaz hale gelme ihtimali her zaman var.
 
Önerdiğiniz sistem nedir?
Türkiye’de 1995’te yapılmış fakat AYM’nin iptal ettiği bir yasal düzenleme var. Bunun bazı eksiklikleri vardı ama konsept olarak bence doğruydu. O da şu: Türkiye milletvekilliği. Şimdi bu sistemde parlamentonun belirli bir kısmı, diyelim ki 450 milletvekili şu anda olduğu gibi nisbi temsil sistemiyle seçiliyor. Elbette %10 gibi insafsız bir barajla değil. Bu mesela %4 veya %5 olarak uygulanabilir. Son yaptığımız bir çalışma %4’lük bir barajın temsil zafiyetine yol açmadan istikrarlı hükümetler çıkaracak bir parlamenttonun oluşmasına imkan verdiğini gösteriyor. Böyle bir baraj ile hem yeterince çok parti parlamentoya girebiliyor hem de hükümet kurulabiliyor.
Şimdi, 450 milletveklini %4 barajla seçtiniz. Olabildiğince çok sesin duyulduğu, ama 3 kişinin oluşturduğu bir partinin de girmediği mantıklı bir kompozisyon yarattınız. 100 kişiyi ise Türkiye’yi tek bir seçim çevresi sayıp, barajsız nisbi temsil sistemi ile seçiyoruz. Böylece örneğin ülkede 25 tane parti varsa, her biri gücü oranında bu 100 milletvekillik pastadan bir dilim alıyor. Dolayısıyla parlamentoda sesler çoğalıyor. Meşru bir platformlarda marjinal partiler kendilerini temsil imkanına kavuşuyor. Bence bu çok rasyonel bir tasarım. Bu yolla bir yandan parlamentonun çalışabilmesi sağlanırken, diğer yandan küçük partilerin seslerini duyurabilmesine imkan sağlanıyor.
 
Yani bugün var olan 550 milletvekilinin 450 tanesini %4’lük nisbi temsil ile seçiyoruz. Geri kalan 100’ünü ise baraj olmadan salt nisbi temsil sistemi ile tek bir seçim çevresi ile Türkiye milletvekili olarak seçiyoruz.
Evet. 1995’te getirilen düzenlemede Türkiye milletvekilliğinde de baraj korunuyordu. O zaman bu durum küçük partilere değil tam aksine büyük partilere yarıyordu. Bu doğru değil. AYM daha sonra bu düzenlemeyi iptal etti.
 
Başka önemli bir sorundan da bahsetmeden söyleşiyi bitirmeyelim. Devlet tarafından partilere yapılan yardımlar. Bunda siz ne gibi sorunlar görüyorsunuz?
Bu konuda öğretide çok farklı görüşler var. Neden farklı görüşler var. Çünkü bu geldiği noktada siyasal bir tercihe dönüşüyor. Parlamentoda çoğunluğu elinde tutan siyasal parti kendi tercihlerine göre bir yasa çıkararak bunu düzenleyebiliyor. Kuşkusuz siz AYM’ye götürüp bunun anayasaya aykırı olduğunu söyleyebiliyorsunuz. Geçmişte AYM önüne bu konu geldi ve anayasaya aykırı bulunmadı. Dolayısıyla burada bir siyasal tercih ortaya çıkıyor.
 
Türkiye’de parti yardımlara ilişkin kriterler neler? 
İki kriter var, doğrusu iki biçimde uygulanıyor. %7 ile %10 arasında almış siyasi partilere  bu yardım yapılıyor. Bu yardım siyasi partiler için önemli, büyük bir para. Propaganda sürecinin, partinin taban çalışmalarının yürütülebilmesi için önemli bir kaynak.
Tartışma şu. İlke olarak bir siyasal partiye devletten yardım yaparak bir bağımlılık yaratılır mı? Burdaki  devlet kim: Bütçe. Bütçeyi kim hazırlıyor: Hükümet. Hükümetin bütçesini kim onaylıyor: Parlamento. Şimdi baktığımızda siyasal parti ile devlet arasında böyle bağlar kurarak bağımlı partiler yaratmış olmuyor musunuz? Türkiye’yi bırakın genel olarak öğretide konuşulan bir şey bu. Bir görüş bunu diyor.
Diğer görüşü savunanlar ise, siyasal partilerin kendi faaliyetleriyle kendi finasmanlarını sağlamaları gerektiğini söylüyor. İnsanlar gönül vermiş ise gitsin o partiye bağış yapsın. Dünyada bir çok ülkede de durum böyle. Buna karşı çıkanlar da diyorlar ki, o zaman küçük partiler ne olacak?
Bu durumda sorulması gereken soru şu: Dengeyi nasıl kuracaksınız? Bağımlı partiler yaratmadan, kendi başına ayakta duramayan partileri de ayakta tutacak bir sistemi nasıl kuracaksınız? Bu konuda çok çeşitli öneriler var.
 
Sizin öneriniz?
Benim önerim karma bir sistem. Kademeli bir sistem kurulabilir. Büyük partilere kendi olanaklarıyla daha fazla gelir elde etme imkanı verilirken, küçük partilere daha fazla devlet yardımı sağlanabilir. Bu şekilde dengeli ve kademeli bir sistem kurulabilirsiniz. Türkiye’de sistemin eleştirilen en önemli yanı böyle olmaması. Yardımlardan büyük partilerin fazla, küçük partilerin az yararlanması. Ayrıca biraz önce de söyledim: Bu yardımların yasayla belirleniyor olması parlamento çoğunluğuna ve dolayısıyla hükümete bu konuda önemli bir yetki veriyor.
 
Son olarak?
Seçim değimiz bir süreçtir ve içinde bir çok konu var. Propaganda, adaylık, oyların sayımı, tasnifi, seçim uyuşmazlıkları, seçme-seçilme yeterlilikleri ve daha bir çok şey. Çok geniş bir alandan söz ediyoruz. Birbirleriyle bağlantılı bir sürü temel hak ve özgürlük ve birbirleriyle bağlantılı düzenleme. Bunları öyle bir elden geçirmeniz gerekiyor ki, aralarında bir bütünlük olsun ve çelişki doğmasın. Bugün geldiğimiz noktada maalesef bu denge, bütünsellik iyice koptu.
Bu söyleşi Express dergisinde 2011 yılında yayımlanmıştır.