“Hukukun çiğnendiği bir toplumda ‘hukuk adamı’ olmak için kişilik, onur, direnç, savaşım gücü gereklidir. Hukuku özümsemiş, benimsemiş, algılamış kişi, hukukun çiğnendiği bir toplumda çekimser ve edilgin kalamaz.” Halit Çelenk
Mücadelesi, tanıklığı ve önderliğiyle Türkiye solunda önemli yer edinmiş olan Halit Çelenk üzerine bir yazı hazırlama önerisi geldiğinde, aklımda öncelikle şu soru belirdi: “Hukuk ve adalet kimin ve ne içindir?” Farklı disiplinleri bir araya getiren, yanıt(lar)ı evrensel arenada yüzyıllardır tartışılan bu soruya Halit Çelenk özelinde yaklaşmaya çalışacağım. Çoğu zaman “adaletsizlik”le eşdeğer tanımladığımız “hukuksuzluk”un iyiden iyiye arttığı ülkemizde Halit Çelenk’in yaşamını öne alan bir değininin tartışmaya küçük de olsa katkı getireceğini sanıyorum.
Önümde Çelenk’in eserleri ile Prof. Dr. Rona Aybay ve Avukat Ümit Altaş’ın hazırladıkları, Yaşamda ve Yargıda Devrimci Duruş: Halit Çelenk’e Armağan adlı kitap duruyor. Gerek Çelenk’le yapılan uzun söyleşide, gerek yakın dostları, mesai ve ‘yol’ arkadaşlarının yazılarında, gerekse basında bu armağan kitap üzerine çıkan yorumlardan saptanabilecek ortak bir cümle, arayışımı kolaylaştırıyor: “Halit Çelenk’in yaşamı, rejimin hukuku’na karşı içinde adaleti, eşitliği, özgürlüğü barındıran yeni bir toplum hukuku’nun yaratılmasına adandığı kadar, varolan yapının içindeki kazanımları sonuna dek korumayı amaçlamış bir savunmanın (avukatın) mücadelesi olarak da okunabilir.” Öyle ki, bu amaç, her türlü yıldırma eylemine, “her şey bitti, artık eve dönelim” yılgınlığına hukuk kanallarını sonuna dek kullanarak “dur!” diyebilmeyi birçok kez başarabilmiştir. Çelenk, altmış seneyi aşan savunmanlık görevinde, Türkiye solunun insan hakları ihlallerine, çalışma ilişkilerine, ceza adaletine yönelik eleştirilerinin belli bir ideolojik tutarlılıkla temsil edilmesini sağlamış, direnişin somutlaştığı isim olmuştur. Bu direnişin salt meydanlardaki sloganlarla sınırlanmaması, duruşma salonlarında, sendikalarda, tarım işçilerinin, öğrencilerin, kamu görevlilerinin hak arama mücadelelerinde, kitaplarda, broşürlerde, partilerde ‘hak savaşımı’ olarak genişletilmesi, hukukun kimin için ve ne amaçla savunulduğu sorularının öznelerini, mekânlarını bize veriyor… Armağan kitapta Şekibe Çelenk’in, Halit Çelenk’in belli bir mekân ve zaman kısıtına girmeden, maddiyatı düşünmeden ülkenin her yerine yardıma koştuğu, buna karşın statükoyu temsil eden güçlerin gerek baskıyla, gerekse yerel nüfuzlarını kullanarak Çelenk’i engellemeye kalkıştıkları ifadesi aktarılıyor. Kişilerin yerel güçler ve varolan hukuk normları karşısında kendilerini savunamayacak duruma düşmeleri, deyim yerindeyse ‘iki ateş’ arasında kalmalarına karşın Halit Çelenk’in mekânı ve zamanı yatay kesen bu mücadeleciliğini “Hukuk kimin ve ne için?” soru kipleriyle birlikte tekrar düşünmek gerekmez mi?
Siyasi davalarda ayrı bir kimliğe bürünen, savunmalarını bir hukuk dersi edasıyla -Aydın Çubukçu’nun saptamasıyla- aynı ölçülü üslup, aynı denetlenmiş dil, aynı ince ve keskin zekâyla yapan, kazanımların korunmasında bilimselliği önemli bir faktör sayan ve devletin ancak bu sayede demokratik niteliğini koruyacağını imleyen, mahkeme heyetinin önyargılı bakışları altında müvekkillerini savunmayı ise değişmesi gereken bir ‘alışkanlık’ olarak algılayan Çelenk, olumsuzlukları umuda dönüştürme çabasını tüm hayatına yaymayı başarabilmiştir. Bana öyle geliyor ki, Çelenk’in hukuk algısının arka planında hukuk bilgisini kullanarak rejim’in iç kanallarını sorgulama yetisi yatıyor. Şöyle ki, eski TCK’nın 141, 142 ve 159. maddelerine getirdiği eleştiriler, idam karşıtlığı, insan hakları kazanımı olarak gördüğü ifade özgürlüğüne bakışını topladığı kitaplar, yaptığı savunmalar ve konuşmalar dikkate alındığında, Halit Çelenk’in, Türk hukukunun demokrasiyle bağdaşmayan yönlerini nasıl ortaya koyduğu ve alternatifler ürettiği anlaşılabilir. Kendi ifadesiyle; “Hukukun çiğnendiği bir toplumda ‘hukuk adamı’ olmak için kişilik, onur, direnç, savaşım gücü gereklidir. Hukuku özümsemiş, benimsemiş, algılamış kişi, hukukun çiğnendiği bir toplumda çekimser ve edilgin kalamaz.” “Özümseme-benimseme-algılama” arasında kurulan bağlantı, bir yandan hukuk alanının kuru bir normlar toplamı olmadığını hatırlatır, diğer yandan cümlenin devamındaki hukuksuzluk hali karşısında eylemsiz kalmayı dışlar, bir anlamda hukuk’un bizatihi toplumsal misyonla yüklü olduğunu bildirir. Zira, hukuk’u özümsemiş ve demokratik- eşitlikçi bir toplum idealini benimsemiş kişinin, sırf bu benimseme ve özümseme halinden ötürü toplumsal rejimi (devlet rejimini ve ‘kamu düzeni’ olarak belirtilen muğlaklığı değil) koruması gerekir. Bu koruma refleksi, ideolojik bir içerik yüklenmekle birlikte, kuralları koyduğuna inanılan yasama organının ve güçler ayrılığı ilkesine göre işlediği varsayılan organların kararları uygulansın diye değil, toplumsal bir özgürlük ve eşitlik eyleminin gerçekleşmesi için hukuka duyulan saygıdan kaynaklanmaktadır. Aksi halde Çelenk’in çağrısı, her hukuksuzluğu, oluşturulacak yeni bir hukuk kuralına bağlayarak yasal, fakat gayrı meşru biçimlerin doğmasına yol açacak ‘kanun devleti’ sevdalılarınca da kullanılabilir. Bu tip uygulamaları 1960-61’de MBK ve Yüksek Adalet Divanı Kararlarında, Çelenk’in katıldığı DİSK davalarında ve Denizler’in yargılanmasında; TİP’in kapatılması ve 12 Mart-12 Eylül’deki yakalama-sorgu-yargılama süreçlerinde; Sivas Katliamı ve Metin Göktepe cinayetinde, son olarak da Hrant Dink cinayeti soruşturma ve yargılama sürecinde –ve dahi ‘imla ve noktalama’ değişikliklerine gidilen 301. maddede- gözlemleyebiliyoruz.
Öyleyse, Halit Çelenk’te eşitlikçi-demokratik bir siyasal dert olarak hukuk, hem mevcut rejimin kurallarını içeriden dönüştürebilmenin, hem hukuka aykırı uygulamaların hem de evrensel insan haklarına uyum göstermeyen ülke içi düzenlemelerin önüne geçebilmenin birinci aracı olarak karşımıza çıkıyor. Hukuk, toplumun kuruluşunda norm’u veri alan ve grupları belli kurallara uymaları koşuluyla kabullenen, yönetim sorununu temele oturtan bir ‘düzen sağlayıcı’ biçimine bürünmeden hareket edebiliyor. Bu anlamda Çelenk’in hukuk penceresi, mevzuat yığını olarak hukuk’a değil, sınıflar gerçeğini kavrayarak kapitalist sistemde devletin demokratik kazanımlarını yurttaşlar lehine sonuna dek savunabilmenin en önemli bileşenlerinden birisi olarak hukuk’a bakıyor.
Yazının başında bir adalet(sizlik)-hukuk(suzluk) özdeşliğini Halit Çelenk’in yaşamında izleyeceğimi belirtmiştim. Bu noktada, Çelenk üzerine yazan, konuşan isimlerin ortak saptaması olan Çelenk’in mütevazı kişiliğini yeniden düşünürken mesleki formasyona dikkat çekmek isterim. Hukuku toplumu kuran ve yöneten bir unsur olmaktan çıkartan, ömrünü sosyalist topluma adayanlar lehine kapitalist sistem içi hukuki kazanımları sonuna dek tarayan Çelenk’in mesleğinde izlediği bu yöntem, yaşamının büyük bölümünü hukuka adamış ancak hukuku devle(tle)ştirmemiş bir insanın eşitlikçi dünya görüşünün mütevazılığına yansıması mıdır? Sorumuzun yanıtı Halit Çelenk’in şu sözlerinde olabilir mi?:
“Ben bir savunmanım. Güzel insanları savundum. Halkını seven, onların ‘bir orman gibi kardeşçesine’ yaşaması için gencecik yaşamlarını veren insanları. Özgürlüklerini, yaşanmamış yemyeşil yıllarını ortaya koyan insanları. Hakça toplumsal bir düzene giden yola ışık saçan insanları savundum. Onlar bir çiçek gibi arı, taze ve renkliydiler. İnsan olmaktı suçları. İnsanları sevmekti, baskısız, sömürüsüz, özgür bir dünya istemekti. Her biri birer dünyaydı. İdealleri için öldüler, idam edildiler, hapis yattılar. Ben bu güzel insanları savunarak, onlarla beraber, insan sevgisini, barış dolu, özgür ve mutlu bir dünyayı savundum. Bu güzel insanları seviyorum. Bir yaşam bu sevgiyle geçti. Kendilerini tüm insanlığa adayanlara bir yaşam vermek çok mu?…”