Hiçbir hukukçu edebiyat okumak zorunda değil, hiçbir edebiyat okurunun hukuk bilmek zorunda olmadığı gibi. Ama edebiyatın yine edebiyat olarak kalarak ama felsefe,siyaset, hukuk vs. alanlarını da kapsayarak hayatın tamamına ulaşma iddiasında olabileceğini ve bunu da başarabileceğini ifade ediyor Akal, Robert Musil’e de yaptığı atıfla.
İpler ve Kanatlar : Pinokyo Versus Peter Pan
Çocukluğumdan bu yana ne zaman bir yerlerde Gepetto Baba’ya rastlasam hüzünlenirim. Sanırım benim açımdan yaşlılığın, yalnızlığın ve çaresizliğin figürlerinden biri. Ama her ne kadar yaşlılara karşı tuhaf bir şefkat duysam da bir yandan da aslında ne kadar aksi, acımasız ve nobran olabildiklerini düşünüp hissettiğim naif duyguları geri alıyorum zaman zaman. Cemal Bali Akal’ın bir yaş grubunu benim gibi genelleştirerek tanımadığı insanlar hakkında gereksiz duygulara kapılmadığından eminim. Ama Pinokyo masalına ilişkin yaptığı yorumda yaşlılar hakkındaki olumsuz duygulanımlarımı en azından bir yönüyle çok haklı çıkarıyor. Aslında Gepetto Baba hiç de öyle sevimli, tombul bir ihtiyar değil.
Cemal Bali Akal’ın “Hukuk ya da Kukla Tiyatrosu”’nda, yazarın ele aldığı onlarca edebi karakter hakkında yaptığı oldukça ilgi çekici ve şaşırtıcı yorumlar dışında,  “zorunluluk” kavramı kitabı boydan boya kesiyor. Pinokyo yoksul bir kukladır, tıpkı babası Gepetto gibi. Gözünü açtığı ilk andan itibaren kafasına göre takılmaya başlar. Ama yaptığı her şey ceza olarak geri döner kendisine. Özgür iradesiyle davranmayı bırakıp babasına, öğretmenlerine ve topluma karşı itaatkar olursa karşılığını alacak, “gerçek bir insana” dönüştürülecektir. Özgür iradesiyle davranmasının neden mümkün olmadığını kesinlikle tartışmayacak, ancak o zorunlulukları kabul edip toplumsal çevresiyle uyumlu olduğu sürece kabul görecek ve onaylanacaktır. Yoksulluğuna razı olacak, bu yoksulluğun nedenlerini sorgulamayacak, zorunluluklarının dışına çıkamayacaktır. Aksi halde denize atılıp boğulmasına göz yumulacaktır. Kukladan insana dönüşmenin, başka bir deyişle özgürleşmenin yolu da özgür iradeden değil zorunluluklardan geçer. Cemal Bali Akal sevinemez Pinokyo’nun insana dönüşmesine. Onu üzen de Pinokyo’nun zorunluluklardan kaçamayan beceriksiziği değil, böyle bir mücadeleye zorlanmasıdır.
Pinokyo’nun antitezi bir başka kahraman, Peter Pan ise “yumurtadan çıkan ve çıktığı gibi kalan kuş” tur. Sonsuza kadar çocuk kalacak ne yetişkin olacak ne de yetişkinliğe hazırlanacaktır. Zaman algısı ve hafızası olmadığı gibi okuma yazma da bilmez, Pinokyo gibi okula da gitmez. Ama zaten yaşadığı yer de hiçbir yer, “Neverland”, “Olmadıklar Ülkesi” değil midir?
Bağları Çözülmüş Balinalar Hakkında Hukuki Mütalaa
Dünyada kaç kişi balina avcısı olmak ister bilemeyiz. Ama olmak isteyenler için Mobydick gerçekten muazzam bir rehber. Yine bağlı bir balinanın bağlayanın malı olduğunu, bağları kopan bir balinanın ise kapanın elinde kaldığını öğreniyoruz. Yani roman zilyetlik, mülkiyet gibi hukuki ilişkiler konusunda da hukukçuları tatmin edecek nitelikte. Ama elbette Kaptan Ahab’ın derdi ne balina avcılığını öğretmek ne de hukuki bilgi vermek. Çoğu okurun “çılgın “olarak tanımlamaktan kendini alamadığı bu kahraman gerçekten de çılgınca bir işe girişerek ve tayfasını da kendi amacına ortak ederek onu sakat bırakan o beyaz balinanın peşine düşer. Balinanın beyazlığı ölümü çağrıştırdığı gibi, tabiatı ve tüm yaşamı, kontrol edemediğimiz ve bizim dışımızda bize rağmen gelişen her şeyi temsil eder. Kısacası bütün zorunluluklar dünyadan haberi olmayan, sadece yaşamaya çalışan gariban bir beyaz balinanın bedeninde can bulur.
Kaptan Ahab’ın bir gemiyi ve yeteri kadar mürettebatı beyaz bir balinanın peşine takmasıyla ortaya çıkan çılgınlığını sahip olduğu özgür iradeye bağlayabiliriz. Hiçbir şeyi gözü görmeyen engelli bir adamın hayatını ortaya koyarak o beyaz ölüme ya da tabiata ya da yaşama ya da önüne hayat diye dikilen her şeye karşı tek tabanca savaştığını da düşünebiliriz. Kimse Kaptan’ı böyle bir mücadeleye zorlamaz, buna mecbur da değildir. Ama o, kalan bütün yaşamı pahasına da olsa ölümle, yaşlılığıyla karşısına çıkan zayıflıkla, eksiklikle, kısacası ölümsüzlüğe engel olan her şeyle sonuna kadar savaşmayı tercih etmiştir. Başka bir deyişle yaşamın sonluluğuna karşı sonsuzluğun, ölümsüzlüğün savaşını verir Kaptan Ahap. O kadar iddialadır ki bu konuda ne Tanrı’yı tanır ne de Tanrının kendi adına biçtiği kaderi. Bu anlamda Kaptan Ahap özgür iradenin mükemmel bir örneğidir.
Ama Akal’a göre bu çılgın kaptan ne kadar esip gürlerse gürlesin kendisini balinanın peşine düşüren şey kendi özgür iradesi değil, zorunluluğudur. Kaptan bir balina peşinde hayatını karartmasına yol açacak nedenleri görebilseydi, bu tutkusunun müsebbibini bulabilseydi, aslında gariban bir balinaya karşı değil kendine karşı savaştığını anlayabilirdi. Düşman bir imge yaratıp onunla cebelleşmek yerine onu okyanusun ortasında “ruh hastası” bir halde dolaştırıp duran nedenleri kavrayabilirdi. O zorunlulukları kavrayarak elini kolunu bağlayan yaşam karşısında kendi rotasını çizemedi.
Keşke kaptanımız öfkeyle kalkanın zararla oturacağını ve duyduğumuz öfkenin yaşamımızı yönlendirdiği söylenen özgür iradenin bir aparatı değil aksine zorunluluklara karşı elimizi zayıflatan ve bizi çaresiz bırakarak yaşam karşısında bir aparata dönüştüren zararlı bir duygu olduğunu bilseydi. Zorunluluklarımızın tepemizde “Demokles’in Kılıcı” gibi durduğunu ama o zorunluluklara karşı  özgür irade safsatasına inanıp lüzumsuz ve yenileceğimizi bildiğimiz bir savaşa girmek yerine, zorunlulukla aramızdaki bağları mümkün olduğunca kesmeye ya da zayıflatmaya çalışarak hayatımızdaki etkisini azaltmanın daha verimli ve yaşamsal olduğunu sezebilseydi.
İmparatorluğuna İsyan Eden İmparator
Tiyatrodan hoşlanmıyorum. Ne zaman tiyatroya gitsem kendimi aptal gibi hissettim. Sanki birileri bir şey biliyor da biz alıklara o şeyi anlatmaya çalışıyorlar gibi geldi bana. Ne kitap okurkenki eserle hasbihal olma ne de müzik dinlerkenki ezgiyle esrime halini buldum tiyatroda. Bana göre kesinlikle içine giremeyeceğiniz, hep yabancı kalacağınız ve izleyici konumundan öteye geçemeyeceğiniz bir dal tiyatro. Neyse ki örneğin Levi Strauss da çok farklı düşünmüyor. “…Elimde değil, tiyatroya ne zaman gitsem, kulağımı döşemeye dayayıp beni hiç mi hiç ilgilendirmeyen konularda kulak misafiri oluyormuşum gibi geliyor” demiş.
Cemal Bali Akal da tiyatro sevmeyenlerden; ama tiyatro okumayı seviyor. Yazısında özellikle Albert Camus’un Caligula’sından söz etmiş. Tuhaf bir hükümdar Caligula. Belki de komik bir tiran. Yönetimi sırasında elinden geleni ardına koymuyor, ne bir yasa tanıyor ne de tebasına ya da başkaca güç dengelerine karşı kendini hoş gösterecek yollara tenezzül ediyor. Hiçbir fetih girişiminde bulunmadığı gibi kimseye savaş da açmıyor. Soylularla, deyim yerindeyse, dalga geçiyor. Köleleri azat edip, soyluları kölelere hizmet ettiryor. Hiçbir usul tanımıyor. Başka şekilde söylersek bütün sistemi alaya alıyor ve köle ya da soylu, herkesin toplumsal rollerini başaşağı ettiği gibi kendi hükümdarlığını da imkansız bir role dönüştürüyor.
Oysa hiçbir sınır tanımayan ve tamamen kafasına göre davranıp özgür iradenin bu denli vücut bulmasında çığır açan bu sözde tiranın, özgürlüğün sıfır noktasında hareket ettiğinde delilik ya da ölüm dışında bir seçeneğinin olmaması mümkün değildir. Hangi tiran ne denli yetkiyle donatılmış olursa olsun belirli zorunluluklarla hareket etmek, belli dengeleri gözetmek, güç ilişkilerine göre davranmak ve güçler arasında bir denge kurmakla mükellef olduğundan saf özgür irade bir tiran için bile lükstür. Çünkü hiçbir yönetici, gücü ne olursa olsun yönettiği topluluğa sonsuzca hakim olamaz. Bu durumda da saf bir özgür iradeden söz edilemez. Ve Akal’a göre “Caligula’nın böyle imkansız bir özgürlüğü değil, kendi sonunu aradığı bellidir”.  Yine Akal’a göre Caligula sayıca çok güçlü olduğundan, budalalığın ölümcül olduğunu ve ona cepheden saldıranı yok edeceğini de kavramıştır.
Oyunun sonunda Caligula elbette ölür. Ama Akal’a göre Camus hükümdarın, öldürürken savaşmak, öldürürken ölmek ve yönetmek dışında başka bir özerkliğe kavuşabileceğini anlatmak istemiştir.
Raskolnikov Suç ve Cezayı Okumaya Mahkum Edilmiş
Türkiye’de siyasi yelpazenin solunda durduğunu iddia eden her yüksek öğrenim mezunu Suç ve Ceza’yı okumuştur. Özellikle de hukuk eğitimi almış alanlar. Okumamışsa bile okumadığını söylemekten çekineceği kadar elzemdir Suç ve Ceza’yı okumak.
Yoksul bir üniversitesi öğrencisi tefeci bir yaşlı kadını öldürür. Kitabı okumamış olsanız bile bu tek cümleden ezilenin ezene karşı başkaldırısının, yoksulluğun zenginliğe karşı intikamının basit ve güçlü bir vecizesini bulabilirsiniz. Sonunda Çarlık Rusyası tebası kahramanımız Raskolnikov yakalanır ve çoğu okurun hayranlıkla izlediği duruşma ve savunma “sahneleri” her hukuk ve edebiyat muhabbetinde ve yazınında kendine yer bulmaya devam eder. Bu sahneleri izleyen her genç, öğrenci, mezun ya da hukukçunun sanık durumuna düştüğünde kendine örnek almaya karar verdiği bir figürdür Raskolnikov. O ne belagat, o ne kendine güven, o ne tutarlılık, o ne sağlam şahsiyettir.
Ve o ne küstahlıktır? Neden güçlüler çok daha ağır suçlar işlediği halde onlar değil de kendisi cezalandırılmaktadır?
Ama romanda bu delifişek gencimizin tefeci yaşlı kadını neden öldürdüğü belirsizdir, yaşlı kadının herhangi bir eylemi ile Raskolnikov’un cinayeti arasında hiçbir nedensellik bağı yoktur, roman boyunca da bu belirsizlik devam eder. Hatta yaşlı kadınla Raskolnikov’un tanışıp tanışmadığından bile emin değilizdir. Bu cinayetin somut, maddi bir nedeni olmadığı gibi kahramanımızın ne yoksullukla mücadele ne de sistemin kan emicilerine ders vermek gibi bir derdi vardır. Kısaca bir derdi varsa bile yazar bize bunu roman boyunca söylemez. Söylemediğine göre ve bizim de onu bu cinayete götüren yoldan, o yolda döşenen taşlardan, başka bir deyişle cinayete yol açan zorunluluklardan ve nedensellik bağından bihaber olduğumuza göre Raskolnikov’un bu cinayeti tamamen özgür iradesiyle işlediğini söylemememiz için hiçbir neden yok.
Dostoyevski elbette büyük romancıdır. Hayata karşı muhafazakar duruşu ya da dinle olan ilişkisi onun yazınına halel getirmez. Ama Suç ve Ceza’yı “hukuka  dair” bir eser olarak (da) okuyacaksak ister istemez suça da cezaya da kafa yormak durumunda kalıyoruz.  Ceza sisteminin suçun özgür iradeyle işlendiği kabulü üzerine kurulduğunu kabul ettiğimizde suçun işlenmesine neden olan zorunluluklar da yargılama dışı kalıyor. O halde geriye tartışılacak tek bir konu kalıyor. Suça neden olan özgür iradenin gayri ahlakiliği. Yine zorunluluğun dışlanması bir yana yaşadığımız dünyada ve dolayısıyla cezalandırma sisteminde tercih edilen ve kabul edilen özgür irade yalnız ve yalnız ahlaki olan özgür iradedir.
Biz de Dostoyevski gibi yapalım ve kitabın/bölümün sonunu bir oldubittiyle bitirelim. Özgür iradesiyle suç işleyen kahramanımız sonunda suça konu gayri ahlaki fiilinden/cinayettten dolayı nedamet getirir ve bundan böyle gayri ahlaki değil ahlaki olan özgür iradesiyle davranacağına herkesi ikna eder. Bunun da karşılığını elbette alacaktır ve toplumla uyumlu ve yumuşak başlı bir birey olarak özgürlüğüne kavuşacaktır.
Gerçek, Hukukçunun İçine Düştüğü Sonsuz Sıvıdır
Moosbrugger’i gözümde canlandırdığımda karşımda ne bir hayat kadınını öldüren bir katil ne de  böyle suçları daha önce de işlemiş bir suç makinesi gördüm. Sadece zavallı ve acınacak bir insan belirdi karşımda. Elbette Musil duruma daha yukarıdan bakıyor ve Mossbrugger’in şahsında devleti ve hukuku sorguluyor. Şaşkındır Moosbrugger. Hapse atıldığından beri devlet ona bakmakta, yedirmekte, giydirmekte ve barındırmaktadır. Bugüne dek devletten böyle “güzelllikler” görmemiştir. Dışarıda sahip olmadığı şeylere içeride sahip olmasının nedenlerini ve hak kavramının ne anlama geldiğini düşünüp durur. Sonunda “hak, haksızlık etmemek gibi bir şey olmalı” sonucuna varır kendi kendine. O halde hak, hukuk, dışarıda, sokakta var mıdır? Yemeğin, giysinin ve yatacak yerin her zaman başkasına ait olduğu yerde Mossbrugger’in hakkı nerededir ve bu hakkı kime karşı nasıl ileri sürecektir? Bu durumda soyut olarak bir hakkın varlığı veya yokluğu tartışma konusu olmaktan çıkacak ve  hukuk denen şey de bazılarını ayrıcalıklı ve üstün kılabilecek bir kısım hakların ötekilerin aleyhine kullanılmasını engelleyen mekanizma anlamına gelecektir. Dolayısıyla tabii hukukçuların “tabii hak” dedikleri şeyin soyut bir hak tanımı yapmaktan öteye gitmediği ve tabiilikle ya da tabiatla uzaktan yakından bir ilgisinin olmadığı da açıklığa kavuşacaktır.
Zorunluluk herkesi kuşatır. Devleti kendisine nazik davranmakla mükellef bir otel gibi gören farklı bir kesimin insanı Ulrich de, devletin kendisine “bakmasını” şaşkınlık içinde izleyen Moosbrugger de zorunluluktan nasibini alır. Bütün hayatımız boyunca o zorunluluk tarafından belirleniriz. Sonsuz neden sonuç ilişkileri tarafından kuşatılıp yönlendirildiğimiz halde, bize ait küçük şeylerin devreye girmesiyle özgür irademizle eylediğimizi düşünürüz. Belki de gerçekten yalnızca delilerin özgür iradeleri vardır, başka bir deyişle irade denilen kavramdan tamamen azade olanların.
Akal bu yazısında ayrıca, tabii hukukçuların söylediğinin tam tersine her suçun tabii olduğu için gerçekleştiğini ve bunun içinde yapay olan yasayı karşısına aldığını söylüyor. Kanunu bilmemenin mazeret sayılmamasının tek nedeninin de aynı anda hem tabiat hem de yasa içinde yaşayanların sayısının artmasıyla yasalara dayanan hukukun çökme tehlikesi olduğunu ifade ediyor. Yine Akal Durkheim’e atıfla halihazırdaki suçların suç olmaktan çıkarıldığında bile bunların yerine derhal yeni suçların konulması gerektiğini, çünkü önemli olanın kuralın neye ilişkin olduğu değil, kuralın kendi varlığı olduğunu da belirtiyor.
Sonuç Yerine
Gerçek, tabii olan nedensellik zinciri içinde belirlendiğimizi ve sonsuz sayıdaki etkinin ve olasılığın belirli şartlardaki ilişkisi ya da teması ile kurulduğumuzu inkar etmenin bir anlamı yok. Ne kadar cesur ve “özgür” olursak olalım, o zorunluluklardan birine önünde sonunda toslayacağımızı ve özgür irade denilen şeyin yaşamımızda ummanda bir zerreden daha fazla yer tutmadığını bildiğimiz takdirde belki de insan olmanın kibrini de yeneriz, kimbilir?
Akal’ın eserinde yer alan, yukarıda sözü edilen ve aşağıda başlıkları belirtilen metinleri zorunluluk/özgür irade kavramı dışında siyasi iktidar, sömürgecilik, modernizm, pozitivizm, ütopya, ahlak, tabii hukuk gibi bir çok kavramı da edebi metinlerin içinde dolaşarak karşımıza getiriyor.

Hukuk Ya Da Kukla Tiyatrosu, Cemal Bali Akal, Dost Kitabevi, 186 Sayfa

İÇİNDEKİLER
İpler ve Kanatlar : Pinokyo Versus Peter Pan
Bağları Çözülmüş Balinalar Hakkında Hukuki Mütalaa
Vandallar Yeni-Sömürgecileri Beklerken
İmparatorluğuna İsyan Eden İmparator
Dava Bir Hukuk Kitabı Değildir
Raskolnikov Suç ve Cezayı Okumaya Mahkum Edilmiş
Gerçek, Hukukçunun İçine Düştüğü Sonsuz Sıvıdır
Stendhal’ın Kitapları da Fırtına
Robespierre Ya da Erdemin Yol açtığı Felaketler
Despotizme Karşı Okyanus Hissi
Ahlak Ya da Giyotin
Apollinaire Türk Adaleti’nden Kaçamaz
Hukuka Aşağıdan ve Yukarıdan Bakmak
Siyasi Hukuk Ders Kitabı Olarak Don Quijote
Euripides Kadın Düşmanı Bir Pozitivist miydi?
Karanlıkta Beklemediğimiz