Şiddet sorunuyla ilgili tartışmalarda devlet şiddetinden nedense pek söz edilmez. Örneğin saldırganlık üzerine yazılan kitaplar, hormonlardan cinayet suçlarına dek uzanan çeşitli konuları ele alırken idam cezasına, yağmacıların vurulmasına, protestocuların dövülmesine veya “resmi” şiddetin en etkileyici biçimi olan savaşa yer vermezler. Bu son konunun atlanması hayli şaşırtıcıdır; zira savaşın yol açtığı rakip tanımayan ölüm oranları gayet iyi belgelenmiştir (Singer ve Small, 1972). Bu belgeler, 1963 ile 1973 yılları arasında en azından 46.000 Amerikalı gencin öldürülmesine ek olarak Vietnam Savaşı’na katılan başka ulusların da çok sayıda ölü vermesi gibi oldukça yakın zamanlara ait olayları kapsamaktadır.
O halde cinayet ve saldırganlık konularına ilişkin tartışmalarda resmi şiddete neden pek rastlanmamaktadır? Akla ilk gelen açıklama, savaş ve diğer resmi şiddet biçimlerinin devlet meşruluğu gibi bir kılığa bürünmesi bakımından apayrı bir olgu olmasıdır. Uçaklar bir köyü bombaladığında, Birleşik Devletler’in CIA’i yabancı liderleri öldürtmek için suikastçı kiraladığında, bir polis bir yağmacıyı vurduğunda, hapishanedeki idam mangası hüküm giymiş bir katili öldürdüğünde ve Ulusal Muhafızlar protestocuları engellemek için öldürücü silah kullandığında, bu öldürme eylemleri alınan emirler sonucu ortaya çıkmaktadır (bkz. Marks, 1970). Bu emirler kaynağını hiyerarşik bir örgütten alır; seçilen ya da atanan memurlar tarafından verilir ve öldürme eylemini gerçekleştiren üniformalı görevliler tarafından kolektif olarak yürürlüğe konur. Durum ne olursa olsun sonuçta ortaya çıkan ölümler, birtakım resmi hedeflere ulaşmak yabancı bir ideolojinin yayılmasını önlemek, özel mülke verilen zararı önlemek, müstakbel potansiyel katilleri caydırmak veya devlet politikasına karşı çıkanları denetim altına almak için gerekli ölümler olarak betimlenir. Resmi şiddet, ayrıca, bir misilleme “yasadışı” şiddete veya sözde yasadışı şiddet tehditine karşı bir cevap olmasıyla da savunulur. Bu nedenle, resmi öldürme eylemleri, devletten alman emirler sonucu ortaya çıkmasıyla yasadışı şiddetten ayrılır ve kolektif olarak hareket eden birkaç aracı tarafından uygulanır ve birtakım yüce amaçlara hizmet etmesi bakımından da savunulur. Bu ayırıcı özellikler resmi şiddeti meşru kılan temellerdir.
Vatandaşların büyük çoğunluğu tarafından devlet şiddetinin kabul edilebilir ve problemsiz görülmesi bakımından bu meşrulaştırma işleminin başarılı olduğu açıktır. Kamuoyu desteğinin kanıtları kolayca bulunabilir. Örneğin, 1968’de yapılan bir araştırmaya göre halkın %57’si şu belirlemeye katılmıştır: “Polise hakaret eden bir kişi, karşılığında sert bir muamele gördüğünde şikâyette bulunmaz.” (Gamson ve McEvoy, 1972, s.336) Resmi şiddet karşısında halk desteği öldürme eylemi gibi uç noktalara dek varabilmektedir. Gallup örgütü tarafından 1968’de yapılan bir başka araştırmada insanlara, ayaklanma sırasında büyük bir şehrin belediye başkanının polise yağmacıların görüldüğünde vurulması emrini vermesini nasıl karşıladıkları sorulduğunda şu durum ortaya çıkmıştır: Görüşülen insanların %64’ü yağmalama sorununun üstesinden gelmenin “en iyi yolu”nun bu olduğunu söylemiştir. 1969’da Amerikalıların neredeyse yarısı (%48’i) kampüslerdeki öğrenci protestolarıyla başa çıkmanın en iyi yolunun ateş açmak olduğunu düşünmekteydi (Kahn, 1972, s.48). Yetkililer tarafından öldürülen insan sayısının, ayaklananlar tarafından öldürülenlerin on katını aşarak artmayı sürdürmesine rağmen resmi şiddete gösterilen bu hoşgörü halkın, ayaklanmaları ve ayaklananları şiddet eylemi ve eylemcileri olarak düşünmekteki ısrarlarını açıklamaktadır (Couch,1968).
Resmi şiddetin yanındaki kamuoyu desteği o denli yoldan çıkmıştır ki şiddetin tanımı dahi bundan etkilenmiştir. Örneğin 1969’da yapılan bir araştırmada görüşme yapılan aynı ulus içindeki insanların %30’u “polisin öğrencileri dövmesinin” bir şiddet eylemi olmadığını, şaşırtıcı bir biçimde %57’yi bulan bir kesim de “polisin yağmacıları vurmasının” bir şiddet eylemi olmadığını söylemiştir (Blumenthal, 1972, s.73). Bundan dolayı şiddet sözcüğünün altında yatan anlam yalnızca eylemin yapışım değil, açıkça eylemcinin meşruluğunu yansıtmaktadır. 1969 tarihli aynı araştırmada görüşme yapılan kişilere en fazla hangi şiddet olaylarıyla ilgilendikleri sorulmuştur. Araştırmanın yapıldığı tarihte Vietnam Savaşı devam ediyor olmasına rağmen görüşülen kişilerin yalnızca %4’ü savaştan söz etmiştir.
Bu nedenle resmi şiddetin meşruluk kazanmasının bir sonucu da kamuoyu desteği bir birikiminin ortaya çıkmasıdır. En azından çok sayıda Amerikalıya göre uç noktalardaki öldürme eylemi bile şiddet olarak kabul edilmemektedir eğer öldürme eylemi devlet otoritesi damgasını taşıyorsa. Devlet şiddetine gösterilen yaygın saygı, Vietnam Savaşı sırasında Teğmen William Calley davası da dahil olmak üzere savaş suçları kavramına karşı halkın gösterdiği tepkideki yoğunluğu açıklayabilir (Kelman ve Lawrence, 1972). Resmi şiddet karşısındaki vatandaş desteği gözönüne alındığında, halk tarafından sözü edilen şiddetin genellikle “kriminal/yasadışı” şiddetle sınırlı olması şaşırtıcı değildir.
Bununla birlikte saldırganlık konulu bilimsel tartışmalarda resmi şiddetin yer almaması rahatsız edici bir durumdur. Toplumla ilgilenen bilim adamları da birer vatandaş oldukları için bu meşrulaştırma işlemine yakalanmış olmaları ve devletin işlediği öldürme eylemlerini artık şiddet eylemi olarak diğer çoğu vatandaş gibi görmüyor olmaları mümkündür. Örneğin, bilim çevrelerinde savaşlar genellikle politik açılardan tartışılır ve savaş sırasındaki öldürme eylemlerini “cinayet” olarak niteleyen tek kesimin savaşın politik muhalifleri olduğu görülür. Yine de toplumla ilgilenen bilimadamlarının, davranışları değerlerden bağımsız bir biçimde değerlendirmek üzere eğitildikleri için, devlet himayesi altında ortaya çıkan bu öldürme eylemlerini daha eleştirel bir biçimde tartışmamaları hayret vericidir. Belki de bilimadamları da dahil olmak üzere hepimiz, meşru şiddet konusunda Devlet tekelini kabul edecek şekilde toplumsallaşmışız belki bu toplumsallaşma şiddet sözcüğünü seçici bir biçimde kullanmamızı etkilemektedir.
Resmi şiddeti meşru sayma eğiliminin yine de kendi hükümetimizin eylemleriyle sınırlı olduğu görünmektedir. Buna uç bir örnek verecek olursak: Savaş yıllarında Nazi Almanyasındaki uygulamaların hükümet tarafından resmi olarak onaylandığı gibi zamanın Alman vatandaşlarının çoğu tarafından da meşru sayıldığı da bilinmektedir; bunların arasında pek çok bilimadamı ve aydın da yer alıyordu fakat diğer uluslardan hiç kimse onlarla aynı görüşte değildi. Toplumsallaşma bizleri devlet şiddetini onaylamaya götürür ve bu yüzden bir tür ahlaki budunmerkezcilikle bu onaylamayı yalnızca kendi hükümetimizin eylemleriyle sınırlayabiliriz. Resmi şiddet eylemleri bir devletin kendi sınırları içinde kabul görür ama dışarıda onay almaz.
Yine de bilimsel alanlarda resmi şiddetin ihmal edilmesinin yapısal açıklamaları bulunabilir, ancak bu olasılık daha da endişe vericidir. Toplumla ilgilenen bilimadamları kurumsal bağlamlarda çalıştıkları için hükümetler, şiddet çalışmaları içeren bu araştırma gündemleri üzerinde fazlasıyla etkide bulunuyor olabilirler. Bu nedenle bilimsel araştırmaların yapısı devlet şiddeti konusunda esef verici bir “kör nokta”ya girmiş olabilir. Bu bilimsel kör noktalarla ilgili alan çalışmaları bulmak maalesef çok kolaydır. Örneğin, Kaliforniya valisi Ronald Reagan, UCLA’de Şiddet içeren Davranışları Araştırma Merkezi kurulması konusunda birtakım tartışmalara yol açan teklifini bildirdiğinde, sağlık bakanlığı sekreteri Earl Brian teklif edilen merkezin amaçlarını açıklamak üzere bir basın toplantısı düzenlemiştir. Gazetecilerden birisi, üzerinde çalışma yapılan şiddet biçimlerinde savaşın da yer alıp almayacağını sorduğunda Dr. Brian’ın cevabı şöyle olmuştur: “Savaş hiç aklıma gelmemişti.”
Resmi şiddetin, bilimsel değerlendirmelerin dışında kaldığının bir başka çarpıcı örneği de Short’un (1975) yazmış olduğu, Şiddetin Nedenleri ve Önlenmesi konusunda Ulusal Komisyonun tarihi üzerindeki mükemmel belirlemeleridir. Short, başkanlığa bağlı çalışan bu önemli komisyonun (Marvin E. VVolfgangTa birlikte) araştırma müdür yardımcısı olarak görev aldığı için, anlattıkları hem ilginçtir hem de sağlam bilgilere dayanmaktadır. Ulusal komisyon başlangıçta tarafsız bir şiddet tanımı benimsemiş, şiddet eyleminin kendi yapısı üzerinde yoğunlaşmışür: şiddet, yaralama veya güç kullanarak insanlara gözdağı verme veya kısıt altına alma ya da zorla mülke el koyma veya zarar verme ile sonuçlanan ya da sonuçlanması amaçlanan tehdit ya da güç kullanımıdır” (Short, 1975, s.68). Komisyonun kurulduğu ilk zamanlarda bu tarafsız tanım, komisyondaki araştırmacıları geniş bir alana yayılmaya götürmüştür. Örneğin, komisyonun Gelişme Raporu soruşturmanın alanını şöyle çizmiştir: “Bu tanımda örtülü bir değer yargısı yoktur. Kanun ve nizamların idaresi de buna dahil edilmiştir, zira bir polis de görevi esnasında bireyi tehdit edebilir, zor kullanabilir hatta yaralayabilir ya da öldürebilir. Bu tanıma, çocuklara verilen cezalarla birlikte savaşlar da dahildir. Bu soruşturma polis zorbalığım, Nazi şiddetim, ve çocuklara karşı fiziksel olarak zor kullanmayı da kapsamaktadır” (Komisyon’un Gelişme Raporu, s.3, Short, 1975, s.68’de belirtildiği şekliyle). Komisyonun başlangıçtaki gündeminde savaş ve polis zorbalığı gibi resmi şiddet ve açık olarak dahil edilmiş olmasına karşın, komisyonun daha sonraki araştırmalarında bu vurgu gözden kaybolmuştur. Örneğin, Son Rapor’un yayımlandığı sırada komisyonun üzerinde yoğunlaştığı konular “tüm yasadışı şiddet” (Short, 1975, s.69) eylemleri olmuştur; yasadışı sıfatının eklenmesi hassas bir önem taşımaktaydı, çünkü devletin eylemleri tanım itibariyle yasadışı olarak kabul edilmiyordu. Saygın bir ulusal soruşturma çalışmasındaki bu vurgu değişikliği dikkatlerin, “sapkın” bireysel suçluların, kitle ayaklanmasına katılanların ve katillerin eylemlerine kaymasına neden oldu. Bu arada, yasadışı şiddet üzerine bu geleneksel odaklanma nedeniyle devletin eylemleri konu dışı bırakıldı üstelik komisyonun soruşturmayı yürüttüğü zamanlar Vietnam Savaşının en sıcak dönemine rastlamaktaydı. Gerçekte Short, komisyondaki bazı araştırmacıların diğer yedi konuyla birlikte savaş üzerinde de geçici bir işbirliği önerdiklerini belirtir. Short’a göre, “genelde savaş, özelde Hindiçin’deki çatışma üzerine bu denli doğrudan doğruya odaklanmanın yol açabileceği potansiyel patlama” (s.71) nedeniyle bu fikirden vazgeçilmiştir. Komisyonun araştırmalarının çoğu çok büyük, hatta kalıcı bir değere sahip olmasına karşın, hükümetin çok yakından ilgilendiği şiddet eylemleri tabii bu, devletin kendi şiddet eylemlerini içeren bir ilgi değildir üzerine yoğunlaşma konusunda açıkça etki altında kaldığı da oldukça rahatsız edici bir durumdur.
Tüm bunlar nedeniyle, hem halk hem de bilim çevrelerinde şiddet sorunu üzerine yapılan tartışmaların merkezini neredeyse yalnızca yasadışı veya “sapkın” şiddet oluşturmuştur. Bu önyargı kullanılan dile de yansımıştır. Cinayet terimi hemen her zaman suçlu bireylerin eylemleri için kullanılırken bundan çok daha nötr bir sözcük olan öldürme sözcüğü devlet görevlileri tarafından işlenen öldürme eylemleri için neredeyse hiç kullanılmamaktadır. Örneğin savaş zamanlarında devletin kullandığı, hayatını kaybedenler, ölü sayısı hatta yalnızca kayıplar gibi sözcükler, bu pastel üsluplara karşın gerçekten şiddet içeren öldürme eylemlerine gönderme yapmak için kullanılan sözcüklerdir. Resmi görevliler barış zamanlarında insanların canlarım aldığı zaman, infaz gibi sözcükler yapılan öldürme eylemini kamufle eder. Yalnızca devlet şiddetine karşı çıkan bu bayağı söz dağarcığını kullanmayı reddederler. Örneğin savaş karşıtları, devlet görevlilerini “cani” politikalar uygulamakla suçlar ve askerlerden “katil” diye söz ederler.
Resmi şiddet konusunda bilimsel çevrelerde görülen bu ihmalin giderilmesi gerektiğine inanıyoruz. Şiddetle ilgilenen araştırmacıların dikkatlerinin tekelini, geçmişte, “sapkın” şiddetin oluşturduğu açıktır. Bu tekelin bilimsel açıdan uzağı göremeyen bir yaklaşım olduğuna inanıyoruz. Her şeyden önce, resmi şiddet özellikle tehlikeli bir hale dönüşebilir, çünkü Devletin saygınlığını ve yetkisini taşıyan tek şiddet biçimi budur, ikinci olarak, resmi şiddet konusundaki çok sayıda önemli ve heyecan verici sorular hâlâ yanıt beklemektedir: Hükümet şiddetini en çok destekleyenler ne tür vatandaşlar? Hükümetin şiddetini (savaşlar ya da infazlar gibi) haklı çıkarma yollarından hangisi bu tür şiddet eylemlerini meşru kılmakta en başarılı olanıdır? Küçük yaştaki çocuklar, savaş zamanındaki ölürme eylemleri gibi hükümet şiddetini “yanlış” olarak görüyorlar mı? Hangi gelişme yaşında çocuklar devlet şiddetini kabullenmek üzere toplumsallaşırlar? “Ahlaki gelişme”nin çeşitli aşamalarında bulunan insanlar resmi şiddeti ayırıcı bir biçimde eleştirir mi yoksa destekler mi? Şiddet yanlısı “suçlular”, suçlu olmayan gruplardan daha mı fazla devlet şiddetini destekler? Resmi şiddeti uygulayan görevliler eylemlerini kendi kendilerine nasıl savunurlar? İdam cezası davalarında jürileri en çok etkileyen hususlar nelerdir? Amerikalılar şiddeti, İngiltere’dekiler gibi nispeten daha az şiddet eylemi yaşayan toplumların vatandaşlarından daha fazla destekler veya hoşgörü gösterirler mi? Bu araştırma gündemi hem çok zengin hem de fakir kalmış bir gündemdir.
Devlet Tarafından Uygulanan Şiddetin Sonuçları
Geçtiğimiz birkaç yıl boyunca, devlet tarafından uygulanan şiddetin sonuçları üzerinde durduk. Özellikle ilgilendiğimiz nokta, en etkili resmi şiddet biçimi olan savaşın, savaş bittikten sonra, toplumdaki şiddet düzeyini artırma eğilimine yol açıp açmadığı oldu. Savaşların, savaş sonrasında şiddeti miras bırakabileceği kuşkularını ortaya çıkaran oldukça sağlam kuramsal sebepler bulunmaktadır. Örneğin, toplumsal öğrenme veya “model alma” sonucu pek çok saldırı ve şiddet biçimlerine aracılık edildiğine dair yalanlanamayacak kanıtlar vardır (Bandura, 1973). Bu alanda yapılan pek çok araştırmanın, aracı şiddet izlemenin etkilerini bulmak için deneyler ya da nedensel gerileme teknikleri kullanmasına karşın “model alma” teorisi, uçak kaçırma ve terörizm gibi belli cinayet yöntemlerinin, görünüşüne göre, yayılacak şekilde örneklenmesine en iyi açıklamayı getirir (Bandura, 1973, s. 101107). Toplumsal öğrenme teorisinin en temel ilkesi, şiddet araçlarının veya gerçek şiddet eylemlerinin bir model ya da taslak oluşturabileceği ve bu model ve taslakların şiddetin taklit edilme olasılığını artıracağıdır. Buna ek olarak araştırma, saldırganlık içeren modellerin, istenen sonuçların alındığının görülmesiyle de en etkili hale büründüğünü belirtmektedir.
Gerçek ya da kurgusal bireylerin şiddet eylemleri taklide yol açıyorsa, savaş gibi resmi bir şiddet eyleminin de bireylerin savaş sonrası eylemlerinde taslak oluşturması çok muhtemeldir. Ne de olsa savaşlar Devletin tüm yetki ve saygınlığını taşır ve savaşlarda öldürülen insan sayısıyla doğru orantılı olarak değeri artan “kahramanlar” açısından bakıldığında savaş da öldürme eylemini ödüllendirmektedir. Tabii savaşların her biri, ayrıca, kendine özgü benzersiz bir bahaneler ve amaçlar taşır: Kırım’ı güvenliğe kavuşturmak, Hollanda asıllı Güney Afrikalıların burnunu sürtmek, faşizmi durdurmak, komünizmi engellemek vb. gibi. Fakat savaşlara, kendilerine özgü koşullarından sıyırıp bakıldığında hepsinde de ortak olan şey, öldürme eyleminin belli amaçlara hizmet eden bir araç olarak onaylandığı, hatta ödüllendirilmeye hak kazandığı şüphe götürmez bir ahlak dersi olmasıdır. Savaşan bir ulusta, eri azından vatandaşların bir kısmı için bu ahlak dersinin etkisini koruyacağı anlaşılmaktadır. Bu nedenle savaşlar taklit edilen ya da model alınan şiddeti üretmek için gereken bütün unsurları (şiddet uygulanması sonucu çok sayıda ölüm, resmi himaye ve meşruluk, açıkça övülme, öldürmenin ve öldürenlerin ödüllendirilmesi) içeren çok güçlü bir şiddet biçimini oluşturur.
Savaşların, savaş sonrasındaki öldürme olaylarında taklit modeli oluşturduğuna dair kuramsal sebepler olsa da, bu meşru kılma hipotezinin sınanmasının pek karmaşıklıkla yüklü olduğu görülür. İlk bakışta, bu hipotezi destekleyen birtakım merak uyandırıcı gözlemler bulunmaktadır. Örneğin, Vietnam Savaşı sırasında Amerika Birleşik Devletleri’nde işlenen cinayetler ve ihmale gelmeyecek katliamların oranı 1963’de 4,5’tan (100.000 kişi başına) 1973’de 9,3’e çıkarak iki katına ulaşmıştır. Şaşırtıcı bir artışın görüldüğü bu durum, savaşın şiddeti miras bıraktığına dair tek başına inandırıcı bir kanıtı olarak kabul edilemez, çünkü bu yıllarda Birleşik Devletler başka pek çok toplumsal ve demografik değişmelere sahne olmuştur. Bu meşru kılma hipotezinin daha kesin bir şekilde sınanması için daha fazla sayıda örnek durum gerekmektedir, ancak bu şekilde savaşan toplumların çoğunda ölüm oranındaki değişmeler belirlenebilir. Bunlara ek olarak, meşru kılma hipotezinde yer alan çok farklı iki sorunun da açıklığa kavuşturulması önem taşımaktadır: (1) genelde savaşlardan sonra ölüm oranında artış olup olmadığı gibi görgül soru, (2) bu artışlara savaş zamanlarındaki hangi değişkenlerin neden olabileceği daha çok yorum getiren bir soru.
Yazarlar ve toplumsal konularla ilgilenen bilimadamları uzun zamandan beri savaşın şiddeti miras bıraktığından kuşkulanmış olmalarına karşın geçmişte bu kuşkuların üzerine giderek sınamaları mümkün olmamıştır. Bu sınamanın yapılmasına en büyük engel, şimdiye kadar öldürme oranları konusunda ulusal kayıtların alınmamış olmasıdır. Ulusların çoğu için yıllık öldürme oranlarına sahip olunamaması sonucu bu hipotezin sınanması mümkün olmamıştır. Biz üç yılı aşkın bir süreden beri Karşılaştırmalı Suç Veri Dosyası (KSVD) oluşturmaya başladık; bu dosyada, 1900-1970 yılları arasında, 110 ulus ve 44 büyük uluslararası şehirdeki öldürme ve diğer tacizlerin yıllık oranları yer almaktadır (bkz. Archer ve Gartner, 1976; ayrıca bkz. Archer, 1978; Archer ve Gartner, 1977)
KSVD’nin oluşturulmasıyla Devletin uyguladığı bir şiddetin bireylerin şiddetini de artırıcı bir etki gösterip göstermediği sorusunu yanıtlayabilmek ilk kez mümkün olmaktadır. Temel araştırma modelimiz, savaşan toplumlarda öldürme oranındaki değişmeler ile kontrol grubu olan savaşmayan uluslardaki öldürme oranlarındaki değişmelerin karşılaştırılmasını içermektedir. Denetim altındaki bu karşılaştırma, belli bir dönem içinde öldürme olaylarının her yerde artabilme olasılığına karşı önlem almak üzere tasarlanmıştır. Eğer savaşlar, savaş sonrası dönemlerde öldürme oranlarım tutarlı bir biçimde artırıyorsa, ancak o zaman aynı zaman biriminde, savaşan uluslardaki değişmeler savaşmayan uluslardakinden ayrılabilecektir. Savaş zamanının hareketliliği verileri yorumlamayı olanaksızlaştırdığı için, savaştan beş yıl öncesi ve beş yıl sonrası olmak üzere iki karşılaştırma dönemi seçtik (Archer ve Gartner, 1976b). Ulusların savaşa katılmasıyla ilgili kayıtlar, Singer ve Small (1972) tarafından yayımlanan ansiklopedik envanterden elde edilmiştir. KSVD’deki bu zengin tarihsel veriler on dört savaşın ardından ve birkaç ülkenin birkaç savaşlarda yer almasından dolayı toplam elli “ulussavaşı”nın ardından öldürme oranlarındaki değişmelerin incelenmesini mümkün kılmıştır.
- Bu yazı Cogito Dergisinin Şiddet konulu sayısından (Sayı 6-7) alınmıştır.