İş aslında Ergenekon çete yapılanmasının silah depolarından birinin ilk kez Ümraniye’de bulunmasından daha önce ortaya dökülmüş ve taraflar bugüne kadar pek değiştirmeden sürdürecekleri tavırları almışlardı.

Nokta dergisinin 2007 Nisan ayında bir kısmını yayımladığı Özden Örnek günlükleri başarısız kalmış bir darbe girişimini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu. O zaman bu günlükleri yayımlayan Nokta dergisine karşı alınan tavırlarla, bugün Ergenekon davası konusunda alınan tavırlar arasında büyük bir benzerlik var. Hatırlanacağı gibi, derginin birkaç hafta içinde yayın hayatına son vermek zorunda kalmasını, Kemalist, çağdaş, laik, ulusalcı, sosyal demokrat çevreler için için sevinerek izlemişlerdi. Hatta bazıları, “bu edepsizliğe son verilmesini” memnuniyetle karşıladıklarını ifade etmekten çekinmemiş, bu çevrenin medya tetikçileri zafer çığlıkları atmaktan geri kalmamıştı.

Dönem Cumhuriyet mitinglerinin devreye sokulmaya başlandığı, 27 Nisan muhtırasının koşullarının olgunlaştırıldığı, anayasa yargısının siyasal mücadele alanına çekilip, 1961 Anayasası’nın demokrasi açısından yüz karası tabii senatörlerinden oluşan bir tür senatoya, bir karşı-meclise dönüştürüldüğü dönemdi. Nokta dergisinin gözümüzün içine soktuğu Sarıkız ve Ayışığı darbe planları değil, bu günlüğü Nokta dergisine ulaştıran “laiklik ve TSK karşıtı çevreler”in niyeti daha çok sorgulanıyordu. Bugün Ergenekon davası konusunda şüpheci bir tavır sergileyenlerle, iki yıl önce Özden Örnek günlükleri konusunda günlüklerin içeriğine değil, bunu dergiye ulaştıran kaynağa önem verenlerin çoğunun aynı kişiler olması herhalde bir rastlantı değil. Bir zihniyet dünyası sürekliliğini ele veriyor.

Otoriter, topluma şüpheyle ve yukarıdan bakan, demokratik kurumlara güvenmeyen zihniyetin AKP hükümetine karşı laik statükonun nihai güvencesi olarak görmeye devam ettiği TSK’nın siyasal alanda göreli güç kaybetmesi karşısında duyduğu endişe, önce darbe günlüklerini, ardından Ergenekon davasını küçümseyen tavrın ardında yatan temel saiktir. Evlerde saklanmış, toprağa gömülmüş, TSK envanterine kayıtlı olması gereken silahların ardı ardına ortaya çıkarılması bu önemsizleştirme tavrını yakın tarihe kadar pek sarsmadı. Ancak Poyrazköy’de bulunan ve yakın bir tarihte gömülmüş olması ihtimali yüksek olan cephaneliğin ortaya çıkması üzerine göreli bir suskunluğun ortalığı kaplamasına şahit olduk. Poyrazköy gömüsünün tespit edilmesinden sonra merkez medya çeşitli yer ve zamanlarda ortaya çıkarılan savaş malzemelerinin toplu dökümünü vermeye başladı. Bu gömü ile ilgili olarak muvazzaf subayların da tutuklanması işin bir senaryo olmadığını çok açık biçimde gösteriyordu. Geriye suikast amaçlı etkili silahların askerî alanda ama Bedrettin Dalan’ın kurduğu vakfa ait bir arsada gömülü olmasının işaret ettiği ilişkileri çözmek kalıyor. Dalan’ın üniversitesindeki kasasından çıkan silah ve bol mühimmatı insan ister istemez düşünüyor.

Bütün bunları hâlâ bir senaryonun parçası olarak ele alma direncini, daha doğrusu imanını gösteren geniş bir laikçi, çağdaş görünümlü, kendi demokratlığı konusunda mangalda kül bırakmayan bir çevre var. Poyrazköy gömüsünün ve ikinci iddianamenin belgelerinde yer alan bir dizi somut olgunun da bu çevrede yer alanlar tarafından yeterince ikna edici bulunmayacağını tahmin edebiliriz. Buna karşılık, aynı çevre, Türk adli soruşturma geleneğinin bir parçası olan bazı hak ihlallerini öne çıkararak, Ergenekon soruşturmasını gayrımeşru ilan etmeye çalışmaktan geri kalmıyor. Bu çabaları Ergenekon davasının yol açtığı olumlu bir yan etki olarak ele almak mümkün. Bugüne kadar zanlı-sanık ayırımına dikkat etmeyen, gözaltı ve cezaevi koşullarını dert etmeyen, uzun süren yargılamaların aşırı bir insan hakkı ihlali olabileceğini dikkate almayan çevreler birdenbire sıkı bir adil yargılama militanı kesildiler. Ergenekon davası, kendini bu toplumun dokunulmazı gören çevrelerin de Türkiye’de temel insan hakları ihlallerinin somutta ne boyutta olduğunu bir parça görmelerini, hissetmelerini sağladı. Polis sorgusunda veya hapishanede işkenceyi, kötü muameleyi belli ki –ve iyi ki- tatmamış olsalar da, bu “saygın zanlılar” vesilesiyle medyada bir farkındalık yaratıldı. Bu insan hakkı ihlalleri konusundaki farkındalık, sadece kendine veya kendini yakın hissettiği kişilere dokunulduğu zaman dile getirilip, iş diğer zanlılara, örneğin polise taş attığı iddiasıyla aylardır tutuklu kalan çocuklara, PKK ile bağlantısı olduğu iddiasıyla tutuklanan DTP’lilere, yani “olağan zanlı ve suçlulara” sıra gelince aldırmazlık haline dönüşecek mi, bilmiyoruz. Nisan ayının ikinci yarısında yaşananlar, bu insan hakkı hassasiyetinin mağdurlar mavi kanlı olunca depreşmeye devam edeceği izlenimi veriyor.

 * * *

Ergenekon davasında aslında birbirine paralel giden iki dava var. Bir yanda eyleme geçmiş bir silahlı çete teşkilatlanması hakkında bir dava var. Danıştay suikastı davasının Ergenekon davası ile birleştirilmesi, bunu çok daha güçlü bir zemine oturtmaya aday. 1990’larda işlenen faili meçhul cinayetlerin üzerine gidilmesi de. Diğer yanda, darbeye hazırlık yapan sivil ve asker kişilerin anayasal parlamenter rejimi lağvetmeye ve ulusal egemenliği çiğnemeye teşebbüs etmeleri hakkında bir dava var. Bu iki dava arasında köprüler var. Bu köprüler, Ergenekon örgütlenmesinin hiyerarşik yapısına ait olmaktan ziyade, kişiler üzerinden oluşan geçişlere daha çok benziyor. Bu iki paralel davanın bütünüyle birleşip birleşmeyeceğini önümüzdeki dönemde iddianame dalgaları sona erip, iddia makamının elindeki tüm delilleri ortaya koymasından sonra göreceğiz.

Unutmamak gerekir ki, halen Özden Örnek, Aytaç Yalman ve İbrahim Fırtına gibi komutanların 2003-2004 yıllarında mesailerinin önemli bir bölümünü harcadıkları anlaşılan “darbe yapalım mı, yapmayalım mı?”, “yaparsak, nasıl yapalım?” merkezli icraatları hakkında savcılık herhangi bir suçlama dile getirmedi. İkinci iddianamede bu kişilerin dosyalarının şimdilik tefrik edildiği belirtiliyor. Darbe hazırlığı davasının bu kişileri kapsamadan devam etmesi pek kolay değil. Siviller için ağır bir suç olan hükümeti devirmek için çete oluşturmak eyleminin, emir-komuta hiyerarşisinin en üstünde yer alan asker kişiler için daha da ağır bir suç olması gerekir. Ceza kanununun “yakın ve gerçek tehlike” olarak tanımladığı duruma ikinciler birincilerden herhalde daha yakındır. Hilmi Özkök’ün tanıklığına başvurulması, aktif biçimde darbe görüşmelerinde bulunan, bunun öngörülen bazı aşamalarını hayata geçiren orgenerallerin de yargı önüne çıkarılmasının belki yakın olduğunu gösteriyor.

Ergenekon davasının Türkiye’nin demokratik geleceğini belirlemeye aday, Cumhuriyet tarihinin en önemli davalarından biri olması, bu dava vesilesiyle siyasi iktidarın veya o iktidarın destekçisi bazı çevrelerin siyasal öç alma girişimlerinde bulunma tehlikesini göz ardı etmemizi gerektirmiyor. İşte bu noktada, Ergenekon’un işlenmiş somut suçlardan hareketle yürütülen bir ceza davası olmayı aşarak, bir zihniyet dünyasını cezalandırmayı hedefleyen siyasal içerikli bir ceza davasına dönüşme riski ortaya çıkıyor. Bunu ÇYDD ve ÇEV yöneticilerinin gözaltına alınması, içlerinden bazılarının kısa süreli de olsa tutuklanmaları sırasında daha somut olarak hissetmek mümkün oldu.

Sorun cezai suç ile ideolojik suç arasındaki son derece önemli ayrımın, bazı Ergenekon davası gönüllü savcıları tarafından fütursuzca aşılmasında yatıyor. “Misyonerlik” ve “PKK” gibi -bu komünizm de olabilirdi- Türk sağının geleneksel teşhir temalarına başvurarak özellikle ÇYDD ve ÇEV’e karşı bazı çevrelerin birkaç yıldan beri yürüttüğü yıpratma savaşında Ergenekon davasını bir altın fırsat olarak değerlendirmeye çalışması değil burada kastettiğimiz. Bu münhasıran ele alınması gereken farklı bir muhafazakâr sağ fırsatçılığa işaret ediyor. İşaret etmeye çalıştığımız sorunlu tavır, böyle bir süfli karalama kampanyasına rağbet etmiyor elbette. Buna karşılık, “ÇYDD’nin hayır işi gibi gözüken çalışmalarının bile tümüyle ideolojik bir arka plana sahip olduğunu” ve bu arka planın darbecilerle aynı düzlemde yer aldığını hatırlatarak, bunun ÇYDD yöneticilerinin Ergenekon davasında doğal zanlı ilan edilmeleri için yeterli olabileceğini ima ediyor.

Demokratik bir toplumda, ideolojik arka plan suç karinesi değildir, olamaz. “Burs verme adı altında, ‘çağdaş çocuk’ yaratma projesi ve buradaki ‘çağdaşlığın’ modernizmin pozitivist ve Kemalist yorumundan nasibini almış olması” da herhalde cezai takibi gerektiren bir suç teşkil etmez. Daha da ileri gidelim: “ÇYDD’nin asıl misyonu(nun), toplumu laik olmayanların olası egemenliğinden korumak ve laik hegemonyayı genişletmek” olmasının da demokratik bir toplumda ceza yasasının kapsamı alanına girmemesi gerekir.

ÇYDD ve benzer telden çalan kuruluşlara hakim olan zihniyeti teşhir etmek, eleştirmek, demokratik toplumsal beraberlik açısından bu zihniyetin sergilediği son derece sorunlu dışlamacı tavırlarla ideolojik ve siyasal planda mücadele etmek gereği, ele geçen ilk fırsatta bunları mahkeme önüne sevk ederek öç almaya çalışanları mazur göstermeye dönüşmemelidir. Demokratik toplumlarda hegemonya mücadelesi, zor ve şiddet yöntemlerine başvurmadıkça meşrudur. Yüzeysel bir modernliği “bastırılmış bir faşizmin” içine yedirmeye çalışmak da, demokratik toplumda gözaltına alınma, evi aranma, tutuklanma gibi yaptırımları meşru kılmaz.

Zihniyet farklılığıyla mücadele zihniyet dünyasında ve siyasal alanda verilir. Halbuki Ergenekon davasının bazı sözcülerinin, “her yaptığını ideolojik olarak anlamlandıran ve militanca yapan biri” olarak tanımladıkları Türkan Saylan örneğinde takındıkları tavır son derece düşündürücü bir zihniyet polisliği eğiliminin ipuçlarını veriyor.

Zihniyet polisliği, zararlı veya tehlikeli bulunan bir zihniyete karşı ideolojik ve siyasal mücadele kanallarını kullanmanın yanında, polis ve yargı yoluyla da onu susturmaya, etkisiz kılmaya çalışmak demektir. Bu ise, kendine doğru düşünce tekelini atfetmekle başlayıp ve makbul olmayan zihniyetleri tespit ederek, onların şiddet ve baskıyla susturulmasını meşru görmekle devam eder. Bunun devrim adına, ulusun çıkarları adına, aklın hakimiyeti adına yapılmış çeşitli örnekleri tarihte mevcuttur.

Türkiye’de demokratikleşmenin doğal tezahürlerini bir “karşı devrim” olarak algılayan güçlü ve geniş bir zihniyet dünyası var. Bu karşı devrimin 1938’de mi, yoksa 1950’de mi başladığı konusunda kendi arasında ciddi ciddi yıllardır tartışan, 1960 darbesi veya 28 Şubat müdahalesi yarım kaldı diye hayıflanan bir otoriter aydınlanmacı, laikliği bir tür sınıf hakimiyeti aracı olarak algılayan, toplumsal çoğulculuktan ürken geniş bir çevre var Türkiye’de. Bunların içinde, AKP’nin iktidarı kaybetmesini her şeyden önemli bulanların çoğunlukta olduğunu da tahmin edebiliyoruz. Bu kişilerin, AKP’yi yıpratmak amacıyla Cumhuriyet mitinglerine katıldıklarını da biliyoruz. Ama bütün bunlar, bu zihniyet dünyasını eleştirmemizin, bunun arkasında yatan faşizan zihniyeti teşhir etmemizin, siyasal olarak var gücümüzle buna karşı mücadele etmemizin ötesinde herhangi bir yaptırımı meşru kılamaz. Bugün demokratlık bayrağını eline almış, herkese açık veya gizli darbeseverlik yaftası takmaya hazır bir görüntü verenlerin, bir soluk alıp, kendilerini neden ve nasıl zihniyet polisliğinin soğuk sularına salıvermiş olduklarını düşünmeleri gerekir.

Darbe ortamına toplumu hazırlamak amacıyla sivil toplum hareketliliği yaratmanın ilk sinyali 28 Şubat zamanında, artık sıranın “sivil kuvvetlerde” olduğunun ilan edilmesiyle gelmişti. 2002 sonrasında yeniden gündeme gelen ve birkaç kademeden oluşan darbe planının, sivil toplum aktivasyonu kısmının büyük ölçüde hayata geçirildiğini biliyoruz. Ancak burada da ufak gibi gözüken ama atlanması demokrasi açısından son derece tehlikeli bir detay var. Ergenekon davasında cezai anlamda suçlu olanlar, silahlı şiddeti örgütlemiş, cinayet işlemiş veya buna azmettirmiş, silah depolamış, yasadışı eylemlerde bulunmuş kişilerdir. Bu yasadışı eylemlere, kanunun kendilerine yasakladığı girişimlerde bulunanlar da dahildir. Kuvvet komutanlarının oturup, “darbe yapalım mı?” diye toplanması da cezai yaptırım gerektirecek ağır bir suçtur. Gazetecilerin, öğretim üyelerinin, sendikacıların, oda başkanlarının görev başındaki subaylarla yönetime nasıl el konabileceğinin değerlendirildiği toplantılar yapmaları da. Balbay günlükleri ve ikinci Ergenekon iddianamesinde yer alan diğer belgeler, bu konuda yeterince suç kanıtı ortaya koyuyor.

Buna karşılık, silahlı herhangi bir kalkışma hazırlığı içinde olmadan, sadece zihnî yakınlık nedeniyle bu darbeci çevrelerin örgütlediği yasal eylemlere katılmak, demokraside suç olamaz. Aradaki ince detay, kanıtlanmış suç ile niyet okumasının arasındaki farkta yatar. Böyle bir niyeti okur ve var gücünüzle bunu teşhir edebilirsiniz. Ama salt niyet okumasından suça vardığınız zaman artık zihniyet polisliğine soyunmuşsunuz demektir. “Darbeyi hayali bir şeriat tehlikesi ile dengelemek, demokratik değil epeyce yanlış bir duruş”tur diyerek, bu duruşun darbe girişimine yatkın bir eğimde yer almasını eleştirmekle, bu duruşun bir ceza suçu karinesi olarak ele alınmasını mazur görmek ve göstermeye çalışmak arasında büyük bir fark vardır.

Çağdaş görünümlü otoriter laikçi çevre demokrat olmadığı için mi cezai takibata uğramaktadır, yoksa darbe örgütlenmesi içinde aktif olarak yer aldığı için mi? Demokratlığın ilkeli değil stratejik olmayı gerektirdiğini zaman zaman dile getirmekten kaçınmayan kişilerin dediklerine bakılırsa, bu soruyu sormak bile “solcu veya liberal ama laik aydın üstkimliğinin” dışa vurması demektir. Onlara göre Ergenekon temizliği bu detaylara takılmamalı, yasaların suç olarak nitelediği eylemi yapanlarla beraber, iktidarın gölgesinde iş gören çevrelerin düşman bellediği zihniyet de suçlu muamelesi görmelidir.

Çünkü bu bir büyük arınma anıdır. Bu arınma sırasında zihniyet de eylem kadar suçludur. Belki daha da fazla.

Arınma anı sözüne mim koymakta yarar var. Bu vesileyle toplumsal arınma girişimlerinin tarihteki mümtaz temsilcileri sahnenin gerisinde yavaş yavaş belirmeye başlar. Ama o kadar uzağa gitmeye gerek yok. Örneğin, adalet tarihimizin yüzkaralarından biri olan Yassıada duruşmalarında yargılanan eylem miydi yoksa zihniyet mi diye sormak yeterli olabilir. Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan eylemleri nedeniyle mi asıldılar yoksa bir zihniyet dünyasının temsilcileri oldukları için mi? Ya Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan eylemleri nedeniyle mi yoksa zihniyetleri nedeniyle mi idam edildiler?

Ergenekon davasının Türkiye’ye gerçek bir demokrasi aşısı verecek bir dönüşüm olma yolunda ilerlemesi için, Ergenekon davasını destekleyen bazı çevrelerin gözü kapalı tarafgirliğinden de bu davanın kurtarılması gerekiyor. Demokrasi ile çok âlâkası olmayan kişilerin iktidarda olduğu bir ortamda, siyasal hesaplaşmayı Ergenekon davası üzerinden vermek isteyenlerin, bu davayı Yassıada davasının bir tür zıt kutuptaki versiyonuna dönüştürmeye iştahlı olmalarından endişe etmek, stratejik değil, tutarlı demokrat olmanın gereğidir. Ergenekon davası bir aşamaya kadar getirilmiş bir darbe hazırlığının ve cinayet, suikast ve tedhiş eylemlerinin hiçbir kişi ve kurum ayrıcalığı gözetmeden yargılandığı bir dava olmalıdır. Ve öyle kalmalıdır. Bu menfur girişimleri ve eylemleri besleyen zihniyeti teşhir etmek, yargılamak ise mahkemelerin değil, demokrat toplumsal güçlerin siyasal ve ideolojik alandaki görevidir. Aksi tavır, yargıyı siyasal mücadelenin vurucu silahı haline getirir. O zaman Yassıada duruşmalarına geri döneriz.

Bu yazı Birikim Dergisinin Mayıs 2009 sayısından alınmıştır.