[ Söyleşi: Can Uğur ]
Hukuk, adalet, adil yargılama… Türkiye’nin gündeminden hiç düşmeyen konuların başında geliyor. AKP dönemindeki yargılamalarda ortaya çıkan hukuksuzluklarla birlikte bu kavramları önceki dönemlere nazaran daha fazla tartışmaya başladık. Türkiye’deki yargılama sistemini köklü biçimde eleştiren isimlerin başında gelen Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı Orhan Gazi Ertekin’le son dönemde daha da yoğunlaşan hukuksuzlukları ve adalet sistemimizdeki eksiklikleri masaya yatırdık. Türkiye’de hukukun siyasallaştığı yönündeki eleştirlere katılmadığını söyleyen Ertekin ‘Türkiye’deki temel sorun hukukun siyasallaşması değil hukukun iktidarlaşması’ diyor.
‘Türkiye’de Yargı Yoktur’ diyorsunuz. Bunun nedeni sadece yargılamalardaki hukuksuzluklar mı yoksa farklı nedenleri de var mı?
Türkiye’de bir yargılama olsaydı, tabii ki hukuksuzluklarından veya bazı sorunlarından bahsedebilir hale gelecektik. Türkiye yargısının bütün varlık halleri göz önüne alındığında bu eleştiri sadece saçma kalmaz, aynı zamanda “gerici” bir yargı eleştirisine tekabül eder. Nitekim, yargıya yönelik bugüne kadarki eleştirinin zayıf, sığ ve temelsiz kalmasının sebebi de “yargılamalardaki hukuksuzluklar” şikâyetiyle sınırlı olmasıdır. Yargıya yönelik bu eleştirel duruş son derece gelenekseldir ve yargıda gerçek bir demokrasi mücadelesi verilmesine de engeldir. Oysa biz Türkiye’de yargı yoktur derken daha kapsamlı bir siyasal ifşaat yaptığımız kanaatindeyiz: Hem CHP-MHP hattının sahibi olduğu yargıdaki geleneksel güçlere hem de bugün yargının “sahibi” görünen AKP’ye “saçmalamayın” diyoruz ve şöyle sesleniyoruz; “Bir yargıyı mümkün kılacak olan şey doğrunun azınlıklar ile çoğunluklar, güçlüler ile zayıflar, aşağıdakiler ile yukarıdakiler arasındaki eşit tartışmanın konusu haline getirilmesidir. Doğru tartışması, demokratik oyunun bir konusu olmalıdır. Doğruyu en başından bilen bir yargı yargı olamaz. Evet saçmalamayın! Kendi dışınızdakileri kabul etmediğinizde, onları meşru aktörler olarak görmediğinizde doğrunun sadece ve sadece size ait olduğunu düşünür ve değişik yaklaşımların asıl doğruyu bulandırdığından etkisiz kılınması gerektiğini söylemeye devam edersiniz. Sonra da kendinize “yargı” diye seslenirsiniz. Böyle bir konuşma kültüründen bir yargı çıkmaz. Bu gelenekten bir hukuk da çıkmaz. Çünkü hukuk ve yargı her şeyden önce farklılıkları içeren bir kamu alanından yükselir. Bu karşı çıkışımızdaki bazı cümleleri iki sosyoloğun Latin Amerika’daki “Ulusal Güvenlik devleti”ne dair 1970’lerdeki bir makalelerinden aldım. Yazıyı kötüye kullanmama müsaade ederseniz fazlasını da söyleyebilirim size: Türkiye’deki yargı bir “Ulusal Güvenlik Yargısı”dır. Doğruyu müzakere etmeyen, sadece bildiren bir yargıdır. Duruşma salonlarında demokrasi olmadığı gibi kurumlarında da yoktur ve hepsi “tekelci” bir tarzda yapılandırılmıştır. Daha devam etmemi de ister misiniz: Yargı, kurumsal kültürden duruşma salonlarına kadar uzanan tüm yargısal alanlarda ancak ve ancak çoğul yapılar, aktörler ve kültürler tarafından var edilebilen bir “çatışma alanı”dır. Duruşma salonlarından Adalet Bakanlığı ve HSYK’ye kadar uzanan bütün alanlarda farklı tezlerin karşı karşıya geldiği, “söz”ün anlam ifade ettiği, etki doğurduğu, ikna süreçlerinin işlediği ve her türlü tekel kurucu iddiayı yerle bir eden bir zeminin içinde var olabilir ve yaşayabilir. İşte bunun için Türkiye’de yargı yoktur. Ve işte bunun için Türkiye’de bir “İnfaz yargısı” vardır.
Son zamanlarda Türkiye’de yargıya olan güvenin azaldığı söyleniyor, katılıyor musunuz bu değerlendirmeye?
İki şey söyleyeceğim. Birincisi, yargıya güven endeksinin en yüksek olduğu yerler Malezya, Endonezya vb. gibi otoriter ülkeler olmuştur. Avrupa ve ABD’deki güven oranı bunlardan daha düşüktür. Yargı, demokrasi teorisi ve uygulamasının içine taşındığı ölçüde “güven” sorunu yaşar. Buna karşılık, demokrasi tartışmalarının dışında tutarsanız “güven” yüksek görünür. Çünkü, bir devlet dairesi gibi çalışır ve hiçbir faaliyeti kamuoyunun denetimi içine taşınmaz. Türkiye’de son on yıldır yaşanan yargıya yönelik güvensizliğin sebeplerinden birisi buradadır; Türkiye’de yargı giderek kamuoyunun dikkat alanına çekilmektedir ve bu da onun yarattığı sorunların daha kolay teşhis edilebilir olmasına yol açmaktadır. İkinci olarak ise; Bu halk yargısına hiçbir zaman güvenmedi. Bu halk “kadının kadıyı cezalandırmadığını” tecrübe etmiştir. Bu halk “kadı kızının kusursuz olduğunu!” da, ona bir kusur atfetmenin “suç” kabul edildiğini de bilir. Bu nedenle de bugün azalan şey güven değil. Bugün olan şey güvensizliğin iyice aşikâr hale gelmesi, alenileşmesi ve toplumun tüm kesimleri tarafından Türkiye’deki yargı gerçeğinin fark edilmesidir. Aradaki fark, geçmişteki yargı ile bugündeki yargının birbirinden çok farklı ürünler vermesi değildir. Aradaki fark yargının bütün bir toplumun ve kamuoyunun gözünün önünde apaçık ifşa olmasıdır. Türkiye’de yargı “hukuk devleti”nin bir taşıyıcısı olmamıştır. Çünkü, bu yargı hiçbir zaman yargı halkın yargısı olmadı. İşte, Türkiye’de yargıya yönelik güven sorununun temelinde bu gerçekler vardır.
Yargıya güvenin içinde bulunduğumuz dönemde ciddi biçimde azaldığı söyleniyor. Bunun toplumsal karşılığı ne olur?
Bugün yargının, genel siyasal güvensizliğin sebebi ve zemini olmasının arkasında Türkiye’de devletin kendisini örgütleme aracının askeri alandan hukuksal alana geçmesi gerçeği vardır. Geçmişte devlet gücü kendisini askeri güç üzerinden inşa ederdi ve siyasal “tamirat” da bu askeri araç üzerinden gerçekleştirilirdi. Bütün bunlardan sonra siyasal çatışmadan artakalanlar yargının eline verilip son “işler” ona yaptırılırdı. Bu anlamda, 2000’lere kadar Türkiye’de yargı, “politika dışı”, “politika sonrası” bir alan olarak görülürdü. Oysa 2000’lerle beraber, Devlet, kendisini hukuk ve yargı üzerinden inşa ediyor ve bütün sorunlar ve çözümler de bu yeni politik zeminde ortaya çıkıyor. Geçmişte her şeyden orduyu sorumlu tutuyorduk. Bugün ise devletin araçlarındaki değişim nedeniyle hukuk ve yargıyı sorumlu tutuyoruz. Bunun toplumsal karşılığı, yargının, artık, bir siyasal cephe örgütü olmasıdır. Yargı, siyasal savaşın ve çatışmanın arkasından ortaya çıkan bir araç olmaktan çıkmış, bütün siyasal çatışmaların ana zemini ve aracına dönüşmüştür. Bu nedenle de, bugün hukuk ve yargı içinde demokrasi mücadelesinin nasıl örgütlenmesi gerektiğine dair gerilimleri yaşıyoruz ve bu alandaki politik zeka ve mantık düzeyimiz çok zayıf ve acınası bir durumda. Oysa, toplumsal müdahalenin önemli gündemlerinden birisinin yargı ve hukuk alanı olması artık bir zarurettir. Çünkü, devletin ana yapısındaki son on yıllık değişimler, toplumsal adaletin önündeki en büyük engel olarak hukuk ve yargı alanını getirmiştir.
Türkiye’de siyasal ve sosyal alanda yaşanan olumsuzluklarda hukukun siyasallaşmasının somut olarak payı nedir?
Türkiye’nin siyasal ve sosyal alandaki sorunlarının sebebi hukukun ve yargının siyasallaşması değil tam tersine siyasallaşmamasıdır. Dikkat edin, bundan daha beş yıl önce bu yargı bir “ulusalcı yargı” idi. 367, 411, AKP kapatma davası vb. gibi davalar zuhur ediyordu. Bundan dört yıl önce aynı yargı, herhangi bir huzursuzluk duymaksızın bu kez ordu mensuplarını ve geleneksel bürokratları “terörist” olarak yargılayarak birden bire “Cemaat-Hükümet yargısı” oldu, bundan bir yıl önce de aynı yargı, yine ciddi bir huzursuzluk ve gerilim duymaksızın bu kez de “hükümet-ülkücü-sosyal demokrat yargısı” haline geldi. Eğer hukuk ve yargı siyasallaşmış olsaydı her iktidar değişiminde hiçbir siyasal hesaplaşma yaşamaksızın bütün bu değişimleri yaşayabilmesi mümkün müydü? Türkiye’de hukuk ve yargı alanında bir “politik” alan yoktur ve bu hukuk ve yargı açısından çok korkunç bir durumdur. Çünkü, bu acı gerçek, yargıda farklı karakter yapılarının olmadığı, farklı bakış açılarının bulunmadığı anlamına geliyor. Tüm yargı sadece ve sadece iktidarı takip ediyor ve iktidarın rengini alıyor. Politika bunun neresinde? Hiçbir yerinde tabii ki! Bugün içinde bulunduğumuz toplumsal ve siyasal sorunlar ile hukuk ve yargı ilişkisinden söz edeceksek hiçbir ilişkinin olmamasından bahsedebiliriz ancak. Bunun anlamı, devlet dışı kalmış toplumsal grupların yargı ve hukuk alanından dışlanması demektir ve böyle bir yargı halka karşı hukuku tahrip etmekten başka bir şey yapmaz. Buradaki tehlike hukukun siyasallaşması değil, iktidarlaşmasıdır.
Türkiye tarihi açısından kritik olarak adlandırılan davaları bir dönem savunan hükümetin sonra bu davaları ‘hukuksuz’ olarak tanımlamasını nasıl yorumluyorsunuz?
Türkiye’deki bütün siyasal davalar iktidarlar ile var olur ve iktidar değişimlerine bağlı olarak da biçim değiştirir. Dink davasını düşünün, bundan daha iki yıl öncesine kadar Dink davası, askeri kadroların esas fail olduğu bir dava idi. İktidar yapısı değiştiği andan itibaren, Dink davasının yönü bu kez de “Cemaat”in ve “Cemaat polisleri”nin asli fail olduğu bir sürece doğru ilerliyor. Aynı durum, Ergenekon davası için de geçerlidir. Erdoğan, daha dün bu davanın savcısıydı. Şimdi ise bu davanın “mağdurları” ile “kandırılmışları” arasındaki bir ittifakın zemini haline geldi. Yine Dink davasında olduğu üzere Cemaat, bu davada da asli fail oldu. Bu bize şunu gösteriyor: Türkiye’de hiçbir davanın ciddiye alınabilir bir dayanıklılığı yoktur. İktidar davanın nasıl olmasını istiyorsa o öyle olur. Bu ise iktidarların çelişkisi olarak gördüğümüz şeyin gerçekte iktidarların bir tutarlılığı olduğu gerçeğini önümüze seriveriyor. Buradaki tutarlılık davaların farklı dönemlerle farklı haller alması değildir. Her dönemde iktidar ve güç sahiplerinin çıkarına hizmet etmesidir. Bir de buradan bakarsak Erdoğan’ın birkaç yıllık aralarla neden birbirine ters söylemler geliştirdiğini daha iyi anlarız. Çünkü onun ne söylediği değildir burada önemli olan. Her şeyin onun çıkarlarına hizmet etmesidir…
*Bu söyleşi 25.10.2015’de Birgün Gazetesi’nde yayımlandı