Hayvan hakları hareketi geçtiğimiz yirmi yıl içinde muazzam bir gelişme gösterdi, hayvan hakları savunucuları da hayvanların deneylerde, gıda, tekstil ve eğlence sektörlerinde kullanılmasına etkin biçimde karşı çıktılar. Bu konuyu kamuoyunun gündemine taşımayı başardık. Yanık deneylerinde alev lambasıyla dağlanan tazıların ve domuzların, hiçbir işe yaramayan pahalı kafa yaralanması deneylerinde beyinleri “hızlandırılan” primatların korkunç görüntülerini herkesin görmesini sağladık. Süt danalarının doğduktan bir gün sonra annelerinden ayrıldığı, 50 santimetrelik “bataryalara” hapsedilip kas gelişimlerinin engellendiği, tüketiciler sırf “süt danası” yiyebilsin diye kansız olmalarını sağlamak için sadece sıvıyla beslendikleri konusunda hemen hemen herkesi bilgilendirdik. Hayvanlara yönelik kötü muamelelerin ardı arkası kesilmiyor, bugün ancak çok bilinçsiz ya da duyarsız insanlar, postmodern teknoloji toplumunda hayvanların çok kötü muamele gördüğü gerçeğini inkâr edebilir. Gelgelelim, solun bu konudaki tavrı hayvan hakları hareketini ya görmezden gelmek ya da bu harekete kuşkuyla, belki de düşmanca yaklaşmak oldu. Hayvan hakları hareketi solun nezdinde tam anlamıyla bir burjuva hareketi, esasen beyaz, üst sınıf, apolitik, hatta muhafazakâr bir hareket; hayvan hakları savunucuları da hayvanların çıkarlarını insanlarınkinden üstün tutan, çoğu zaman yoksulların çıkarlarına zarar vermeyi göze alan insanlar. İlericilerin bu tepkilerinin altında yatan belli başlı dört neden var: Bunların gerekçesini anlayabiliriz, ama kesinlikle meşru değiller. • Öncelikle ilericiler, tarihsel kökenleri itibarıyla, ev hayvanlarıyla ilgili olarak 19. yüzyılda gelişen orta ve üst orta sınıf mefhumlarına ve işçi sınıfının hayvanlara kötü muamelesine yöneltilen burjuva menşeli eleştiriye bağlı olan bir harekete mesafeyle yaklaşıyor. Buradaki örtük kabul şu: Bugün hayvan hakları felsefesinin, orta ve üst sınıf mülkiyet mefhumlarıyla bağlantılı olduğu düşünülüyor ve yalnızca işçi sınıfının hayvanlara kötü muamelesine karşı çıkıldığı iddia ediliyor. • İkincisi, her ne kadar çoğu aydınlanmış kimse hayvanlara “insanca” muamele edilmesini savunsa da, ilericiler şunu fark edemiyorlar ki hayvanlar başka bir kişinin özel mülkü olarak görüldüğü sürece onlara “insanca” muamele edilmesi söz konusu olamaz. Yani, özel mülkiyete şiddetle karşı çıkanlar, hayvanlar söz konusu olduğunda bu eleştirilerini bir yana bırakıp hayvanların özel mülk statüsünü kabul ediyor, kapitalist ya da sosyalist bir toplumda akla gelebilecek her türlü amaç doğrultusunda kullanılmalarında herhangi bir sorun görmüyorlar. • Üçüncüsü -ve belki de en temeli- ilericiler türcülük ya da tür ayrımcılığı mefhumlarını hiçbir zaman açıkça reddetmiyor. Biyomedikal endüstrinin ve tarım işletmelerinin propagandalarını benimsiyorlar ve sanıyorlar ki hayvan hakları hareketi ve türcülük doktrini, hayvan hakları ile insan hakları arasında denklik kuruyor ya da hayvanlara toplumun en yoksul mensuplarına ya da özürlülere kıyasla daha fazla hak tanınmasını savunuyor. Bunlar çok yanlış yorumlar, ama yukarıda da değindiğimiz gibi, hayvanları kullanmaktan çıkar sağlayan büyük işletmelerin sürekli olarak öne sürdüğü, ana-akım basında da yansımasını bulan iddialar. • Dördüncüsü, pek çok ilerici, hayvan refahına yönelik çabaları hayvan hakları mücadelesi sanıyor. Hayvan refahı anlayışı, çok muhafazakâr bir doktrindir ve mevcut durumu idame ettirmede büyük -genellikle parasal- çıkarları olanlar tarafından savunulması muhtemeldir (ki çoğunlukla böyle oluyor). Buna karşılık, birçok hayvan hakları savunucusu da hayvan hakları meselesine sanki solculara da, liberallere de, muhafazakârlara da hiç ayrımsız hitap edebilecek, siyasal açıdan “nötr” bir meseleymiş gibi yaklaşıyor. Bazı sözümona hayvan hakları savunucularının, hayvanlar dışında herhangi bir konuda kendilerine bir soru yöneltildiğinde sıklıkla “bu konuda ortak bir tavrımız yok” yanıtını vermesi, bu yaklaşımın en bariz tezahürü. Bu yazıda, hayvan hakları hareketinin tarihsel ve kuramsal temellerinin izini süreceğiz. Solun bu hareketi fena halde yanlış anladığı; bu hareketin solun duyarlılıklarına uzak ya da siyaseten tarafsız olmak şöyle dursun, doğru anlaşıldığı takdirde sola -hatta işçi sınıfına- ait bir hareket olduğu sonucuna varacağız. ELİTİST KÖKENLER? Howard Parsons Marx and Engels on Ecology adlı eserinde sosyal reformcuların hayvanların hayat koşullarının iyileştirilmesiyle doğal olarak ilgilendiğini, ama hayvanlarla ilgili kaygıların daha ziyade “varlıklı sınıflar, yüksek gelirli ya da profesyonel meslek sahibi insanlar arasında doğduğu”nu iddia eder; bu insanların da “kaynakların halk tarafından ya da sosyalist bir yönetimle denetlenmesi olasılığı karşısında elitist bir korku” içinde olduklarını ve “kendi özel mülklerini korumak istediklerini” belirtir. Bu görüş çerçevesinde işçi sınıfı reformun kurbanıdır, çünkü reformcular, zenginlerin -tilki avı gibi- kanlı zevklerini hedef almayıp, sadece alt sınıfların hayvanlara yönelik kötü muamelesini ortadan kaldırmaya çalışmakla hiç de adil olmayan bir yaklaşım benimsemişlerdir. İşçi sınıfı aynı zamanda reformun önünde bir engel olarak görülür. 19. yüzyıldaki hayvan deneyi karşıtı hareketin tarihini anlatan temel kaynak olarak değerlendirilen kitabın yazarı Richard French, hareketin başarısızlığa uğramasının nedeninin “işçi sınıfının derin kayıtsızlığı” olduğunu belirtir. Hayvan hakları hareketinin köklerinin yalnızca burjuva ideolojisine dayandığı görüşündeki sorun, tamamen yanlış olması. Hareket içerisinde kuşkusuz burjuva bir unsur yer alıyordu, ama bu unsurun rolü o kadar abartılıyor ki, sosyalist düşüncenin harekete doktrin düzeyindeki katkısı da, kadınların ve işçi sınıfının pratik katılımı da göz ardı ediliyor. 19. yüzyılda hayvanlarla ilgili kaygılar büyük ölçüde Bentham ve Mill gibi liberallerce, Shaw, Henry Salt, ve Edward Carpenter gibi sosyalistlerce dile getirildi. Bu insanların hepsi de hayvanların sömürülmesine karşı çıktı ve başka toplumsal davalarda da etkin olarak yer aldılar. Örneğin, hayvanların sömürülmesine karşı çıkan Frances Cobbe, kadınlar ile çocuklara yönelik şiddete ve pornografiye de yılmadan karşı çıkıyordu. Vejetaryen ve hayvan deneyi karşıtı olan Charlotte Despard, Kadınların Toplumsal ve Siyasal Birliği’nin genel sekreteriydi ve genel oy hakkı hareketini destekleyen etkinlikleri nedeniyle hapse girmişti. 1907’de Londra’da sendikacılar feministlerle ve hayvan deneyi karşıtlarıyla güçlerini birleştirip hayvan deneylerine karşı çıktılar, üstelik Engels’in erkek emeğinin yerini daha ucuz kadın emeğinin alacağı yönündeki uyarısına rağmen… “Old Brown Dog Riots” adıyla anılan bu eylem, bugün pek az insan tarafından biliniyor. Bu üç grup, Londra Üniversitesi’nden bir grup doktor ve tıp öğrencisiyle düpedüz savaş yaptı. Eylemcileri dağıtmak için atlı polislerin iki kez müdahale etmesi gerekti. Carol Lansbury, bu olaya ilişkin tarihsel incelemesi The Old Brown Dog’da, kadınların da işçilerin de tıbba kuşkuyla baktığını ve hayvanlar üzerinde yapılan deneylerde, kendileri üzerinde uygulanan baskının simgelerini gördüklerini anlatır. “Üzerinde deney yapılmak üzere canlı halde kesilip biçilen hayvan, kesilip biçilen kadını temsil ediyordu: Jinekoloğun masasına yatırılan kadını, zamanın pornografi edebiyatında teşhir edilen kadını.” Lansbury, tedavi görmeye paraları yetmeyen kadınların, tıp öğrencilerinin eğitiminde model olarak kullanılmak için gönüllü olmaya zorlanmak suretiyle nasıl birer eğitim aracı haline getirildiklerini ayrıntısıyla ele alır. Derslerin malzemesi haline getirilen kadınlar, haysiyetlerini ayaklar altına alacak şekilde, vücutlarının çeşitli yerlerini elleyip duran onlarca öğrencinin bakışları altında, bir doktor tarafından muayene ediliyor, birer nesneye dönüştürülüyorlardı. İşçilerin, hayvanların deneylerde kullanılmasına karşı çıkma nedeni, “o hayvanlarda kendi suretlerini görmeleri”ydi. Çoğunluğun çıkarları uğruna azınlığın acı çekmesini meşru sayma yaklaşımı burada da kendini gösteriyor, işçi sınıfı ve işsizler kendi rızaları olmaksızın “deney nesneleri” haline getiriliyor, yoksul insanların cesetleri çoğunlukla anatomi uzmanlarının teşrih odasında son buluyordu. Mezbaha işçileri bile öldürülecek hayvanlara işkence edilmesine karşı çıkıyordu. Mezbaha işçileri sendikasından bir yetkilinin 10 Haziran 1990’da Washington D.C.’deki Hayvanlar İçin Yürüyüş’te yaptığı konuşma, mezbaha işçilerinin bu konudaki duyarlılığının günümüzde de devam ettiğini gösterir. Sendika yetkilisinin hayvanlar adına yaptığı ateşli konuşma, işçilerin de hayvanların da sömürülmekte olduğu gerçeğini gördüğüne, sendikasının bu hayvanlar için duyduğu kaygıya işaret eder. Son dönemde yaşanan bir trajedi, bu noktayı bir kez daha gözler önüne serdi. Mart 1992’de, çoğu siyah kadınlardan oluşan yirmi beş kişi North Carolina’daki bir tavuk işleme fabrikasında çıkan yangında hayatını kaybetti. Fabrikanın sahipleri, işçiler tavuk çalmasın diye yangın çıkışlarını kapatmıştı. İşçiler de hayvanlar da, fabrika sahipleri onları gözden çıkarılabilir birer meta olarak gördüğü için öldü. Bu nedenle işçi sınıfının hayvanların içinde bulunduğu kötü durumla ilgilenmesine şaşmamak gerek. Marx hayvan hakları fikrini muhtemelen savunmazdı, ama şunu da unutmamak gerek: Marx’ın, insan hakları fikrine de özellikle ilgi göstermediğini görmezden gelmek, birçok solcunun işine geliyor. Dahası Marx hemen hemen bütün kurumları eleştirmiş olsa da, eserlerinde “bilim”i diğer kurumlardan üstün gördüğüne işaret eden birçok unsur var. Marx, “nesnel” olacağı varsayılan ve bilim insanları tarafından öğrenilen bilginin, işçi sınıfını komünist toplum hedefine götürmeye yardımcı olacak güçlü teknolojik araçlar yaratacağını düşünüyordu. Her halükârda, haklarla ilgili yaklaşımı ne olursa olsun, Marx hayvanlar ile insanlar arasındaki en temel farkın “bilinçli hayat etkinliği” dediği şey bağlamında ortaya çıktığını düşünüyordu. Ona göre insan, hayvanlardan farklı bir şekilde bilinç sahibidir – insan “bizatihi hayat etkinliğini iradesinin ve bilincinin nesnesi haline getirir”ken, hayvan “hayat etkinliğiyle bir ve aynıdır.” Marx bu fikri Hegel’den almış olabilir. Hegel de hayvanların kendi kendilerinin bilincinde olmadıklarını düşünüyordu. Ama Marx’ın yararlanacağı tek kaynak Hegel değildi: Descartes da buna benzer düşüncelere sahipti. İndirgemeci bilimsel yöntemine göre, hayvanlar ne bilince ne de hissetme yetisine sahipti. Ne olursa olsun, Marx (aynı şekilde Hegel ile Descartes da) şüphesiz yanılıyordu. Bugün hayvanların büyük çoğunluğunun bilinç, hissetme yetisi ve zekâ sahibi olduğundan kuşku duyacak pek az insan olsa gerek. Haklar meselesini bir yana bırakalım, insandışı hayvanların, en azından, kapitalist bir sistemde çok temel yönlerden “yabancılaştırıldıklarını” söylemek hiç şüphesiz mümkündür. Hollandalı filozof Barbara Noske’nin dikkat çektiği gibi, sanayi ve orduyla yakın bağları olan hâkim kapitalist tarım ve biyomedikal araştırmalar bağlamında, hayvanlar esasen birer “makine” muamelesi görüyor. Kafeslerde tutuldukları için, vücutlarının doğal olarak gereksinim duyduğu birçok hareketi yapamadıkları için kendi doğalarına yabancılaşıyorlar, başka hayvanlara yabancılaşıyorlar, doğal ortamlarına yabancılaşıyorlar. O halde, hâkim görüşün aksine, hayvanların gördüğü muameleyle ilgili duyarlılık elit kesimle sınırlı değildi, kadınlar tarafından, işçi sınıfı tarafından, solcu entelektüeller tarafından paylaşılıyordu. Hayvanların hayat koşullarıyla ilgilenen burjuva unsurlar vardı şüphesiz, onlar da en başta, sahiplerinin malı olarak görülen kedi köpeklerle ilgileniyorlardı. Ama modern hayvan hareketinin gelişimindeki yegâne, hatta başat rolü bu unsurlara atfetmek kesinlikle yanlış olur. HAYVAN REFAHI YAKLAŞIMI VE HAYVANLARIN MÜLK STATÜSÜ Birçok ilerici, hayvan refahı yaklaşımını meşru görür ve hayvanlara olabildiğince “nazik” davranmamız gerektiğini savunur. Gelgelelim, hayvanların herhangi bir hakkı olduğu fikrini reddederler. Belli koşullar altında, hayvanları çeşitli şekillerde sömürmenin meşru olduğunu düşünürler. Ama buradaki sorun şu: Hayvan hakları anlayışına karşılık hayvan refahı anlayışı, hayvanların içinde bulunduğu durumu iyileştirmede, hatta çektikleri acıları azaltmada bile asla işe yaramaz. İnsanlardan farklı olarak hayvanların herhangi bir hakka sahip olamayacağı savunulur. İngiliz Uluslar Topluluğu ülkeleri ile ABD’nin mevcut hukuk sisteminde ve hemen hemen bütün Avrupa ülkelerinin medenî kanunlarında, hayvanlar insanların malı olarak görülür: Sadece birer “nesne”dir onlar. Kuşkusuz, hayvanların mülk statüsünü değiştirme ve hayvanlara hak tanıma yolunda görünürde bazı değişiklikler içeren, en azından insanlara hayvanları dolaysız olarak ilgilendiren bazı sorumluluklar yükleyen birçok yasanın çıkarıldığını inkâr etmiyoruz. Ama bu yasalar hayvan refahı yaklaşımını temel alıyor. Bu da, hayvanların insanların malı olduğunu kabul eden, “insanca” yollarla ve “gerekli” olduğu sürece sömürülmelerinde sakınca görmeyen bir yaklaşım. Hukuk sisteminde hayvanların mülk olarak değerlendirilmesinin nedeni ortada: Kapitalist toplumumuzda hayvanların sömürülmesi işlevsel açıdan vazgeçilmez. Gıdadan savunmaya, kozmetikten tekstile, ilaç sektörüne kadar neredeyse bütün sanayi kollarında hayvanlar ya da hayvan ürünleri kullanılıyor. Hayvanların mülk statüsü, kölelere sahiplerinin, kadınlara eşlerinin ya da babalarının malı olarak muamele edilmesinden hiç de farklı değil. Hissetme yetisine sahip varlıkların köle ya da mal statüsüne indirgendiği hiçbir durumda, “sahip”leriyle aralarında çıkan çıkar çatışmasında kazanan taraf onlar olmayacaktır. Köle sahiplerinin kölelerini nedensiz yere öldürmesini yasaklayan kanun hiçbir zaman uygulanmadı, çünkü mahkemeler kendi “mal”ına kasten zarar veren bir kişinin geçici delilik yaşadığına karar veriyordu. “Parmak hesabı” ifadesi, erkeklerin eşlerini başparmaklarını geçecek kalınlıkta bir sopayla dövmesini yasaklayan bir kanuna dayanır. Bu, kocalarının malı olarak görülen ama ahlakî muameleyi de hak ettikleri düşünülen kadınları korumak amacıyla tasarlanmış “refah temelli” bir yasaydı. HAYVAN HAKLARI? Sol şu soruyla asla yüzleşmedi: İnsandışı hayvanlara, hukukî statülerini belirlemek amacıyla, mal muamelesi etmek ahlakî açıdan kabul edilebilir mi? Sol bu soruyla hesaplaşmadığı için, hayvan refahı kuramını destekleyip hayvan hakları kuramını göz ardı etti. Ama böyle yapmakla, hayvan hakları hareketinin temelinde yatan güçlü bir doktrini de görmezden geldi. Bu doktrin, “türcülüğün”, yani tür ayrımcılığının reddidir. Türcülük, bir varlığın ahlakî cemaate dahil olup olamayacağına hangi türün üyesi olduğuna bakarak karar vermektir. Ama türün ahlakî açıdan belirleyicilik mertebesine yükseltilmesi, ırkın ya da cinsiyetin böyle bir mertebeye yükseltilmesinden farklı değil. Tür ayrımcılığını reddetmek, farklı türler arasında ahlakî değerlendirme bağlamında önemli olacak bazı farklılıklar bulunabileceğini reddetmek ve bütün türlere aynı muameleyi göstermek anlamına gelmez. Sadece, farklı muamelenin tek gerekçesi olarak türü gösteremeyeceğimiz anlamına gelir. “Hak” kavramını hayvanları da içine alacak şekilde genişletmeyi savunan Tom Regan, algılama, hatırlama, arzulama, kendinin farkında olma, gelecek duygusu taşıma ve hissetme yetilerine sahip olan bütün hayvanları “bir hayatın öznesi” olarak adlandırır ve biyolojik anlamda canlı olmanın yanı sıra psikolojik bir kimlik duygusuna da sahip olduklarını savunur. Bir hayatın öznesinin hayatı, başkaları o hayata ne değer biçerse biçsin, kendi içinde değerlidir. Regan kendi içinde değer taşıyan canlılara zarar verilmemesi gerektiğini savunur. Kuşkusuz, hayvanların hak sahibi olduğunu kabul ettikten sonra, ne gibi haklara sahip olduklarını da belirlememiz gerekir. Bu yazıda bu hakların tam bir listesini sunmak gibi bir amacımız yok. Ama herhangi bir hak sahibine en başta tanınması gereken hak, mal yerine konmama hakkıdır. Bir hayvanın mal yerine konmama hakkına sahip olduğu kabul edilirse, hayvanların deneylerde veya gıda sağlamak ya da eğlendirmek amacıyla kullanılmasını meşrulaştırmak zor, hatta belki de imkânsız hale gelir. Hayvan haklarıyla ilgili tartışmada, hakları hayvanları da içine alacak şekilde genişletmek zorunda olmadığımızı, çünkü hayvanların ahlaken hak sahibi olamayacaklarını iddia edenler oldu. Bu teze göre haklar insanlar tarafından yaratılmıştır ve sadece insanların hak talebinde bulunması uygundur. Tarihsel açıdan haklar kökenleri itibariyle ayrıcalıklı bir elitin ürünüydü. Magna Carta’nın imzalanmasında işçi sınıfının payı yoktu. Hak kavramı giderek daha geniş kesimleri içine alacak şekilde genişletildi, yoksa hak kavramının başından beri bütün insanları ve yalnızca insanları kapsaması düşünülmemişti. Bugün hukuk, ne hak kavramının oluşturulmasında rol oynaması ne de herhangi bir yükümlülük taşıması söz konusu olabilecek çocuklara ve zihinsel özürlülere de haklar tanıyor. Hayvan hakları söz konusu olduğunda çetin soruların gündeme gelmesi kaçınılmaz, ama aynı durum insan hakları için de geçerli. HAYVAN ÖZGÜRLEŞMESİ İNSAN ÖZGÜRLEŞMESİDİR Türcülüğün reddi, diğer önyargı biçimlerinin de reddedilmesi gereğini içerdiği için güçlüdür. Hayvan hakları savunucuları hayvanların sömürülmesine ahlaken yanlış olduğu için karşı çıkarlar. Çünkü hayvanların sömürülmesi, ahlakî cemaate ait olma kriterinin keyfî ve ahlakla ilgisiz bir biçimde belirlenmesine dayanır – tıpkı ırkçılık, cinsiyetçilik ya da homofobi gibi. Türcülük insandışı hayvanların iktisadî çıkar adına sömürülmesine göz yumar, tıpkı iktisadî adaletsizliğin işçi sınıfının sömürülmesine yol açması gibi. Hayvan haklarının tanınması yoksulların çıkarlarına ters düşmez; bilakis, onların yararınadır. Hayvancılık sadece ekolojiyi tahrip etmekle kalmıyor, yeryüzünün bütün sakinlerini besleyecek kadar gıda üretilmesini de engelliyor. Hayvan hakları savunucusu bütün hayvanlar için adalet talep eder – insan ya da insandışı. SONUÇ Türcülüğe karşı çıkmak, kapitalizmde bütün ezilenlerin sömürülmesine karşı çıkmayı gerektirir; insan hayvanların [human animals] ezilmesine karşı çıkan bütün solcular, kendilerine şu soruyu sormalı: Neden haklar söz konusu olduğunda, yeryüzünü paylaştığımız, hissetme yetisine sahip diğer canlıları dışarıda bırakıyorlar? Buna karşılık, hayvan hakları hareketi içerisindeki insanların da şunu anlaması gerek: Tutarlı bir hayvan hakları hareketi, bütün canlılar için adalet talebinde bulunmalı. Aksi halde hareketimizin insanları umursamadığı eleştirisini haklı çıkarırız. ABD’nin son dönemdeki askerî faaliyetleri ve gizli soğuk savaş taktikleri sonucu dünya çapında demokrasinin yayıldığı iddialarına rağmen, dünya ekonomisi büyük bir tehdit altında. Giderek daha çok sayıda iktisatçı kapitalist sistemin dağılmakta olduğunu ve yerine başka bir sistemin getirilmesi gerektiğini kabul ediyor. O başka sistemin neye benzeyeceği, özgürleşme için yola çıkan bütün kardeşlerimizi kucaklamak konusundaki kararlılığımıza ve istekliliğimize bağlı. http://www.animal-law.org/library/left.htm adresinde yer alan, “The American Left Should Support Animal Rights: A Manifesto” başlıklı metinden derlenmiştir. -Bu yazı Birikim Dergisinin Temmuz 1995 sayısından alınmıştır.
|