Bu çalışmada hoşuma giden bir başka şey de kendimi Spinoza’yı düşünürken özerkleşmiş hissetmem. Spinoza’nın gerçekten ne söylemiş olduğunu bulmak ya da bilmek (mümkünse tabii bu) ve bundan yola çıkarak bir şeylere ulaşmak gibi kaygıların ötesinde, dalgaların arasında bir oraya bir buraya savrulan mantar gibi, edebi metinler arasında gidip gelmenin mutluluğunu yaşıyorum.

2000’li yıllarda, neredeyse 80’li yılların başlarında tasarladığımı hayata geçirdim ve sonunda Spinoza üzerine yazmaya başladım. Ama belli bir konu üstüne yoğunlaştığım tüm çalışmalarda olduğu gibi, bunda da beni tedirgin eden bir şey vardı. Bilimsel çalışma, deyim yerindeyse kuyu açar gibi derine inmeyi gerektirdiği ölçüde, çevreye doğru yayılmayı engelleyen bir çalışma türüydü. Spinoza üstüne çalışırken de, okuyabileceğim dillerde onun hakkında yazılmış tüm kitaplara ulaşmaya çalışıyordum. Ama belli sayıyı aştıktan sonra okuduğum her kitapla, yeni bir şeyle karşılaşma umudum da azalıyordu. Yine de, “belki” diyerek, çarpıcı bir tek cümle ardında koşarak, karşıma çıkan hiçbir metni geri çeviremiyordum. Ama aynı ölçüde, okumak istediğim birçok şeyi, Spinoza’yla ilgisi olmadığı için, içim yana yana görmezden geliyordum. Sonunda acıyla kabullenmek zorunda kaldığım gerçek şuydu: Bir kitap okumak için yaptığım her seçim, aynı zamanda binlerce kitap okumamak için yaptığım seçimdi (mazoşist olduğumdan, “binlerce şey yapmamak ya da yaşamamak için” demiyorum) ve ben akademik çalışma yaptıkça cahilleşiyordum. Haydi cahilleşme bir yana, istediğimi yapamadığım için mutsuz oluyordum. Edebi metinlerden giderek uzaklaşıyor, aklıma eseni okuyamıyor ya da keyifli okumaları sürekli erteliyordum. “Emekli olduktan sonra okurum,” diye kenara koymaya başlamıştım bazı kitapları, ama bu da ölmeyi beklemek gibi bir şeydi.

Bu çıkmazdan da Spinoza sayesinde kurtuldum (Ellerini ovuşturarak, “Diğer çıkmazlar neydi, onları da söyle, haydi söyle,” diyenleri duyar gibiyim, ancak heveslerini kursaklarında bırakacağım). Ama zorunlulukla, asla tesadüfen değil… Magazine Littéraire’in, Spinoza dosyasıyla donanmış bir sayısı elime geçti ve hayatım değişti. Bu sayıda, makalelerin çoğu Spinoza düşüncesine ayrılmıştı, ama aralarından yalnızca biri bazı edebi metinlerden yola çıkarak, Spinoza’ya bu metinlerde nasıl yer verildiğini anlatıyordu. Bu yaklaşımdan esinlenerek, o sırada yazmaya başladığım Varolma Direnci ve Özerklik’in bir bölümünde ve “Spinoza’da Özgürlük Sorunu” başlığı altında, Spinoza düşüncesinin izini edebi metinlerde sürmeye karar verdim. Böylece, farkında olmadan çok verimli bir alana atlamış olduğumu da kısa sürede fark ettim. Çünkü kitaplar beni başka kitaplara yolladı. Bir bölüm olarak tasarladığım metin giderek şişmanladı. Hoca’nın kazanı gibi doğurdu ve ortaya, içinden çıktığı Varolma Direnci ve Özerklik’ten özerkleşen yeni bir kitap çıktı: Özgürlüğün Geleceği Yoktur… Varolma Direnci ve Özerklik’e çoktan son noktayı koydum, ama Özgürlüğün Geleceği Yoktur’un, bir son anlamında geleceği yok gerçekten, şişmanlamaya devam ediyor. Çünkü Spinoza’ya gönderme yapan o kadar çok edebi metin var ki, bu çokluk, “Edebiyat ve felsefe birbirine en yakın iki daldır” doğrusunu bile anlamsız kılıyor. Beni de mutlu ediyor. Çalışma masamın üstünü romanlarla, öykü ve şiir kitaplarıyla donatabiliyorum artık ve, “Ne yapıyorsun yahu?” diyenlere, göğsümü gere gere, “Çalışıyorum,” diyebiliyorum.

Örnek olarak da 19. yüzyıl Almanyası’nda, edebiyatla felsefe arasında, üstelik de Spinoza üstünden kurulmuş olan ve neredeyse her bir edebiyatçıyı aynı zamanda bir felsefeciye, her bir felsefeciyi de edebiyatçıya dönüştüren Romantik akımı ve Panteizm kavgasını gösterebiliyorum. Bir felsefeci olduğunu kimsenin reddedemeyeceği Nietzsche’nin metinlerinin felsefe/edebiyat ayrımını anlamsızlaştırdığından, Hölderlin’in şairliğinden aşağı kalmayan felsefeciliğinden dem vurarak, Heine’ye, Büchner’e ve diğerlerine uzanarak…1 Neşeyle

Bu çalışmada hoşuma giden bir başka şey de kendimi Spinoza’yı düşünürken özerkleşmiş hissetmem. Spinoza’nın gerçekten ne söylemiş olduğunu bulmak ya da bilmek (mümkünse tabii bu) ve bundan yola çıkarak bir şeylere ulaşmak gibi kaygıların ötesinde, dalgaların arasında bir oraya bir buraya savrulan mantar gibi, edebi metinler arasında gidip gelmenin mutluluğunu yaşıyorum. Spinoza’yı iyi bilenler kadar bilmeyenlerin de aralarında bulunduğu ve neredeyse her biri Spinoza’dan farklı anlam çıkaran birçok yazarın Spinoza’larıyla karşılaşmanın mutluluğunu yaşayarak… Ve bazen Spinoza’dan bile kurtularak, bir edebi metin içinde, Cortázar’ın deyimiyle yazarın suç ortağı olarak…2

Uzun ve bitmez tükenmez bir suçortaklığı bu elbette. Ama burada yalnızca birkaç kitapla yazarlarından söz etmek ve edebi metinler üstünden Spinoza’nın nasıl hayatımın içine girdiğini ve bana bazı dersler verdiğini göstermek istiyorum. Özellikle de Spinoza düşüncesinden çıkarılabilecek ilk dersin, tabiatımıza hiç uygun olmayan bir “alçakgönüllülük” dersi olduğunu göstererek… Kendimize rağmen aldığımız bir ders…

Pierre Macherey’den öğrenmiştim Leduc’ün Piç (La Batârde) adlı kitabında Spinoza’dan sözettiğini.3 O sıralarda beni ziyarete gelen bir doktora öğrencisine bunu anlatmış, sonra da küçük bir gösteriye kalkışmıştım. Piç sahaflarda çok bulunan kitaplardan biridir. Zamanında ülkeye gereğinden fazla gelip, satılamayarak kenarda köşede kaldığı için herhalde ya da şeylerin bir başka gerçek nedeniyle… Sahaf vitrinlerini zorunlulukla süsleyen bu tür kitaplara çok rastlanır. Örneğin makul herhangi bir sahafta, Graham Greene’in bir kitabını bulmamak imkânsızdır… Bu kişisel deneyime dayanarak, öğrencime, “Şimdi hemen Sahaflar Çarşısı’na gidelim ve karşımıza çıkan ilk dükkândan Piç’i alalım,” dedim. Şaşkın şaşkın suratıma baktı, ama itiraz etmedi. İyi ki etmemiş. Çünkü gerçekten de dediğim oldu. Elbette Beyazıt’ta olmayan bir Sahaflar Çarşısı’nda, girdiğimiz ilk sahafta Leduc’ün kitabını bulduk. Öğrencimin bana hayranlık duyduğundan emin olmanın yanında, kendimle iftihar ettiğimi de söylemeliyim; kitap kurdu biri olarak… Ama bu kitap kurdu, kısa bir süre sonra, Piç’i almak için bu kadar yorulması gerekmediğini, kitaplarının arasında daha önce almış, okumamış ve unutmuş olduğu bir Piç’le karşılaştığında öğrendi ve ikinci Piç’i, daha önce karşısında şişindiği öğrencisine hediye ederek, kendisiyle iftihar etmeyi kısa bir süre için kesti…

Ama ne de olsa insan ve uzun süre alçakgönüllü kalmak mümkün değil…

Edebi metinlerde Spinoza’yla sık sık karşılaşmak beni, bir süre sonra, kendinden menkul sandığım eşsiz! sezgilerime başvurma konusunda kışkırttı ve tahmin yoluyla, Spinoza’dan söz eden kitapları kendi kendime bulabileceğime inanır oldum. Hakkımı da çok yemeyeyim, buldum nitekim; ama bu, beni yönlendiren sayısız etkenin önemini yok edemez… Etkenlerden biri de benzerlik inancıydı. Söz konusu kitaplar, okumayı sonsuz bir mücadeleye dönüştüren çok çetin kitaplar, Etika’nın yoldaşları ve rakipleri, yani hayatın tamamını anlatmak gibi müthiş bir iddiayla yazılmış kitaplar olmalıydı…

Ve elbette bunlardan biri olsa olsa Musil’in Niteliksiz Adam’ı4 olabilirdi. Musil’in felsefeye ilgisi, hayatını yazmayla özdeşleştirmesi ve onu Niteliksiz Adam’ın bitmeyen yazımına adaması, paraya gerçek anlamda dokunamayacak kadar dünyanın dışında kalması, genelde Yahudi sanatseverlerin desteği sayesinde başka şey yapmadan kendisini kitabına verebilmesi, Nazizmin gelişiyle hem bu destekten mahrum kalışı hem de ülkeden kaçışı ve İsviçre’de yoksulluk içinde ölüşü gibi unsurlar, sanırım kitabı ve yazarını cazip kılmıştı benim için. Hani Spinoza’yı anlamayan yazarlar bile, “Söylediklerinde güzel bir şeyler var, genel olarak bunu seziyoruz” derler ya, bir düşüncenin sadece baskıcı zihniyete uygun olmadığını sezmek bile, insanı ona itebilir. Etika’ya itebileceği gibi… Yıllar önce, Genç Törless’i5 ve bazı öykülerini okuduktan sonra, Spinoza’dan henüz haberdar olmadığım dönemde, Niteliksiz Adam’ın her biri kaldırım taşı gibi üç cildini getirtmemin nedeni de sanırım kitapta güzel bir şeyler olduğunu sezmemdi. Aklımda kalan da şu: Birinci cildi okumaya kalkışmış ve başarısız olup hemen başlarda bırakmıştım. Neredeyse otuz yıl sonra, kitabı bu kez içinde Spinoza’ya rastlamak için okudum. Buldum da onu birkaç yerde. Aslında Musil’in Spinoza’dan çok Nietzsche’ye yakın olduğunu görerek ve kitaba da yazarına da sonsuz bir hayranlık duyarak… Ama keşfimle6iftihar etme fırsatı bulamadım, yine… Çünkü başlarında bıraktığımı sandığım kitabın birinci cildinin neredeyse son sayfalarından birinde otuz yıl önce düştüğüm bir notla karşılaştım… Kısacası, otuz yıl sonra ikinci kez okuyup hayran olduğum kitap, yirmi yaşındayken üzerimde hiçbir etki yaratmamış, beni hiçbir tutamağımdan yakalayamamış, kaybolup gitmişti…

Kitap okumak nedir acaba?.. Bazı yazarlar Etika için, “Sürekli okunacak ve hep yeni dersler çıkarılacak kitap” dedirtirler ya kahramanlarına edebi metinlerde, acaba hangi kitap böyle değildir? Yaşa göre, zamana göre, mekâna göre, ruhsal durumumuza göre, şeylerin sonsuz gerçek nedenlerine göre aynı kitap başka şeyler anlatmaz mı hep? Okudum da ne oldu? Kalan tortu mu yalnızca beni ben yapan?..

Niteliksiz Adam denince, akla gelen bir başka iddialı eser kaçınılmaz olarak Joyce’un Ulysses’i olur tabii. Musil’i kızdıralım bir kez daha! Niteliksiz Adam’ın Ulysses’le kıyaslanmasına pek öfkelenirmiş ya! Aslında haklı; bu iki kitabın birbirine benzetilebilecek yanları yok. Kitapların yazılmasındaki o müthiş iddia dışında… ki Spinoza ve Etika da burada devreye girer. Ve fakir, lise yıllarında okuyup gerçek bir başağrısı olduğunu düşündüğü Ulysses’i, içinde Spinoza bulmak için yeniden okumaya cesaret eder, yine bir otuz yıl sonra… Bazı kitaplar, düpedüz ve dümdüz okunmak için yazılmamıştır; okurlarından basit bir entrika hazzı beklemez, onları kendileriyle boğuşmak gibi titanesk bir göreve çağırırlar. En azından Cortázar’ın Seksek’te okurundan beklediği budur. Joyce da, “Neyi anlatmıyor acaba?” dedirttiği kitabında Spinoza’dan söz edecek, bu satırların yazarı ise kitabı yeniden okumasına yol açan mazoşizmini taçlandırmış özgün buluşuyla bir kez daha iftihar edecektir. İftiharın sonu yok; zavallılık gibi, gidebileceği yere kadar gider o da… Keşfim şuydu, önemsiz birkaç gönderme dışında; sayfa 328’deki şu pasaj yani: “Çok güzel görünüyordu. Safran renkli göğsü açık giysisi, nesi varsa meydanda. Nefesi her daim bir şey sormak için eğildiğinde tarçın kokardı. Zavallı babacığımın o kitabında Spinoza’nın söylediği şeyi ona anlatmıştım. Dinlerken ipnotize olmuş gibiydi.” Gözleri faltaşı gibi… “Sonra eğilmişti. Adamın birinin protokol kısmından opera dürbünüyle kadının içine içine bir bakışı var. Müziğin güzelliğini iki kez dinlemeden anlayamazsın.” Oysa tabiat ve kadın, göz açıp kapayana kadar… Değil mi efendim? Ne kadar hoş, hayatın ta kendisi: Bir konser sırasında, locadaki adamın yanındaki kadına duyduğu ilgi anlatılıyor ve adam asla yapılmaması gereken şeyi yapıp, kadına bir filozoftan ve felsefeden söz ediyor; ama hayat yalnızca bu değil tabii, müzik var, tabiat var, karşı locadaki adam ve bir baba var ve daha namütenahi şey var… Bilincin sonsuz akışı kısacası… Eğer iş burada kalsaydı, bu konuda anlattıklarımı ya da yazdıklarımı böyle sonlandıracak ve övgüleri –elbette “alçakgönüllülükle!”– kabul edecektim… Olmadı, kısmet değilmiş. İnternet icat olmuş, mertlik bozulmuş meğer… Bir edebiyat sitesine, “Spinoza-Ulysses” yazarak girince, kitabı ikinci okumamda tüm dikkatime rağmen atladığım bir başka Spinoza’yla karşılaştım. Hem de ne bağlamda! Bu kez sayfa 827’de, yani tam 499 sayfa sonra, 328. sayfada bir erkeğin gözünden anlatılmış olan olayın “asimetrik” karşılığı, “Spinoza ve müzik dinleyen” kadından, hayata ilişkin müthiş bir Joyce karmaşasının ortasında, Spinoza’yı da doğrulayan biçimde, damdan düşer gibi geldi ve bisikletli bir pipo geçti… İki insan, aynı ortamda, kendilerini çeviren şeylerden zorunlu olarak farklı etkileneceklerdi: “Ama elinde dürbün tepeden bana bakan o şık beyefendiye pas vermediysem öbür tarafımda Spinoza’dan dem vuran adama ve de sanırsam milyonlarca yıl önce mortoyu çekmiş olan ruhuna da hakeza o kritik vaziyette pek ilgilenmişim gibi öne eğilmiş…”

İnsanın kendisiyle alay edildiği duygusuna kapılmaması mümkün mü? Yalnızca Spinoza’yı ararken (kaçırdığım başka Spinozalar da olabilir) Joyce’un oynadığı oyun bu bana. Ve kimbilir böyle ne kadar çok oyun var Ulysses’de. Kitabın tamamını çözmek için, belki hayat boyu ondan başka bir şey okumamak gerekebilir. Boynumuzu eğelim ve geri çekilelim. Spinoza’dan söz ettiği yerlerde, Joyce’un Spinoza düşüncesi hakkında ne düşündüğünü kestirmeye çalışmak gerekir mi? Belki de Joyce, Spinoza’ya gerçek göndermeleri, onu andığı yerlerde değil, adından hiç söz etmediği yerlerde yapıyor olabilir. Spinoza’yla hiç ilgilenmiyor da olabilir.8

Hemen hemen bütün kitaplarını okuduğum ve müthiş bir yazar olduğunu düşündüğüm Nabokov bildiğim kadarıyla Spinoza’dan söz etmez (kaçırmadıysam yine), ama Niteliksiz Adam’da Spinoza varsa, Ada ya da Arzu’da9 niye olmasın…

Spinoza’dan söz ettiği yerlerde, Joyce’un Spinoza düşüncesi hakkında ne düşündüğünü kestirmeye çalışmak gerekir mi? Belki de Joyce, Spinoza’ya gerçek göndermeleri, onu andığı yerlerde değil, adından hiç söz etmediği yerlerde yapıyor olabilir. Spinoza’yla hiç ilgilenmiyor da olabilir.

Tournier, ağzımın payını iyi vererek anlatmadı mı bunu bana, bir başka adada? Ve hayatın içinde. Bir öğrencim, Tournier, ben, Robinson, dünyanın tüm Cumaları ve zebanileri, Çehov ve kızım ve daha sayısız şey, karşı karşıya geldiğimiz bir anda, hayatın bizi birbirimizden ayıran sonsuz hareketliliği içinde… Bunu da bana muhtemelen Calvino10 yazdırırken…

Yüksek lisans derslerinden birinde, çaresiz bana eşlik eden on yaşlarındaki Ayşe Balâ’ya, ders sırasında vakit geçirmesi için, Çehov’un bir öykü kitabını vermiştim. O da arada koşarak gelip, “Çehov’un ‘Bir Dehşet Gecesi’ adlı öyküsünde Spinoza var,” demişti. Gerçekten de, Çehov’un Spinoza’yı ne kadar iyi bildiğini gösteren bir biçimde vardı.11 Kızım bilmiyor, ama ben ondan çok şey öğrendim ve bu da çok işime yaradı, Spinoza’dan öğrendiklerim gibi… Ve öğrenmenin sonu yok. Hemen ardından bir öğrencim, kızımla umutsuzca yarışarak, Tournier’nin Cuma ya da Pasifik Arafı12 adlı kitabında da Spinoza olduğunu söyledi. Onu da yıllar önce okumuştum. Eh! o zaman Spinoza aramıyordum kitaplarda. Kütüphanemden bir kez daha çıkma şansına kavuştu böylece kitap. Bu bir şanssa tabii, ona kavuşamayacak ya da okuyamayacağım ne kadar çok kitap var orada… Neyse, okudum kitabı, daha dikkatli, ağzı sütten yanmış biri olarak, bu kez Spinoza’yı kaçırmamak için… Bulamadım Spinoza mipinoza. Kütüphanede, kitabın çocuklar için yazılmış versiyonu da vardı. O da elden ya da gözden geçti. Yok Spinoza, kayıp… Ertesi derste öğrencime, giriştiğim bu boş uğraş yüzünden yakındım biraz, neden değerli zamanımı boşuna harcadığını satır aralarından sorarak. O da hemen ricat etti, kibar her öğrenci gibi, “Yanıldım herhalde,” diyerek… Belli ki, emin de değildi söylediğinden. Ve Cuma ya da Pasifik Arafı’nda Spinoza olmadığı hakkındaki bilgi ya da aslında bilgisizlik (her bilgi gibi belki), Tournier’nin denemeler kitabı Kutsal Ruh’la13 karşılaşana kadar sürdü. Ve bir şok daha… Bu kitapta, Tournier, felsefe eğitimi aldıktan sonra sınavdan geçemediği için felsefe hocası olamadığını (üzülemedim doğrusu, Tournier olmuş çünkü) anlattıktan ve felsefe-edebiyat ilişkisine değindikten sonra, Cuma ya da Pasifik Arafı’nı bütünüyle Spinoza düşüncesi üstüne oturttuğunu, Robinson’un adada geçirdiği üç evrenin Spinozacı üç tür bilgiyi karşıladığını anlatıyordu: Adayla ve üstündekilerle ilk karşılaşma birinci tür bilgiye, adayı ve üstündekileri anlamaya başlaması ikinci tür bilgiye, adayla hemhal olması ise üçüncü tür bilgiye denk düşüyordu. Ve Tournier, Daniel Defoe’nun sömürgeci zihniyeti yansıtan kitabına getirdiği yeni yorumla, Spinozacı düşünceyle özdeşleştirdiği bir üçüncü dünyacı tavrı sergiliyordu.14 Kitap dünyanın tüm Cumalar’ı için yazılmıştı Spinoza üzerinden ve hem Spinoza üzerine çalışan hem de kitabı iki buçuk kez okuyan biri olarak bunu anlayamamıştım.

Bir kez daha, çenemizi kapatmayalım tabii, ama ihtiyatı da elden bırakmayalım.

Yine yıllar önce, Malamud’un Kiev’deki Adam’ını15 arıyordum, Spinoza yüzünden. Kitap tükenmişti. Bir arkadaşım, elbette Beyazıt’ta olmayan bir Sahaflar Çarşısı’ndaki sahafı önerdi. Oraya gittim. Halim selim, görmüş geçirmiş gözlüklü sahaf, Kiev’deki Adam’ı aradığımı öğrenince, kitap yığınlarından birini gösterip, “Merdiveni çekip çıkın, ben artık çıkamıyorum, orada olmalı,” dedi. Ben kitap yığınının tepesinde Kiev’deki Adam’ı ararken de ekledi:

O kitapta Spinoza’dan söz edilir.”

Kitabı orada bulamadım, ama başka şey bulmuştum.

Galiba benim hayatımdaki Spinoza böyle biri; bitmeyecek bir avın tutturulamayacak hedefi yani…

deyip metni sonlandırırken, bir arkadaşım, Marilyn Monroe’nun Ulysses’i okurken çekilmiş fotoğrafını yolladı. Arkadaşım ve Marilyn de Spinozacı demek ki. Doğru, bitmez bu… böyle sürer gider… Mc Cullers’ın dediği gibi, yüreklerin yalnız bir avcıya dönüştüğü körebe oyununda, bulmaya çalışılan anlam yalnızca sezilir: “İnsanlığın sonsuz zaman içindeki sonsuz geçişi…”16

Özgürlüğün Geleceği Yoktur, “Romantizm ve Spinoza”, Dost, Ankara, 2006.

2 Julio Cortázar, Seksek, Yapı Kredi, İstanbul, 2006.

3 Violette Leduc, La Bâtarde, Gallimard, Paris, 1964, ss. 331-332. “Polisiye roman okur gibi, Kant, Descartes, Hegel, Spinoza okumak. Ne kadar ısrar edersem, ne kadar çabalarsam, paragrafı, sözcüğü, noktalamayı, cümleyi ne kadar ölçüp biçersem, cümleden, noktalamadan, sözcükten o kadar kopuyorum. Metne ne kadar kendimi verirsem, metin o kadar hasisleşiyor. Soğuk soğuk üfleyen kor ateş, işte bir salağın elde ettiği. Yirmi kez, Etika’nın üçüncü bölümünün başlığı beni kendimden geçirdi: ‘Duyguların kaynağı ve mahiyeti üzerine’. Kitabın 243. sayfasını açıyorum (Garnier yayınları), beni yine sarhoş eden, ‘Tanımlamalar’ın altını okuyorum: ‘Eksiksiz neden diye adlandırdığım şey, etkisi kendiliğinden açık ve seçik görülebilen şeydir. Tam tersine, eksik ya da kısmi neden diye adlandırdığım şey, etkisi salt kendiliğinden anlaşılamayan şeydir.’ Zaten daha başlamadan dizginleri elden kaçırmıştım ve şimdi, deli gibi gittikten sonra, ‘eksiksiz neden’in üstüne düşmüştüm. Larousse’u açıyorum, Larousse bana hizmetini sunuyor. ‘Eksiksiz neden’. Cehalet kabarcıkları, alnımda, can sıkıcı sıfat için. Küçük alnım, beni üzüyor; küçük alnım, çelimsiz ve soysuz olduğu için ona eziyet ediyorum. ‘Eksiksiz neden. Eksik neden’. Duygulanma kötü başlıyor. Yaşlı bir meşeyim, o yaşlı, ben yaşlı. Eksiksiz, eksik. Saçlarım uzuyor, uzayıp giden buzlar gibi… zeki olmaya yönelik yararsız arzumla, soğuktan öleceğim. Kant, Descartes, Hegel, Spinoza: Vaadedilmiş toprağım uzaklaşıyor, vaadedilmiş toprağım gidiyor.” (Özgürlüğün Geleceği Yoktur)

4 Robert Musil, Niteliksiz Adam 1-2, Yapı Kredi, İstanbul, 2009.

5 Robert Musil, Genç Törless, İletişim, İstanbul 2000.

6 “Musil belli ki Nietzsche’ye yakındır, ama üç ciltlik dev eserinde Spinoza’dan da iki kez söz edilir: Birinci cildin ikinci bölümünün 62. kısmında, ‘amor intellectualis’le şiir arasında sıkışmış yazarlardan söz ederken, Spinoza’dan söz etmeden, düşüncesini ve şiiri bir araya getirir. Sonra üçüncü cildin birinci bölümünün 12. kısmında, bu kez düşünürün adını vererek, Spinoza için hazzın ‘daha küçük bir yetkinlikten daha büyük bir yetkinliğe geçiş’ olduğunu anlatır. Şunu da eklemek gerekir ki ikinci cildin 17. kısmında ‘amor intellectualis’, bir Tanrı ve dünya sevgisi olarak, sevginin zorunlu da sayılamayacağı bir dünyada belki de mümkün tek sevgi olarak tanımlanırken, yine Spinoza’dan söz edilmeyecektir. Ama tıpkı Ulysses’de olduğu gibi, Niteliksiz Adam’da da Spinoza’nın adının geçmediği birçok yerde, düşüncesinin esintisi hissedilecektir.” (Özgürlüğün Geleceği Yoktur)

7 James Joyce, Ulysses, Yapı Kredi, İstanbul, 2009.

8 “Tabii Joyce’un eserinde adı geçtiği yerde, Spinoza düşüncesiyle kitap arasında dolaysız bir ilişki kurmak mümkün değildir. Spinoza, Spinoza’ya yakışan bir biçimde oradan hemen kaçar, belki de ondan hiç söz edilmediği bir yerde, gizli göndermelerle ya da çağrışımlarla dolaşıyor olabilir. Ve niye olmasın? Ulysses’in edebiyatın Etika’sı olduğu, bütünüyle hakim olunamayan bir Spinoza söyleminin yine de sezdirdiği özgürleştirici anlamın bu kitapta da bulunduğu ve iki eserin hayatı tüm karmaşıklığı içinde yakalamaya –kabul etmeye– yöneldiği ileri sürülebilir.” (Özgürlüğün Geleceği Yoktur)

9 Vladimir Nabokov, Ada ya da Arzu, İletişim, İstanbul, 2008.

10 “Calvino’nun Le Cosmicomiche (Kozmokomik Öyküler) adlı kitabının son öyküsü Sarmal’da, Borges’i ve yine Asaf Hâlet Çelebi’nin Trilobit’ini hatırlatan biçimde, hayatın sınırsız çeşitliliğinde, şaşırtıcı bir zorunlulukla, farklı varlıklar bir araya gelir: Hollandalı turistlerin ve bir Herodot okurunun bulunduğu tren; kraliçe arıyı izleyen bir arı sürüsü; içinde Spinoza’nın hayatı ve eserleri hakkında bigilerin de yer aldığı bir ansiklopedinin fasiküllerini taşıyan kamyon; toprağı bellerken neolitik çağdan kalma bir kürek parçasını farkına varmadan ortaya çıkaran çiftçi; bir gözlemevinin bahçesinde Cleopatra adlı filmin yıldızının fotoğrafının bulunduğu dergiyi okuyan genç kız; bir dondurmacı kamyoneti ve bütün bunları seyreden elli milyon yıllık bir sarmal…” (Özgürlüğün Geleceği Yoktur)

11 Anton Tchekhov, Oeuvres de 1884, EFR, Paris 1953, ss. 135-136. “Çehov’un ‘Bir Dehşet Gecesi’ adlı öyküsünde, öykü kahramanı İvan Petroviç’e, bir ruh çağırma seansında, Spinoza’nın ruhu böyle diyecektir. ‘Ömrün sona yaklaşıyor… Tövbe et.’ Çağrılan ünlü ruhtan söylediklerini tekrar etmesi istenince, yerine konuşan çay tabağı aynı şeyi tekrar etmekle kalmayıp, şunu da ekleyecektir: ‘Bu gece.’ İvan Petroviç, Spinoza’ya inanmakla inanmamak arasında kalarak eve döndüğünde, odasında bir tabutla karşılaşacak ve kâbus başlayacaktır. Mallarına el koyulmasından korkan bir arkadaşının, sahip olduğu tabutları dostlarının evlerine sakladığını öğrenene kadar… Çay tabağı yanılmıştır. Ömrün önceden belirlenmesi ya da alna yazılması mümkün değildir. Tabii, hayaletler üzerine yazıştığı Hugo Boxel’e gönderdiği Mektup LIV’te ‘Bu türden budalalıklara bizi inandırmak için yazarlık ustalıklarını kullanan sağduyulu ve zeki insanlara hayranım’ diyen ve ruhun ölümsüzlüğüne inanmayan, ruh çağırmanın, burçlara inanmanın, falcıdan, medyumdan, büyüden medet ummanın ahmaklığın doruğu olduğunu XVII. yüzyılda düşünen Spinoza’yı çay tabağıyla konuşan bir ruha dönüştürmesi de Çehov’un ince zekâsının ürünü sayılmalıdır.” (Özgürlüğün Geleceği Yoktur)

12 Michel Tournier, Cuma ya da Pasifik Arafı, Ayrıntı, İstanbul, 2003.

13 Michel Tornier, Kutsal Ruh, Ayrıntı, İstanbul, 2004.

14 Michel Tournier, Kutsal Ruh, ss.176-177. “Le vent paraclet’de (Kutsal Ruh) yazarlığının disiplinli felsefe okumasıyla bağlantısını gösteren Tournier, Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe’sundan yola çıkarak yazdığı Vendredi ou les limbes du Pacifique’te (Cuma ya da Pasifik Arafı) kahramanı Robinson’un üç evreden geçtiğini anlatır. Birinci tür bilgi olan ‘ortak ve basit kanı’dan ya da ‘genel kanı’dan, ikinci ondan da üçüncü tür bilgiye geçiş… Anlığın en büyük çabası ve en büyük erdemi şeyleri üçüncü tür bilgi yoluyla anlamaktır ve Önerme 28’e göre, şeyleri üçüncü tür bilgi yoluyla bilme çabası ya da isteği birinci değil ama ikinci tür bilgi türünden doğabilir… Bu evreler, bir anlamda, Etika’daki üç bilgi türüne denk düşmektedir: 1) Duyular, öznellik ve rastlantısallık; 2) bilimler, teknik ve yönetim; 3) töze ilişkin bilgi. Ya da 1) Robinson’un başlangıçtaki kirliliği; 2) adayı yönetmeye girişmesi; 3) güneş karşısındaki huzuru… Tournier ayrıca, Eski ve Yeni Ahit’ten sonra yazılmış en önemli kitap saydığı Etika’daki bu şemaya, gündelik hayatta, en basit düzeyde karşılaşıldığını da ekleyecektir: 1) Alkol, uyuşturucu gibi edilgen hazlar; 2) sosyal baskı ve çalışma tutkusu; 3) felsefe ve sanat… Tournier bu kitabını birilerine ithaf etmesi gerekse, onu, kahramanı Cuma’nın temsil ettiği üç milyon Cezayirli, Faslı, Tunuslu, Senegalli, Portekizli (Türk?) sessiz göçmen işçi kitlesine ithaf edeceğini de belirtecektir. Ahmak ve küstah Robinsonlar’a bir gün sesini duyuracak olan kitle.” (Özgürlüğün Geleceği Yoktur)

15 Bernard Malamud, Kiev’deki Adam, Bilge, İstanbul, 2005.

16 Carson Mc Cullers, Le coeur est un chasseur solitaire, Stock, Paris, 1972, s. 410.

Kaynak: https://oggito.com/edebi-metinlerde-spinozayi-aramak-2-12201623083