Bir önceki yazımızda “Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Raporu”nun tam metnini ve Raporun hazırlanış öyküsünü sizlerle paylaşmıştık.http://www.hukukpolitik.com.tr/2017/11/14/azinlik-haklari-ve-kulturel-haklar-raporunun-butun-oykusu/ Bu ısınma turundan sonra şimdi sıra Baskın Oran’ın mahkemede okuduğu ve  “Karşı İddianame” adını verdiği savunmasında. İki bölüm halinde yayımlayacağımız savunmasında Oran, “Savcılığın temsil ettiği anti-demokratik ideolojiyi bir Karşı İddianame ile sergilemeye” çalıştığını ifade ediyor.
Muhterem Yargıcım, bu dava niye açıldı, bendeniz hiç anlamadım.
1) Bir gün Fakülte’ye bir sarı zarf geldi, insan hakları uzmanı akademisyen sıfatıyla İnsan Hakları Danışma Kurulu’na (İHDK) atandınız diyor. Bir de yönetmelik verdiler elimize, 5. maddesi “İnsan haklarının geliştirilmesi ve korunmasına ilişkin konularda görüş bildirmek, tavsiyelerde bulunmak, öneriler ve raporlar sunmak” görevi veriyor bize.
Biz de ciddiye aldık, oturduk 13 tane çalışma grubu kurduk, bunlardan birinin başına bendenizi geçirdiler, Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Raporu’nu yazdım (bundan sonra kısaca “Rapor” olarak geçecektir), arkadaşlarımız da katkıda bulunup onayladılar, Kurul’a sunduk, 1,5 yıllık bir tartışmadan sonra oylandı ve kabul edildi.
Şimdi, İddianameyi Hazırlayan Savcılık (bundan sonra kısaca “Savcılık” olarak geçecektir) kalkmış bize dava açıyor, 5 yıl istiyor. Neden? Hakaret içermeyen, şiddete davet içermeyen, insan hakları ve sosyolojinin en son bilimsel verileri kullanılarak hazırlanmış bir Rapor yazarak görevimizi yaptığımız için mi? Bu ülkede görevini yapmamaya ceza verilmediğini biliyoruz ama, görevini yapana ceza istenmesi biraz tuhaf oluyor. Önce bu açıdan hiç anlamadım bu davanın niye açıldığını.
2) Bu dava böyle bir İddianameyle nasıl açılabildi, asıl onu hiç anlamadım.
a) Bir defa, soruşturma açılınca gittim, tam 2 saat ifade verdim. Rapor’un içinde neler yazıldığı, niçin yazıldığını, bütün bunların ne anlama geldiğini, ne anlama gelmediğini, bütün bunları kendisine tam 2 saat boyunca izah ettim. Benim saf bir tarafım da var galiba, Savcılığın kimi şeyleri öğrenmek ve netleştirmek amacıyla bizi celbettiğini sandım.
Meğer öyle bir şey yokmuş. Savcılık “Sayın Muhbiri Vatandaş”ların söylediği her şeyi almış, benden tek satır yok. Tek kelimesi de mi girmezmiş 2 saatin? Meğer ben sırf formalite icabı çağrılmışım. Bu durumda ben niye ifade verdim? Keşke ben de “suç ortağım” Prof. İbrahim Kaboğlu gibi ifade vermeyi reddetseydim. Hiç olmazsa öğrencilerime ayıracağım vakti harcamamış olurdum.
b) Taraflılığı bir yana, dosya olabileceği kadar gayriciddi. Avukatlarım bundan bahsedecekleri için vakitten tasarrufediyorum, ayrıntısına girmiyorum, ama dosyada 1 Temmuz 2005 tarihli ve 2004/98063 sayılı bir belge bile var ki, anlatmadan geçemem. Çünkü dosyayı iyi anlatıyor.
Cumhuriyet Savcısı imzalı bir belge, “Şüpheliler hakkında porno CD satmak suçundan kayıt yapıldığı”nı bildiriyor. “Şüpheliler”in isimleri yok. Bundan yıllar sonra bir doktora tezi yazmak için dosyaları karıştıracak herhangi bir araştırmacı, normal olarak, “bu CD satan şüpheliler”i Prof. Oran ve Prof. Kaboğlu olarak düşünmeyecek mi? Savcılık, iddianamesini işte böyle bir dosyaya dayandırıyor. Onun için, bütün şüpheleri “suç ortağım” Prof. Kaboğlu’nun üstüne toplamak pahasına, bu “porno CD satıcısı”nın ben olmadığımı burada ihtiyaten açıklıyorum.
c) Savcılık, böyle dosyaya dayanarak, inanılmaz boş iddialarla dolu bir sayfalar karmaşası sunuyor mahkemenize. TCK’da olmayan suçlar icat ediyor. Şimdi teker teker hepsini açıklayacağım. Ama önce şunu belirteyim: Savcılık sanırım bu işi yanlış anlamış.
Önce bir olay ve kanıtları vardır: Bir hırsızlık olayında parmak izi veya saç kılı. Bizim Rapor yazma olayında TCK’nın belli maddelerine aykırı belli cümleler. Sonra, iddia makamı “Bu suçtur” demek için bir iddianame yazar. Bu iddianame, adı üstünde, bir tez’dir.
Ona karşı olayı meydana getiren kişi “Hayır efendim, suç değildir” demek için bir savunma yapar. Bu da, adı üstünde, bir karşı-tez’dir.
Oysa Savcılık burada ne yapıyor? Bütün İddianame boyunca bizim bilimsel Rapor’umuzun yanlışını çıkartmaya, “Efendim, öyle yazılmaz, yazılanlar yanlıştır, böyle yazılır” demeye, yani Karşı-Rapor yazmaya kalkışıyor. Yapamaz. İşin tabiatına aykırıdır. Hırsızlık olayı olsa, onda kalkıp da “Hayır efendim, o eve gündüz girilmez, gece girilir, kapıdan değil pencereden girilir, yapılan yanlıştır” mı diyecekti?
Savcılık bunu sadece bilim adamı olmadığı için yapamaz demiyorum. Asıl, savcı olduğu için yapamaz. Bir savcı ancak suç olduğunu iddia ve ispatla yükümlüdür. Karşı-Rapor yazmaya kalkışamaz. Ama, kalkışmıştır. Onun için, Muhterem Yargıcım, bendeniz burada, alışılmış türden savunma mahiyetinde bir ifade veremem. Böyle bir durumda insanın oturup kendini savunması en büyük züldür. Onun için, ben burada, Savcılığın temsil ettiği anti-demokratik ideolojiyi bir Karşı-İddianame’ye sergilemeye geldim.
İki nedenle yapacağım bunu, Muhterem yargıcım.
1) Bunu, her şeyden önce kendime borçluyum. Ben 37 yıldır, Mülkiye’deki çocuklarıma anti-demokratik zihniyete karşı tereddüt etmeden karşı çıkmayı tedris ettim; onlara bu yaştan sonra rezil olamam. Beni sınıfa almazlar.
2) İkincisi, Türkiye’ye borçluyum. Çünkü bu İddianame, daha dava başlamadan, dünya kamuoyu önünde Türkiye Cumhuriyetini küçük düşürmüştür, terzil etmiştir.
Neden, derhal madde madde açıklayayım.
***
Bu, bir İddianame’den başka her şeydir. İ harfinden gidelim.
1) Bu bir “İddianame” değil, bir İcat-name’dir. Malum: Olan şeyi bulmaya “keşif”, olmayan şeyi bulmaya “icat” denir. Bu belgede işlenmemiş suçlar, olmadık niyetler, bulunmayan kasıtlar icat edilmiştir. Teker teker açıklayacağım.
2) Bu yüzden de bu belge bir İtham-name’den ibarettir. İddianame olabilmesi için aynı zamanda bir İspat-name olması gerekirdi. Hiçbir iddiasını ispata teşebbüs bile etmemiştir.
3) Hatta, bu haliyle bu belge bir İstihare-name’dir; âdeta gece istihareye yatılarak ve rüyada da sayın muhbir vatandaşlar görülerek hazırlanmıştır.
4) Bu bir İftira-name’dir, çünkü bir belge sanıklara ancak bu kadar iftira edebilir. Hepsini açıklayacağım.
5) Muhterem Yargıcım, dikkat buyurunuz, burada hepimiz açısından bu bir İstihzâ-name ve bir İğfal-name’dir. Yani, 10 ay hazırlandıktan sonra böylesine ciddiyetten uzak bir derleme yapmak suretiyle, hepimizle açıkça istihza (alay) etmektedir ve bu mekanizmayı iğfale (aldatmaya) teşebbüs etmektedir. Teker teker örnekleriyle açıklayacağım.
6) Benim gibi bütün zamanını öğrencilerine ve araştırmaya harcayan bir insanı, bu en ufak hukuksal dayanaktan yoksun metin, aylarca boşu boşuna meşgul etmiştir. Bu türden iddianameler Türkiye’de son zamanlarda yüzlerce gazeteci, akademisyen ve düşünürün on binlerce saatini çalmaktadır. Bu saatler, kahvede tavla oynayanın saatlerinden farklıdır. Bu yüzden, bu bir iddianame değil, bir İsraf-name’dir. Bu memleketin zaten zayıf olan entelektüel kaynaklarını feci biçimde israf ettirmektedir.
7) Son olarak, efendim, Savcılık ve ayrıca Türkiye Cumhuriyeti açısından belki de en hazini, bu belge bir İtiraf-name’dir. Bunu da açıkça ortaya koyacağım.
8) Özetle, efendim, bu bir İddianame değildir. Bir Sözde-İddianame’dir.Onun için bir Karşı-İddianame’yle teşhir edeceğim.
***
Yöntemim şudur:
Usul sorunları başta olmak üzere, kimi hususları “suç ortağım” Prof. Kaboğlu’nun, kimi hususları da avukatlarımın uzmanlığına bırakıp, kendi alanımı doğrudan ilgilendiren iddiaları ele alacağım. Suçlayan ile suçlanan, olanaklar açısından eşit olmalıdır. Bu, yargılamanın ve özellikle de ceza yargılamasının en temel kuralıdır. Savcılık, iddia sorumsuzluğuna güvenerek beni olmayan suçlarla itham etmektedir. Savunma sorumsuzluğu da bana İddianameyi en ağır biçimde eleştirme olanağını veriyor. Onu kullanacağım. Hem de, Savcılığın aksine, hem teorik temelleriyle, hem de somut örnekleriyle.
***
SÖZDE İDDİANAME’NİN DURUMU
Baştan başlayalım ve sayfa sayfa gidelim.
Birinci Husus
s.2’de: “Rapor B.Oran tarafından kamuoyuna duyurulmuştur” diyor. Aynı iddiayı s.4’te de tekrarlıyor. Bu Rapor tam 1,5 yıl süren tartışma ve oylama aşamalarından geçti. Bu aşamaların her saniyesinde medya hazır bulundu. Medyanın önünde hazırlanan bir Rapor nasıl oluyor da medyaya sızdırılıyor? Bu nasıl mantıktır? Eğer Savcılık bu sürecin böyle işlediğini bilmeden bunu yazdıysa, bu nasıl İddianame yazmaktır? Ayrıca, Savcılık bu boş iddiasını nasıl kanıtlıyor? Kanıtlamıyor. Kanıtlayamadığı anda, bu bir İftira-nameden ibarettir.
İkinci Husus
s.4’te: “Kurulun giderlerinin karşılanması dışında Başbakanlıkla bir ilgisi yada bağı yoktur” diyor. Konuşmamın en başında zikrettiğim “Başbakanlık Teşkilatı Hakkında Kanun Hükmünde Kararname”nin 6. maddesi, “Bütün giderleri Başbakanlık bütçesinden karşılanır, diyor. Üstelik, adı da “Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu”.
Şimdi, bu kuruluş Başbakanlık’a bağlı değildir de, mesela bir yabancı büyükelçiliğe veya TEDAŞ elektriğine veya ASKİ suyuna mı bağlıdır? Savcılık bu iddiasıyla, hazırladığı belgeyi bir İstihza-name’ye dönüştürmüş, burada hepimizi göz göre göre aldatmaya yönelik bir İğfal-name ortaya koymuştur. Eğer Savcılığın böyle bir amacı tespit edilirse, kişisel kusuru var demektir. Böyle bir amacı tespit edilemediği takdirde, o zaman da kendisinin okuduğunu anlamamak nedeniyle görevini yapamayacak durumda olduğunu kabul etmek gerekir ki, bu durumda da, kendisini bu göreve atayan ve hâlâ o görevden affetmeyen makamlar hizmet kusuru işlemiş olur.
Üçüncü Husus
İddianame, Lozan hakkında söylediklerimizi ele alıyor.
Önce, soruyorum: Lozan’ın bilimsel tahlilini eleştirmek İddianame’de ne arıyor? İddianame bir uluslararası hukuk metni midir, ceza hukuku metni mi? Savcılığın görevi, benim bilimsel raporumda suç görüyorsa, TCK’daki maddeleri dile getirmektir. Rapora karşı nasıl karşı-tez yazıyor? Bu vazifesi midir? Bunun için donanımlı mıdır?Üstelik bunu yapmasa, kendisi açısından daha iyi ederdi, çünkü azınlıklar hakkında bizim Mülkiye 2. sınıf öğrencilerine her sene 2. yarıyılda öğrettiğimiz 2 temel bilgiye sahip olmadığını göstermemiş olurdu:
1) “Azınlığın varlığı” ile “azınlık statüsü” kavramları, Savcılığın sandığının aksine, bambaşka iki kavramdır. “Azınlığın varlığı” sosyolojik bir kavramdır. Bunu kabul veya ret, devletin elinde veya yetkisinde değildir. Eğer bir ülkede çeşitli bakımlardan çoğunluktan farklı, başat olmayan, ve bu farklılığı kimliğinin olmazsa olmazı sayan bir grup mevcut ise, uluslararası standartlar o ülkede azınlık olduğunu kabul eder; burada devletin ne iddia ettiği önemli değildir. “Azınlık statüsü” ise, hukuksal bir olgudur. Burada tek yetkili, devlettir. İstediği azınlık grubuna “azınlık statüsü” tanır, istemediğine tanımaz. Yani istediğine azınlık hakları verir, istemediğine vermez.
Bu arada, Türkiye’de de bu statü, yine Savcılığın bildiğinin aksine, 1 değil 2 ayrı antlaşmayla saptanmıştır. a) 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşmasının 37. ilâ 44. maddeleriyle Türkiye’deki tüm gayrimüslim yurttaşlara; b) 18 Ekim 1925 tarihli Türkiye-Bulgaristan Dostluk Antlaşmasına ekli Protokol’ün A maddesinin 2. paragrafına göre de “anadili Bulgarca olan Hıristiyan Türkiye yurttaşlarına”. Yani, İddianame’nin “Türkiye’de Lozan dışında ne etnik, ne dini ne de dilsel yönden başka bir azınlık yoktur” diyerek kastettiği, ancak “azınlık statüsü”dür ve 1926 Antlaşmasını dışarıda bıraktığı için bu haliyle bile yanlıştır.
2) Ama Savcılığın yaptığı asıl büyük yanlışlık şu: Buradan kalkıp da “Türkiye’de başka bir azınlık yoktur” diyerek “azınlıkların varlığı” hakkında hüküm serdediyor. “Bir azınlığın varlığı/yokluğu konusunda ülke devletinin ne söylediğine bakılmaz; mesele objektif ölçütler uygulanarak anlaşılır” kuralını bilmemek konusunda Savcılığı bir miktar anlayabilirim.
Aşağıdaki dipnotta kaynağını gösterdiğim bu Birleşmiş Milletler kuralları 1990’larda oluşturulmuştur. Biri 1994 yılına, diğeri 1999 yılına aittir. Yani, sicil numarasına bakılırsa yaklaşık 30 yıllık hukukçu olan Sayın Savcının Hukuk Fakültesinde okuduğu dönemlerde bu bilgiler henüz yoktu. Dolayısıyla, bilmemesi anlaşılabilir. Fakat, iki üniversite profesörüne 5’er yıl ceza isterken öğrenmemesi anlaşılamaz. İfade için makamına davet ettiği ve orada tam 2 saat ifade ve izahat veren profesöre sorabilirdi. Neden böyle yazdınız, bunun temeli var mıdır, diye. Niçindir ifade müessesesi?Diyelim ki o anda fark etmedi, o zaman yazma aşamasında soracaktı. Çünkü efendim, bütün bunları Sayın Muhbir Vatandaşlar bilmez. Uluslararası belgeleri günü gününe izleyen ve yılı yılına okutan hocalar bilir.
Dördüncü Husus
Çok daha vahimine s.5’in başında geliyoruz. İddianame şöyle diyor: “Türkiye’de bu unsurların dışında bulunan ve bu Devletin kuruluşunda rol oynayan ve sınırları içinde yer alan, vatandaşı olan bütün unsurlar ‘azınlık’ olmayıp Devletin asli, egemen unsurudur”.
Tekrar soruyorum: Bir İddianamede devletin o unsuru nedir, bu unsuru nedir, bunlar ne arıyor? Bunlar söylemek suç mudur? Hangi maddeye girer?Devam edelim. Bu inanılmaz, feci bir ifadedir Muhterem Yargıcım. Savcılığın, “bu unsurlar” demekle kastettiği, Türkiye Cumhuriyetinin gayrimüslim vatandaşlarıdır! “Bu unsurların dışında” diyerek de, Müslüman vatandaşları tanımlıyor!
Yani Savcılık, açık açık ve hiç çekinmeden, Türkiye’nin Müslüman vatandaşlarını “Devletin asli, egemen unsuru” sayıyor, onların dışında kalan gayrimüslim yurttaşlarımızı da “talî” unsur. Yani ikinci sınıf ve “egemen olmayan” unsur. Acaba Savcılık, kalkıp da bize hiçbir kanıt göstermeden attığı suçu bizzat kendisinin burada işlediğinin, yani bölücülük yaptığının farkında mıdır? Bu, halkın ırk ve din bakımından farklı özelliklerine sahip bir kesimini diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa tahrik etmek değil de, nedir?
Hani “Egemenlik kayıtsız şartsız millette” idi? Yoksa Savcılığa göre farklı dinden olan yurttaşlarımız bu egemen olan milletin bir parçası değil mi? Bu nasıl bir millet, nasıl bir egemenlik, daha da ötesi, nasıl bir insanlık anlayışıdır?
***
Tabii, şu anda söyleyeceğim husus, Savcılığın daha da hoşuna gitmeyecek: Acaba kendisi, bu ayrımcı tutumunun, Millet Sisteminin kendi zihniyetinde hâlâ devam etmesinden  kaynaklandığının farkında mıdır? O Millet Sistemi ki, 1454’te ihdas edilmiş ve 1839’da Tanzimat’la birlikte resmen kaldırılmıştı. O Millet Sistemi ki, Osmanlı uyruklarını iki gruba ayırıyordu: Millet-i Hakime, yani Müslümanlar, ve Millet-i Mahkûme, yani ikinci sınıf tabaa olan gayrimüslimler .
Burada, ne olur ne olmaz diye hemen bir parantez açıyorum, çünkü bu konulara hiç aşina olmadığı anlaşılan Savcılık “mahkûme”yi “mahkûm edilmiş kadın” sanabilir. Burada “hakime” ve “mahkûme” terimleri Arapça “hükm” sülasisinden gelir ve birincisi “hüküm veren”, ikincisi ise “hakkında hüküm verilen” demektir. Birincisi ism-i faildir. İkincisi ism-i mef’uldür;“mahkûm edilmiş” anlamına falan gelmez; parantezi kapıyorum. Bir Türkiye Cumhuriyeti savcısının, 1 Kasım 1922’de ortadan kaldırılan Osmanlı İmparatorluğunun temel direği olan Millet Sistemi’ni resmî iddianamesine temel direk yapması üzücü-ötesidir ve ne yapmak gerekir, gerçekten kestiremiyorum.
Beşinci Husus
Gelelim bir başka vahim duruma.
s.5’in başında İddianame, Lozan’ın 39/4 maddesinin yalnızca gayrimüslim Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını kapsadığını iddia ediyor. Biz ise Rapor’umuzda “Bütün TC yurttaşlarını” kapsadığını ve onlara hak getirdiğini belirtmiştik. Ben bunları Savcılığa uzun uzun anlatmıştım da. Tekrar soruyorum:
Lozan’ın hangi vatandaşları kapsadığı İddianameyi niçin ilgilendiriyor? Lozan’ın tahlili sonucu şunu veya bunu söylemek hangi maddeye göre suç?Yalnız, burada biraz duralım, çünkü Bektaşi fıkrasında da denildiği gibi, yanlışlık öyle ufak tefek çakılarla kazınarak düzeltilecek türden değil.Önce maddeyi okuyalım: “Herhangi bir Türk vatandaşının, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır”
Şimdi, hukuk aşkına, “Herhangi bir Türk vatandaşı” ne demektir? “Gayrimüslim Türk vatandaşı” mı demektir? Antlaşmayı yazanlar öyle anlaşılmasını isteseler öyle yazamazlar mıydı? Yanlış mı yazmışlardır?Ama burada gerçekten ciddi bir sorun karşısındayız. Eğer Savcılık Sayın Muhbir Vatandaşların etkisi altında kalarak yazmış değilse bunu, ki zaten bizatihi bu durum başlı başına vahim bir durumdur, yalnızca 2 olasılık vardır:
1) Ya kendisi okuduğunu algılamamıştır,
2) Ya da Savcılık siyaset biliminde “ideoloji körlüğü” veya “ideolojik atgözlüğü” olarak adlandırılan bir durumla malûldur, ki bu bizim ve herkes için daha feci bir durum teşkil eder.
Çok açık söyleyeceğim: Savcılığın ideolojisi kendisini ilgilendirir. Bu ideoloji, bireysel hakları ve özellikle de ifade özgürlüğünü mümkün olduğu kadar kısıtlamak yönünde olabilir ve görüldüğü kadarıyla da böyledir. Fakat kendisi, bu ideolojisini resmî İddianameye yansıtamaz, yansıtmaması gerekirdi. Bu, vazifeyi suistimaldir.
***
Burada bir an durmalıyım. Burası fevkalade önemli. Bu meseleyi halletmeden diğer konulara devam edemem. Uzunca bir parantez açıyorum:
Hemen söyleyeyim: Bizim Raporumuz bir ideoloji ürünüdür. İnsan haklarını her şeyin üstünde tutan demokratik ideolojinin ürünüdür. İnsan Hakları Danışma Kurulu yönetmeliğinin 5. maddesi bir görev vermiş, “İnsan haklarını geliştirmek için raporlar ve etüdler hazırla” demiş, biz de hazırlamışız.
Bunu belli bir bakış penceresinden, yani insan hakları ideolojisinden yapacağız. Var mı tersini iddia edebilecek şahıs? Var mı, “bakış penceresi” kavramı ile “ideoloji” kavramı farklı kavramlardır diyebilecek bilimsel görüş sahibi? “Mevcut durum” ile “olması gereken durum” arasındaki çok geniş sosyolojik ilişkiyi incelemek istediğimiz için, bizim Raporumuz alabildiğine ideolojiktir.
***
Fakat Savcılık, “mevcut Rapor” ile “mevcut hukuk” arasındaki çok net ve dar ilişkiyi inceleyen bir kişi, yani hukukçu olarak, asla ve kat’a ideolojik İddianame düzenleyemez. Kaldı ki, ideolojik olmanın üstüne, bu İddianame bir de duygusaldır. Yani, bir iddia makamı ancak şunu yazabilir: “Efendim, sayın Rapor yazarı, şu şu kanıtların gösterdiği gibi, şu şu cümleleri sarfetmiştir. Rapor’un genel bağlamı ve üslubu açısından bakıldığında, bu cümleler, ceza kanunumuzun hakareti cezalandıran şu şu maddesinin şu şu fıkrasını, şiddete ve suça teşviki cezalandıran şu şu maddesinin şu şu fıkrasını açıkça ihlal etmektedir. Yargıtayımızın şu şu içtihadı da bu yöndedir. Bu ifadelerin eleştiri mahiyetinde mütalaa edilmesini mümkün kılacak bir yasa maddesi de bulunmamaktadır. Dolayısıyla, şu şu maddelerden cezalandırılmasını talep ederim”.
Budur bütün yapabileceği. Yoksa, biraz sonra yine A’dan Z’ye teşhir edeceğim gibi, 7 sayfalık bir Rapor’a karşı yazdığı 10,5 sayfalık İddianamede: “Efendim falanca devlet böyle yapıyorken Rapor yazarının bunu yazması onun niyetinin kötü olduğunu göstermektedir, yok, azınlıklar hakkında söyledikleri kaos doğurursa, yok devleti parçalarsa, yok milleti bölerse…”. Savcılığın, bir tek, “Allah korusun, ya gözüne girerse” demediği kalmış. Muhterem Yargıcım, bunlar vahim, hatta gülünç şeylerdir. Bu iddianame fuzulî şâgildir. Hepimizi fuzuli işgal ediyor. İşgal-name’dir.Bu “niyet” meselesine, daha ayrıntılı olarak ve Zanardelli Raporu vesilesiyle birazdan geri döneceğim.
***
Acaba Savcılık “Ben memleketi kurtarmak istiyorum” gerekçesiyle olaya böyle yaklaşmış olmasın? Haa, o zaman daha da affedilmez bir hata yapmıştır. Hemen açıklayayım:
Hukukçular memleketi kurtarmaya soyunamazlar. Nasıl Silahlı Kuvvetler soyunamazsa, nasıl Emniyet soyunamazsa, nasıl Üniversiteler soyunamazsa. Bir memleket, kolektif olarak, işbirliğiyle korunur. Memleketi dışarıya karşı Türk Silahlı Kuvvetleri, içeriye karşı da Emniyet kuvvetleri korur. Cehalete karşı örneğin Milli Eğitim Bakanlığı ve Üniversiteler. Adaletsizliğe karşı Yargı. Yargı tek başına memleketi kurtarma işine kalkıştığı zaman olmaz efendim. Yahut da, böyle olur işte. Aptessiz namaz gibi.
***
Biz bu ülkeyi kurtarmaya kalkan ne iddia makamları gördük bugüne kadar. Bir askerî savcı çıktı 1980’lerde, iddianamesinde:“Efendim, doğuda kar yağar, sonra donar, bu kar üstüne basılınca kart-kurt eder, Kürt lafı buradan çıkmıştır, Kürt diye bir grup yoktur!” dedi. Askerî darbe vardı, anladık dedik. İçimizden “Ördek Hayri fıkrasını duymamış bu iddia makamı” dedik.
Bir diğeri çıktı 1970’lerde, iddianamesinde: “Türk ve Kürt kelimeleri aynı harflerin bir araya gelmesinden meydana gelen birleşik ortak bir değerdir” diyerek bizi aydınlattı: Aynı T, Ü, R, ve K harflerinin iki kelimede farklı dizildiğini, bu nedenle Kürtlerin aslında Türk olduğunu öğretti hepimize.
Aynı askerî savcı, bu da yetmedi, şunu diyebildi aynı iddianamede, inanması biraz güçtür, onun için aynen okuyorum: “Türk milliyetçiliği Anayasamıza göre asla Irkçı değildir. Bilakis, soyut bir ırkçı görüş yerine birleştirici, aynı hars ve aynı kader birliğine dayanan ülkücü, ilerici bir milli Irkçılığı kabul etmiştir” dedi. Askerî darbe vardı, çarnaçar ona da anladık dedik. Ama 2006’da artık anlamıyoruz. Çok şükür artık askerî diktatörlük yok. AB yolunda ilerleyen Türkiye var.
***
Şimdi, Savcılığı rahatlatacak bir hususu diye getirerek parantezi artık kapatayım:Efendim, her ülkede bir sarkaç vardır. Bu sarkacın salındığı iki uçtan birinde “İnsan Hakları Devleti”, ötekinde “Milli Güvenlik Devleti” yer alır.
Sarkaç ikincisine doğru salındığı zaman, İnsan Hakları Devleti biter, mahvolur.Ama birincisine doğru salındığı zaman Milli Güvenlik Devleti bitmez, mahvolmaz. Tam tersine, güçlenir. Çünkü insan haklarının güçlü olmadığı ülkelerde insanlar birer “Zoraki Vatandaş”tır. Oysa, alt kimliklerine saygı gösteren İnsan Hakları Devletinde kendilerini “Gönüllü Vatandaş” hissederler. Zoraki Vatandaş üzerine bina edilmiş bir devlet her an çökebilir. Berlin Duvarı gibi çöker alimallah. Çünkü her vatandaşın başına bir süngülü adam dikemezsiniz. Gönüllü Vatandaşa dayanan bir devlet huzur içindedir. Sağır kulağının üzerine yatıp rahat uyuyabilir.
***
Her şeyi bir tarafa bırakınız. Savcılık, iddianame yazmadan önce, Türkiye’yi bugüne getiren anayasal gelişmelerin ilki olan Tanzimat Fermanına bir göz atmış olsaydı, o da kendisine yetecek idi. Nitekim, 1839 tarihli bu Ferman da benim sarkaç hakkında söylediklerimi başka kelimelerle ve aynen şöyle söylüyor: “Hangi insan, hayatı ve şerefi tehlikede olduğu takdirde, karakteri şiddete karşı olsa bile şiddete başvurmaktan ve dolayısıyla devlete ve memlekete zarar vermekten kendini alıkoyabilir? Halbuki, tersi durumda, eğer bu insan bu bakımdan tam bir emniyet içindeyse, sadakat yolundan ayrılmayacak ve bütün hareketleri devletin ve  kardeşlerinin iyiliğine hedeflenmiş olacaktır”Fakat Savcılık, anlaşıldığı kadarıyla, bu İddianameyi yazmadan önce yalnızca Sayın Muhbir Vatandaşların ihbar dilekçelerini okumuştur. Parantezi kapıyorum ve tekrar Lozan Md. 39’a dönüyorum.
***
Gerek Savcılık, gerekse başka iddia makamlarının başka davalarda da aynı vahim hatayı tekrarlamamaları için, bu konuda birtakım teknik bilgiler vermek gerekiyor.
Türkiye’de kimse Lozan’ı okumamıştır, ama tabii ki ezbere biliyordur. Bu yüzden verilecek bilgi çok ama, yalnızca burada şart olanları anlatacağım.Lozan’da getirilen azınlık haklarını içeren 37. ilâ 44. maddelerin oluşturduğu III. Kesimin başlığının “Azınlıkların Korunması” olduğuna bakıp da, burada yalnızca azınlık haklarından bahsedildiğini sanmak kolaycılıktır. Böyle kolaycılıklar çoğu zaman insanı fena yanıltır. Çünkü bu kesimde 4 ayrı hak grubuna haklar getirilmektedir:
a) Gayrimüslim TC vatandaşları;
b) Türkiye’de oturan herkes.
c) Tüm TC vatandaşları;
d) Türkçeden başka dil konuşan TC vatandaşları.
Konumuz olan bu 39. madde, bu 4 hak grubunun dördünü de barındıran, laboratuar gibi bir maddedir. Çünkü:
– birinci fıkrası (a)nın haklarını,
– ikinci fıkrası (b)nin haklarını,
– üçüncü ve dördüncü fıkraları (c)nin haklarını,
– beşinci yani son fıkrası ise (d)nin haklarını konu eder.
Bu, III. Kesimin diğer maddelerinin neredeyse tamamında da bu böyledir. Yani başlık “Azınlıkların Korunması” olduğu halde buraya yalnızca azınlıkların değil, bütün vatandaşların, hatta ülkede bütün oturanların, kısacası herkesin hakları, teknik terimiyle “insan hakları” da yerleştirilmiştir.
Bu niye böyledir? Bunun birkaç nedeni vardır, üç ayrı kitabımda ayrı ayrı yazdım ama, burada zamanınızı almamak için yalnızca iki sebep söyleyeceğim:
1) “İnsan hakları” uluslararası belgelere ilk kez 1945 BM Antlaşmasıyla girmiştir, yani Lozan’ın imzalandığı 1923 yılında uluslararası belgelerde bu haklar kavram olarak bile bulunmaz. Oysa “azınlık hakları” 1606 Viyana Antlaşmasından bu yana uluslararası antlaşmalara konudur. Bu nedenle, insan hakları da içeren bu kesimin başlığı “Azınlıkların Korunması” olarak konmuştur.
2) “Azınlık” terimi spesifik (özel) değil, jenerik (genel) bir terimdir. Uluslararası bir antlaşmadaki spesifik terimler yorumlanırken, antlaşmanın yapıldığı tarihteki anlamları dikkate alınır. Ama jenerik terimler yorumlanırken, bunların anlamı, antlaşmanın yapılmasından bu yana geçen zaman içinde uluslararası hukukta meydana gelen bütün gelişmelerin ışığında belirlenir.
Nitekim, Uluslararası Adalet Divanı, Yunanistan’ın Türkiye aleyhine açtığı Ege Kıta Sahanlığı davasında verdiği 1978 kararında Yunanistan’ın iddiasını reddetmiştir. Çünkü Yunanistan’ın sözünü ettiği “ülke statüsüne ilişkin uyuşmazlıklar” terimi jenerik bir terimdir ve artık 1928’deki anlamıyla değil, davanın görüldüğü 1978’deki anlamıyla yorumlanacaktır (karar paragraf 77-80). Bu nedenle, Lozan’ın yapıldığı 1923 tarihinde “insan hakları” kavramı uluslararası literatürde bulunmadığı halde, “azınlık hakları” terimi 2006 yılında artık bir parçası olduğu “insan hakları” kavramını da ifade eder biçimde ele alınacaktır.
Nitekim, örneğin Lozan Md.39/2 şöyle diyor: “Türkiye’de oturan herkes, din ayrımı gözetilmeksizin, kanun önünde eşit olacaktır”: Şimdi bunu kim kalkıp da “azınlık hakkı” diye yorumlaşacak, görmek isterdim. Çünkü burada “çoğunluk”tan bile bahsedilmiyor. “Vatandaş”tan bile bahsedilmiyor, yabancı olsun vatandaş olsun “Türkiye’de oturan herkes”in haklarından bahsediliyor.
Biliyor musunuz ki, bu 39/4 Lozan Konferansında Ankara Hükümeti delegasyonunun teklifidir? Biliyor musunuz ki bu 39/4 uygulansaydı, yani devlet Lozan’ın bu maddesini bugüne kadar ihlal etmeseydi, bugün ülkemizde Türkçeden başka dillerde radyo ve televizyon yayını yapma sorunu diye bir problem olmayacaktı? Düşündünüz mü ki, sorun çıkmayınca, sonuç olarak Kürt milliyetçiliği güçlenmeyecekti?
Altıncı Husus
Bu hususu biraz ayrıntılı anlatmak zorundayım. Ama hiç merak etmeyiniz, sıkılmayacaksınız. Zaten yukarıda da biraz işaret verdim.s.5’te İddianame söyle demektedir: “Fransa Devletinin bir uygulamasının da göz önüne alınması… Rapordaki niyeti ortaya koyacaktır”.Muhterem yargıcım. Bizim niyetimizin ne olduğu İddianameyi nasıl ilgilendirebiliyor? Bu yetkiyi Savcılık nereden, hangi hukuk metninden alıyor?
Ben size nereden almadığını arz edeyim:
1) Her şeyden önce, ceza hukukunda kıyas yapılamaz. Onun için hiçbir ceza hukuku metninden alamaz bu yetkiyi. TCK md.2 kanun maddeleri arasında bile kıyası yasaklarken, bir devletin uygulamasına bakılarak bir Rapor’un niyeti nasıl ortaya konabilir, ya da buna benzer bir genişletici yorum nasıl yapılabilir?
2) Daha önemlisi: Doç. Dr. Sami Selçuk’un yazdığı gibi, ceza hukuku bireylerin amaçlarıyla, erekleriyle, niyetleriyle, saikleriyle ilgilenmez.Savcılık bunları bilmiyor mu? İki olasılık var:
a) Bu ilke yeni TCK’yla getirilmiş olabilir, yani henüz kanun adamlarımız nüfuz edememişlerdir.
Hayır efendim, bu ilke, bundan tam 120 yıl önce, bizim ceza kanunumuzun kaynağı olan İtalyan Ceza Kanunu hakkında yazılmış olan Zanardelli Raporunda aynen şu cümleyle geçer:
“İnsan eylemlerinin iç saiklerini araştırmak, ceza adaletinin işi değildir”. 120 yıl, bunu öğrenmek için yeterli zamandır.
b) Yahut da Savcılık bu ilkeyi biliyordur. Bilerek yapıyordur… Bunları mahkemeniz değerlendirecektir. Ama ben bu niyet meselesini burada bırakmayacağım. Tekrar buraya döneceğim.
3) Fakat benim burada asıl gelmek istediğim nokta, daha bile vahim bir nokta. Savcılık, daha önce de söyledim, uzmanı olmadığı anlaşılan uluslararası hukuk konuları üzerinde fikir serdederek yine kendisini ve temsil ettiği makamı ve dolayısıyla Türkiye Cumhuriyetini zor durumda bırakıyor. Bakınız nasıl:
a) Yanlış bilgi sunuyor.
Önce, Fransa’nın “Avrupa Bölge veya Azınlık Dilleri Misakı”nı imzalamadığını yazıyor. Oysa Fransa bu sözleşmeyi 1999’da imzaladı. Üstelik, bir de “yorum beyanı” koyarak. Sadece, ratifiye etmeden yani onaylama işlemini yapmadan önce bir anayasa değişikliğine gitmenin gerekip gerekmediğini Anayasa Konseyine sordu. Bu Konseyin kararı üzerine onay işlemi erteledi. Paraf başka, imza başka, ratifikasyon başka, iç hukuka yansıtma (infaz) yine başkadır.
b) Fransa’daki uygulama konusunda daha da yanlış şeyler söylüyor. Örneğin, ECRI adlı Avrupa Konseyi kurumuna Fransa’nın verdiği yanıttan bahsederken, “Fransa[da]… etnik köken, ırk ve din ayrımı yapılmaksızın tüm vatandaşlar yasa önünde eşittir. Azınlık, Fransız hukukuna yabancıdır” gibi ifadeler aktarıyor.Tekrar soruyorum: Bütün bu örneklerin İddianamede işi ne? Ne yazmak istiyor? Bunlar vazifesi midir?Ama mademki kendine vazife edildi, hemen bilimsel açıdan ele alalım; bu da bizim hakkımız.
Bir kere, bu aktarım eksik. Eksik olan her şey gibi de, yanlış. Bazı şeyleri saklıyor.
İddianamenin aktardığı gibi, evet, Fransa hakikaten şöyle demiştir: “Azınlık kavramı Fransız hukukuna yabancıdır”. Ama, İddianamenin ifadesi, “azınlık hakları”nın Fransa’ya hiç de yabancı falan olmadığını saklamıştır. Açığa çıkartalım:
Yukarıda belirtmiştim: Savcılık, sosyolojik bir olgu olan “azınlığın varlığı” ile hukuksal bir olgu olan “azınlığın statüsü” ayrımı yapmadığı için, Fransa’da dil ve din azınlıklarına artı haklar tanındığını da bilmemektedir. Fransa Cumhuriyeti jakoben zevahiri kurtarmak için “azınlık kavramı”nı bir eliyle reddetmeyi görev bilir, ama diğer eliyle kucak kucak “azınlık hakları” verir ve uygular. Şimdi, söylediklerimi örneklerle kanıtlayayım, çünkü bu bir İddianame değil, İspat-name. Bu Karşı-İddianamenin başında öyle söz verdim, öyle yapmayı sonuna kadar sürdüreceğim
Fransa’da Dilsel Azınlık Hakları
Önce şunu belirteyim: Ben burada, Türkiye’yle karşılaştırma yapabilmek için, yalnızca Metropoliten Fransa denilen, bizim bildiğimiz Avrupa’daki Fransız topraklarını anlatacağım.
Yoksa, kalkar da Fransa’nın “Deniz Aşırı Topraklar” diye adlandırdığı yerleri de katarsam, bu azınlık hakları oralarda fevkalade daha belirgin ve fevkalade daha yaygın uygulanmaktadır, Fransa’yı merkeziyetçi bir üniter devlet bellemiş olanlar sekte-i kalpten gidebilirler. O kadar ki, örneğin Yeni Kaledonya bölgesinde Fransızca dili birinci değil, yerel dillerin yanında ikinci dildir, uzatmıyorum.
İddianame, burada da kulaktan duyma ve tabii yanlış hususlar ileri sürüyor:
“Fransa Dilleri” kavramı
1) Evet, Fransa Anayasasının 2. maddesi şöyledir: “Cumhuriyetin dili Fransızcadır”.
Bu kadarı, Savcılığı sevindirecek bir husus, çünkü bizim anayasamızın 3/1 maddesindeki “Dili Türkçedir” ibaresini hatırlatıyor. Fakat Savcılığın bilmediği ve öğrenince hiç sevinmeyeceği husus şudur: Fransa’da bir de “Fransa Dilleri” kavramı vardır. Hani, bizde olsa, “Türkiye dilleri” diyecektik, öyle. Les Langues de France.
Fransa Kültür ve İletişim Bakanlığı bünyesinde bulunan ve eski adı “Fransızca Dili Genel Delegasyonu” olup 16 Ekim 2001’de “Fransızca Dili ve Fransa Dilleri Genel Delegasyonu” (Délégation Générale à la langue française et aux langues de France) olarak değiştirilen resmî kurum , “Fransa Dilleri” kavramını şöyle tanımlamaktadır:“Fransa dilleri terimiyle kastedilen, Cumhuriyet topraklarında Fransa yurttaşlarınca geleneksel olarak konuşulan ve hiçbir devletin resmî dili olmayan, bölge veya azınlık dilleridir.”
Bu bölge ve azınlık dillerinin sayısı, Deniz Aşırı Topraklar da katıldığında, 75’in üstündedir. Yalnızca Metropoliten Fransa’dakiler 16 tanedir ve bunlar “Bölgesel Diller” ve “Teritoryal Olmayan Diller” diye ayrılır.
“Bölgesel” Fransa Dilleri 10 tanedir: Alsas dili, Bask dili, Breton dili, Katalan dili, Korsika dili, Batı Flamanca, Mozel Fransik dili, Frankoprovansal dili, Oy dilleri, Ok dilleri (Oksitan).
“Teritoryal Olmayan” Fransa Dilleri 6 tanedir: Diyalektal Arapça, Batı Ermenicesi, Berberce, Jüdeo-İspanyol dili, Romani (Çingene) dili, Yidiş (Yahudi) dili. Bu dillerin konuşulması, yazılması, yayınlanması, sanat konusu yapılması, vb. tamamen serbesttir.
1951 yılında çıkan Yerel Dil ve Diyalektlerin Öğretimi Hakkında “Deixonne” Yasası bunların arasından Breton, Bask, Katalan ve Oksitan dillerinde öğretim yapılabileceğini ilan etmiş (md.10), bu dillerin hangi üniversitelerde öğretim ve araştırma konusu yapılacağını da saptamıştır (md.11). 16 Ocak 1974 tarihli kararnameyle Korsika dili , 30 Mayıs 2003 tarihli idari kararla da (arrêt) Alsace-Moselle’de konuşulan azınlık dili (Alsasça) eğitim konusu (l’objet d’un enseignement) olabilecek diller arasına katılmıştır.
Efendim, Savcılık bunları da bilmiyor olabilir. Çünkü, tarihlere dikkat ederseniz, bunlar da kendisi öğrenciliği bitirdikten sonra oluşan gelişmelerdir. Ama kanunu bilmemek mazeret olmadığı gibi, bilimsel gelişmeleri bilmemek de mazeret değildir. Hadi, mazeret olsun, sormamak mazeret değildir. Ben Savcılık makamında 2 saat ifade verdim. Bilgi arz etmeye âmâde vaziyette.
***
Burada bir parantez açıp, Alsace-Moselle bölgesi ve burada konuşulan azınlık dili hakkında kısa bilgi vereyim. Özür dilerim, bazı tüyler diken diken olacak, ama kabahat bendenizin değil. Fransa’yı Türkiye’ye kıyasla örnek gösteren ben değilim.
Fransa’nın Almanya sınırında bulunan bu bölge, aynen 1918-39 arası Türkiye’den ayrılan ve sonra dönen Hatay gibi veya 1878-1918 arası Rusya’ya geçip sonra geri dönen Kars-Ardahan gibi, 1871’de Almanya’nın kurulması ve Fransa’yı yenmesi üzerine Almanya’ya verilen ve ancak 1918’de Fransa’ya geri dönen Alsace-Lorraine’in bir parçasıdır. Aşağıda anlatacağım azınlık ayrıcalıklarının geçerli olduğu bu yer, Alsace ilinin tamamından ve Lorraine ilinin Moselle kesiminden oluşur.
Burada konuşulan dil, dil uzmanlarına göre ayrı bir dil olmayıp, Almancanın bir diyalektidir. Buna rağmen, hemen yukarıda da belirttiğim gibi bu diyalekt “Fransa Dilleri” kapsamında bir azınlık dili olarak kabul edilmiştir ve bunun sağladığı bütün ayrıcalıklardan (artı haklardan) yararlanmaktadır. Biraz aşağıda anlatacağım gibi, Fransa’nın bu bölgesinde insanlar özel ve kamusal yaşamlarında bu dili kullanırlar ve, anlatmadan inanması güç gelecek ama, Alman hukuku altında yaşarlar.
***
Şaşırma olmaması için tekrar edeyim de öyle devam edeyim: İddianame tarafından, dünyanın en üniter ülkesi olarak Türkiye’ye kıyasla örnek gösterilen Fransa’dan bahsetmeye devam ediyoruz.
Belediyelerde, belediye nizamnamesi öngördüğü takdirde Alsas diyalekti kullanılır.Bu bölgede kurulmuş dernekler de faaliyetlerinde Alsas dili kullanırlar. 1993’te Colmar İstinaf Mahkemesi, bir derneğin genel kurulunun Alsas diyalektinde yapıldığı gerekçesiyle açılan davada, bu genel kurul kararlarının iptalini reddetmiştir. Bu tarihten sonra derneklerde Alsasça kullanılmasında bir engelin bulunmadığı kabul edilmiştir.  Alsasça, Alsace’daki kamu kurumlarında da yasak değildir. 4 Ağustos 1994 tarihli, Fransızca Dilinin Kullanılmasına Dair “Toubon” Yasası; eğitimde, iş ilişkilerinde ve kamu hizmetlerinde Fransızcanın kullanılmasını zorunlu kıldığı halde Alsace’da bu böyledir. Çünkü bu yasanın 21. maddesi şöyle der:
“İşbu yasanın hükümleri, Fransa’nın bölgesel dillerine ilişkin yasama metinlerine ve düzenlemelerine karşı uygulanamaz ve bu dillerin kullanılmasına engel oluşturamaz” . Dolayısıyla, bu bölgede kamu kurumlarında da yerel dilin sözlü olarak kullanılmasının yasak olmadığı sonucuna varılmıştır ve uygulama böyledir. Bölgede, 1919’dan bu yana seçim ve propaganda afişleri de Fransızca ve Almanca basılmaktadır .
10 Ağustos 1979 tarih ve 1619 sayılı genelgeden bu yana, karayolları üzerine dikilmiş levhalara yerleşim yerlerinin isimleri Fransızcanın yanı sıra bu dillerde yazılabilir . Alsace’ta Strasbourg’un tarihî kesiminde sokak isimleri iki dildedir.
Yargıda Durum
2) Yargıdaki durum da bir Türkiyeli için dehşet vericidir.
1919, 1922 ve 1928 tarihli cumhurbaşkanlığı kararnameleri, mahkemelerde savunmaların Fransızca, Almanca veya yerel diyalektle (Alsasça) yapılabileceğini belirtmiştir. Yine aynı kararnamelere göre noter belgeleri, eğer taraflar Fransızcayı yeterince bilmediklerini beyan ederlerse, Alsas diyalektinde düzenlenebilir. Yargıç isterse, Fransa’da mahkemede tarafların doğrudan doğruya azınlık dilinde konuşmaları da mümkündür. Çünkü yeni Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasasının 23. maddesine göre: “Yargıç, tarafların kullandığı dili biliyorsa, ayrıca bir çevirmen getirtmek zorunda değildir” .
Eğitimde Durum
3) Eğitimdeki durum daha da çarpıcı: Bu azınlık dilleri özel ve resmî okullarda okutuluyor.
Fransız topraklarının tamamında, Milli Eğitim Bakanlığının 2002 yılı verilerine göre 250.000 öğrencinin okuduğu bu dillerin özel okullarda isteyen öğrencilere öğretilmesi anaokulundan itibaren serbesttir. O kadar ki, örneğin Bask ve Alsas-Moselle bölgelerinde isteyen anaokulları ve ilkokullar eğitimi tamamen Bask veya Alsas dilinde verebilirler; hiçbir hukuksal engel yoktur. Orta öğretimde de durum aynıdır. Bazı okullar ise bu dillerde dersler sunmakla yetinirler.
Devlet bu sisteme mali katkı yapar. Örneğin Bask dili bölgede yüzde 70 oranında devlet, yüzde 30 oranında ana-babalar tarafından finanse edilmektedir. Devlet okullarında veya devletle sözleşmeli okullarda ise bu dersler, aynen yabancı dil dersleri gibi, haftada iki saatle sınırlıdır.
“İki Dilli” (bilingue) denilen türde her düzeyde (ana, ilk, orta düzeyde) okullarda ise, 31 Temmuz 2001 tarihli idari karar gereğince derslerin yarısı Fransızca, yarısı azınlık dilinde okutulur . Bu okullarda “bölgesel diller” diye ayrı bir bölüm de vardır. Nitekim Alsace-Moselle’de kimi okullar yarı yarıya Almanca (Alsasça) ve Fransızca eğitim verir.
Üniversiteye kadar durum böyle devam eder. Üniversitede de Edebiyat ve Bölgesel Diller bölümüne devam etmek mümkündür.
Kimi bölgelerde yalnızca azınlık dilinde eğitim veren yüksek öğretim kurumları mevcuttur. Örneğin Bayonne kentindeki Bask Etüdleri Enstitüsü (L’Institut d’Etudes Basques) böyledir .
Sözünü ettiğim bütün bu “Fransa Dilleri” için bütün bu dersler, normal ders saatleri içindedir, söylemeye gerek bile yok.
Kültür ve Sanatta Durum
4) Burada da durum aynı. Bu bölge ve azınlık dilleri yalnızca eğitim alanıyla sınırlı değil. Bu diller kültür, eğitim ve medya alanlarında korunuyor. Müzik, kitap, tiyatro, etnolojik zenginlik, arşiv, müze, sinema gibi çok çeşitli alanlarda Fransa devleti tarafından finanse ediliyor.
Örneğin, “Fransa Dilleri Kitaplığı” adlı program, bu Fransa Dillerinde yazılmış veya bu dilleri araştıran kitap alımı yapan kütüphanelere kredi vermek ve bu dillerde yayın yapacak yayınevlerine mali teşvikte bulunmak için kurulmuştur. Fransa’da bir işbölümü vardır: Milli Eğitim Bakanlığı Fransızca dilinin, Kültür ve İletişim Bakanlığı da “Fransa Dilleri”nin korunması ve geliştirilmesi için faaliyet gösterir.
Dikkat buyrulursa, Korsika dilinden hiç bahsetmedim. Çünkü biraz aşağıda bu adadaki özerk idari statüyü anlattığım zaman, buradaki Korsika dili eğitiminin ve genel yerinin ne durumda olduğu kendiliğinden anlaşılacak. Burada şu kadarını söylemekle yetineyim: Korsika dili 1974’ten bu yana ilk ve orta dereceli okullarda ve ayrıca 1980’de açılan Corte Üniversitesinde okutulmaktadır. 1998 verilerine göre adadaki ilkokul öğrencilerinin yüzde 85’i okullarda ve özellikle de “iki dilli” 11 okulda Korsika dili öğrenmektedir.
Fransa’da Dinsel Azınlık Hakları
Savcılığın iddiasının aksine; Fransa’da dinsel azınlıklar da vardır, bu azınlıkların kağıda geçmiş ve uygulanan hakları da.Fransa’da din ile devlet işlerinin birbirinden ayrıran 1905 yasasından sonra din konusunda standart bir uygulama olmuştur. Ama Alsace-Moselle bölgesi hariç. Örneğin:
– Fransa’nın hiçbir yerinde ilk ve orta dereceli kamusal okullarda zorunlu veya seçimlik hiçbir din dersi okutulmaz; yasaktır. (Ama, bu okullar, isteyen ana-babanın çocuğuna okul dışında din dersi aldırabilsin diye çarşambaları tatildir, buna karşılık cumartesi okul vardır. Özel okullar din derslerine kendileri karar verirler). Oysa, Alsace-Moselle bölgesinde ilk ve orta dereceli özel ve kamusal okullarda din dersi zorunludur. Yalnızca, ana-babalar, çocuklarının Katolik, Protestan, Yahudi veya Ahlak derslerinden hangisini seçeceğini saptayabilir.
– Fransa’nın hiçbir yerinde din adamları devletten maaş almazlar, devlet tarafından atanmazlar, müminlerin verdikleri bağışlarla geçinirler, devlet protokolünde de yer almazlar.
Oysa bu bölgede, Fransa’ca tanınmış üç din ve mezhebin (Katoliklik, Protestanlık, Yahudilik) din adamları devlet memurudur, devletten maaş alırlar, bunlara komünler lojman tahsis ederler. Katolik cemaati tarafından seçilen başpiskoposun atamasını bizzat Cumhurbaşkanı yapar. İki tanınmış Protestan kilisesi için de durum aynıdır. Yahudi cemaati tarafından seçilen başhahamı vali onaylar. Hahamların dışında, helal et kesimciye (sacrificateur) ve sünnetçiye de (mohel) devlet maaş verir. Bütün bu din adamları devlet protokolünde yer alırlar.
– Fransa’nın hiçbir yerinde dinsel mezarlık yoktur; bütün mezarlıklar belediyelere aittir ve hukuksal olarak farklı dinden insanlar karışık olarak gömülürler ve ayrılmaları da yasaktır. Örneğin Yılmaz Güney, Paris’in kuzey kesimindeki Père Lachaise mezarlığında herkesle birlikte yatmaktadır. Oysa bu bölgede mezarlıklar dinsel mezarlıktır ve yanlarındaki dinsel yapıya aittirler. Bu nedenle Alsace-Moselle’deki mezarlıklarda “Müslüman Karesi” denilen özel Müslüman gömme alanları ayrılmıştır.
Savcılığın bundan sonra artık hata yapmaması için ekliyorum: Türkiye’ye örnek olarak verdiği, “Azınlık kavramını reddeden” ve “Laik” Fransa’da İçişleri Bakanı aynı zamanda Din İşleriyle Görevli Devlet Bakanıdır. Alsace-Moselle dışındaki tüm bölgelerde bu sorumluluk büyük ölçüde sembolik olmakla birlikte, bu bölgede devletçe tanınmış bu inançlar, içişleri bakanının yani devletin resmî ve fiilî himayesi altındadır. Yani, hem mali hem protokoler açıdan bu durum bu bölgedeki dinler ve mezhepler açısından bir dinsel ayrıcalık (artı hak) oluşturur.
Fransa’da Hukuksal ve Yönetsel Azınlık Hakları
“Azınlık” kavramını tanımayı reddeden Fransa’da, bırakınız Deniz Aşırı Toprakları, Metropoliten kesimde bile 2 azınlık kendi bölgelerinde özel hukuksal/yönetsel artı azınlık haklarına sahiptir: Alsace-Moselle bölgesi ve Korsika adası.
“Dinsel ve etnik haklar”, “özel temsil hakları”, “özel yönetim hakları”: Bunlar, azınlıkların talep ettikleri grup haklarıdır. Teoriye girmeyeceğim, vaktinizi almayacağım, Savcılığın okuduğunu söylediği ders kitabımda var, yalnızca sonucu söylüyorum: Bunların içinde en ciddi olanı üçüncüsü yani “özel yönetim hakları”dır ve ulus-devletler bunu vermekten hiç hoşlanmazlar. Neden hoşlanmazlar? Çünkü bu, azınlığın kendi kendini yönetmesi ve kendini “millet”ten soyutlaması demektir. Böyle durumlarda azınlık ya kimi konularda kararları kendisi alır, ya da daha ileri gider ve bu özerkliği teritoryal (sınırları belli bir toprak parçası) biçime sokarak belli bir bölgede uygulatır.
Benim Alsace-Moselle ve Korsika için burada bahsettiğim, bu sonuncu durum yani bu taleplerin en ciddi olanının en radikal biçimidir. Alsace-Moselle’de önemli bir ölçüde hukuksal artı haklar vardır, Korsika’da da doğrudan doğruya yönetsel azınlık hakları. Görelim:
1) Alsace-Moselle :
a) Alsace-Lorraine’in Fransa’ya dönmesinden sonra, Alsace-Moselle’de Fransız ceza yasaları hemen yürürlüğe sokulmuş, ama Alman hukukundan gelen yerel yasaların bir kısmı korunmuştur. Fransa Yargıtayı, bu bizim için çok acayip durumu, 1937 yılında aldığı bir kararla “Bu yasalar Fransız yasası haline gelmiştir” diyerek tevil etmek zorunda kalmıştır.
Akıllılık da etmiştir. Bugün Fransa’da Alsace-Lorraine’de hiçbir azınlık sorunu yoksa, bu tür pragmatik akıllılıklar sayesindedir.
b) Almanya sınaileşmeye Fransa’dan önce başladığı için, sosyal güvenlik önlemleri açısından zamanının önünde olmuştur. Bölge Fransa’ya geçtikten sonra bu hukuk kuralları da muhafaza edilmiştir. Örneğin bu bölgede, sosyal sigortalıların yüzde 20 yerine yüzde 10 katılım payı ödedikleri ek bir sosyal güvenlik sistemi yürürlüktedir.
c) 19. yüzyıl Almanyasında belediye başkanı gerçek bir yönetim makamı niteliği taşıdığından, bölge 1918’de Fransa’ya geçtikten sonra da buradaki belediye başkanlarının yetkileri, Fransa’nın diğer belediye başkanlarınınkinden fazla olmuştur. Öyle ki, durum ancak 1982 yerel yönetim yasası sonucu eşitlenebilmiştir.
d) Bu bölgedeki dernekler Alman Medeni Kanununun çeşitli maddelerine tabidirler. Örneğin bölgesel hukuka göre kurulmuş bir dernek, kâr amacı güdebilir.
Buyurun size, “Artık o kadar da olmaz” dedirtecek bir örnek daha: Alsace-Moselle bölgesinde geçerli olan kimi yasalar, örneğin Yerel Dernekler Yasası Fransızcaya bile çevrilmemiştir; Almanca olarak durmaktadır. 1975’te İstinaf Mahkemesi, bu yasanın Almanca olması nedeniyle geçersiz olduğu yolundaki bir başvuruyu reddetmiştir.
10 Mart 1988’de Fransız Yargıtayı bir kararında şöyle demiştir: “Kimi Almanca yerel hukuk metinlerini yürürlükte tutan 1 Haziran 1924 sayılı yasa, bunların uygulanmasını Fransızca olarak yayımlanmış olmalarına bağlamamıştır”. Yani Fransa’da uygulanan kimi yasalar yalnızca Almanca dilindedir.
Devam edelim: Bölgenin bu hukuksal ayrıcalıkları, “Azınlıkları reddeden” Fransa’daki Anayasa Konseyinden de onay görmüş ve Konsey bu azınlık ayrıcalıklarını “Cumhuriyet’in bölünmezliği” veya “yurttaşların eşitliği” ilkelerine aykırı saymamıştır.
2) Korsika :
Savcılığı asıl şaşırtacak, üzecek ve Fransa’yı kıyasen verip vereceğine pişman edebilecek asıl örneğe geldik. Çünkü Korsika adası Fransa’dan teritoryal olarak ayrı yönetilen bir birimdir.
O kadar ki, Deniz Aşırı Topraklar’da uygulanan farklı hukuktan esinlenen özel statüsü, Metropoliten Fransa ile bu Deniz Aşırı Topraklar arasına oturan bir yere sahiptir ve bugün Fransa’daki tek örnektir.
Burada da vaktinizi fazla almayacağım. Korsika’nın 1982, 1991 ve 2002 yasalarıyla yaşadığı değişiklikleri anlatmayacağım. Yalnızca şu andaki durumunu vereceğim. Korsika’nın ayrı bir hukuksal varlığı, ayrı bir Meclisi, ayrı bir yürütme organı vardır.
a) Korsika Teritoryal Kolektivitesi:
Ada, 1991 yılında getirilen “Korsika Teritoryal Kolektivitesi” (Collectivité Territoriale de Corse) adlı bir özel statüyle yönetilir. Mesela bizde, yok ya, Marmara Adasının özel bir statüyle yönetilmesi gibi. Bu statünün getirdiği yetkiler akla gelebilecek bütün alanları içine alır: ekonomik kalkınma, mali işler, tarım, ormancılık, turizm, enerji, konut, her türlü ulaşım ve taşımacılık, eğitim, yükseköğretim, araştırma, meslekî formasyon, her türlü okul inşası, mekânın düzenlenmesi, çevre koruması, yerel kalkınma, Korsika dili ve kültürünün geliştirilmesi, sanat ve kültür, devlete ait olmayan tarihsel yapıların korunması, vs..
Korsika Teritoryal Kolektivitesinin bu işleri, eskiden “ulusal” statüdeyken şimdi “teritoryal” statü kazanan yerel dairelerce yürütülür.
b) Korsika Meclisi:
Adanın sorunları, 1982’den bu yana Korsikalılar tarafından 6 yıllığına seçilen bir “Korsika Meclisi” tarafından tartışılır ve karara bağlanır. Yılda 3’er ay sürebilen 2 olağan toplantı yapan ve ayrıca olağanüstü de toplanabilen 51 üyeli bu Meclis kendi iç tüzüğünü yapar, Korsika bütçesini ve Korsika gelişme planını kabul eder, bir de aşağıda anlatacağım “Yürütme Konseyi”ni denetler.
Fransa Parlamentosu, Korsika’yı ilgilendiren yasa tasarıları ve kararnameler çıkarmadan önce, Korsika Meclisine danışmak zorundadır. Meclis bunlar konusundaki eğilimini 1 ay içinde bildirir; acil durumlarda bu süre Korsika Valisinin talebi üzerine 15 güne indirilebilir.
Meclis, Korsika’yı ilgilendiren yasa ve düzenlemelerde değişiklik yapılmasını Fransız Hükümetine önerme yetkisine sahiptir.
Korsika Meclisinin işlemez hale gelmesi durumunda, Fransız Hükümeti, Bakanlar Konseyi kararnamesiyle onu dağıtabilir. Bu durumda, 2 ay içinde yeni bir Meclis seçimine gidilir. Bu süre içinde cari işlere Yürütme Konseyi başkanı bakar ve onun bu kararları Korsika Valisinin onayıyla yürürlüğe girer.
Korsika Meclisindeki görüşmeler genellikle Fransızca olarak yürütülmekle birlikte, isteyen üyeler Korsika dilinde konuşabilir .
Meclis 26 Haziran 1992’de Korsika dilini bütün adada resmî dil ilan eden bir karar almıştır (md.1). Aynı karar, resmî dil olarak “Korsika halkının dili Korsikacanın” ve “Devletin resmî dili olan Fransızcanın” Korsika Meclisinin iki resmî dili olacağını belirtmiştir (md.2). Md.5’e göre her düzeyde öğrenciler haftada maksimum 3 saat Korsika dili göreceklerdir. Bununla birlikte o tarihten bu yana gerek Korsika Meclisinden gerekse Fransız Hükümetinden bu konuda bir ses gelmemiş, bu karar bir sonuç yaratmadan kalmıştır.
c) Yürütme Konseyi:
Yürütme Konseyi, Korsika Meclisi içinden seçilen 1 başkan ve 6 üyeden oluşur. Konsey’in görevi, Korsika Teritoryal Kolektivitesini her alanda yönetmek ve özellikle de ekonomik, toplumsal, eğitsel ve kültürel kalkınma konuları ile mekânın düzenlenmesi konularında faaliyet göstermektir.
Konsey başkanı ve üyeleri Meclis’in toplantılarına ve görüşmelerine katılabilirler. Meclis, Konsey’i bir güvensizlik oyuyla düşürebilir. Fakat bu gerçekleşmeden önce, boşluk olmasın diye, Meclis’te siyasal grupların yeni bir Yürütme Konseyi üzerinde anlaşmaya varmış olmaları şarttır.
Yürütme Konseyi başkanı, Korsika Teritoryal Kolektivitesini temsil eder. Adanın ita amiri odur. Her yıl Meclis’e bir rapor sunan başkan, Kolektivite’deki kamu hizmetleri konusunda Fransa başbakanına her türlü öneriyi götürme yetkisine sahiptir.
Meclis’e ve Konsey’e Korsika Ekonomik, Toplumsal ve Kültürel Konseyi danışmanlık yapar.
***
Yani, Muhterem Yargıcım, çok özetle, Korsika adası devlet içinde devlet gibidir. Hatta, “gibi”si fazladır.
Alsace-Moselle de, en hoşgörülü ulus-devletlerin dahi duymaya tahammül edemeyeceği “çok-hukukluluk” uygulamasıyla, eski can düşmanı Almanya’nın dilini mahkemelerde konuşturmasıyla, Alman yasalarını bile Almanca uygulamasıyla, yine devlet içinde devlettir…
Bu durum, benzetmek gibi olmasın ama; Hatay’da Arapçayı ve Suriye hukukunu, Kars ve Ardahan’da Rusçayı ve Moskof hukukunu geçerli kılmakla aynı şeydir. İddianamenin bize örnek gösterdiği böyle bir ülkedir.
Muhterem yargıcım, bunları bilmeden Fransa’yı örnek göstermeye kalkan, eğer niyet’i sorgulamaya kalkan bir Savcılıkla muhatap olursa, amacı bu olmamakla birlikte korkarım ayrımcılık ve bölücülük propagandasıyla suçlanabilir. (Devamı var)