Altı yıl geçmiş. Hatırlarsınız; 2013 yılında Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) ve Halkın Hukuk Bürosu basılmış ve dokuz avukat tutuklanıp cezaevine gönderilmişti. Selçuk o zaman yurtdışındaydı. Hakkında tutuklama kararına rağmen ülkeye dönmüş, tutuklanıp Kandıra Cezaevine gönderilmişti. O yıl Kandıra Cezaevi’nde Öcalan’ın avukatlığını yaptığı için suçlanıp tutuklanan avukatlar da vardı. Alternatif baro Kandıra Cezaevi’nde kuruluyor esprileri yapılmaya başlanmıştı. Cezaevinde de olsa kuşkusuz şimdikinden daha etkili bir baro olurdu.

İşte o günlerde, Suriye’den dönüşünün hemen sonrasında, Selçuk’u Kandıra Cezaevi’nde ziyaret etmiş ve “Kimin Adaleti?” başlığıyla Express için söyleşmiştik. O söyleşi de Selçuk, yargılandığı ÇHD Davası’nın tarihi önemine işaret etmişti:

“Bu davayı sıradışı hale getiren şu: Sosyalistler illegal ve silahlı mücadele yürütmediklerinde de defalarca yargılandılar. Sendika faaliyetlerinde de mahkeme önüne çıkarıldılar. Fakat, tüm yaşamı adliyede geçen, her gün gözlerinin önünde bulunan ve aynı yasaların diliyle konuşan avukatlara yönelik böyle bir toplu dava tarihte ilk kez oluyor.”12 Eylül’de, bir sürü avukat örgütlü olmasına rağmen, hâkimler ‘sizi takip ettiğiniz davalardan ve savunma biçimlerinizden dolayı yargılayacağız’ demediler. Şimdi takip ettiğimiz davalar karşımıza iddia ve suçlama olarak çıkarıldı. Hatta polis ‘takip ettiğiniz soruşturmalarda şu kadar kişi susma hakkı kulanmış, halbuki diğer avukatların girdiği aynı sayıda dosyada şu kadar kişi susma hakkı kullanmış’ şeklinde tablolar hazırlayıp dosyaya koymuştu. Böyle bir pratik daha önce hiç yaşanmadı. Kısacası, takip ettiğimiz davaların yanında, avukatlık yapma biçimimizi de kendileri belirlemek istiyorlar.”

Söyleşinin sonunda da hukuk tarihi içinde çoktan yerini almış o tarihi savunmanın işaret fişeğini yakmıştı:

“Benim hukuka aykırı olduğumu söylüyorsun ve beni yargılamaya başlıyorsun. Peki, senin hukuka aykırılığın ne olacak? Burjuva hukukunu en azından tutarlı uygulayan bir kurum olsaydın, bu oyunu oynayabilirdik belki. Ama, mevcut durumda ortada oynanacak bir oyun yok. Tarifimiz belli: Mahkemeye yaptırım uygulamak. Yargılanmaya değil, hesap sormaya geliyoruz.”

Başta söylediğim gibi, altı yıl geçti. Bu kez Selçuk’u görmek için Kandıra’ya değil Silivri’ye gidiyorum. Selçuk bir kez daha cezaevinde. Aradan geçen süre içerisinde onlarca avukat tutuklandı yüzlercesi yasaklama kararları sebebiyle duruşmalara giremiyor. 2013 söyleşisinde şöyle bir tespit vardı:

“İstanbul Barosu bu saçmalığa karşı sesini yükseltemedi. Bunu yapsaydı, belki bugün kendisi hakkında açılan soruşturmayla karşı karşıya kalmayabilirdi.”

Sene 2019, o gün sesini yükseltmesi istenen Baro yönetimi sessizlik içinde girdiği üç seçimi kazanarak ufak kadro değişiklikleri ile yoluna devam ediyor. KHK’lerle, OHAL’le, sokağa çıkma yasakları ile geçen yılları da yeni bir soruşturmaya uğramadan, fotoğraf karelerine girmeden atlattı. Hakkını yemeyelim, Türkiye’ye bu sene atfedilen “Tehlikedeki Avukatlar” gününde yaptığı balkon konuşmasını şu sözlerle bitirdi, “Buradan bütün dünyaya ilan ediyoruz ki, hiçbir baskıya boyun eğmeyeceğiz. Tehditler bizi yıldırmayacak… Asla sinmeyeceğiz. Bizi büyüten öykülerimizin yol göstericiliğinde daima demokrasiye ve insan haklarına sahip çıkacağız. Genlerimizdeki mücadele azmini hep diri tutacağız.” Alakasız bir şekilde 2013 söyleşisinin yayınlandığı Express kapağının spotu aklıma geldi: “Yapmayın bize laga luga çene”.


Yaklaşın, Uzaklaşın

Silivri 9 No’lu Cezaevi “Ziyaretçi Kabul Merkezi”ne yaklaştık, birazdan cezaevine giriş işlemleri için “ziyaretçi kayıt” masasında bulunan formları doldurmaya başlayacağız. Görüşeceğimiz kişilerin adlarını kayıt masası üzerindeki formlara yazıp imzalıyoruz. Beraber geldiğim meslektaşım Av. Öykü Köse yanında getirdiği kilidi uzatıyor. “Bu nedir?” diye soruyorum. “İçerideki dolaplar için. Bazen kilit vermiyorlar. Biz de yanımızda taşıyoruz kilitleri”  

Göz retinasının alınarak kaydın yapıldığı bölüm

İçeriye kağıt kalem dışında bir şey sokmak yasak. Kağıt kalem dışında üzerimizde bulunan eşyaları dolaba koyuyor ve kendi kilidimizle kilitliyoruz. Sonrasında göz retinamızın alınacağı bölüme geçiriyoruz: “Yaklaşın, biraz daha yaklaşın, uzaklaşın, biraz daha uzaklaşın” komutlarıyla retina işlemlerini de bitiriyoruz. İçerideki görevliden yaka kartını ve görüşeceğimiz kişilerin adları yazılı olan formu aldıktan sonra dışarı çıkıyor ve 9’nolu cezaevine doğru yürüyoruz.

Cezaevi giriş kapısı

Kaydın yapıldığı bina ile cezaevi arasında 500m’lik bir mesafe var. Bu mesafeyi yürüyüp cezaevi binasına önce jandarma kontrolündeki kapıdan giriş yapıp, sonrasında da çok çok duyarlı x-ray’dan geçip girebiliyoruz. Saatimi çıkarmayı unutmuşum, ayakkabı da öttü, diğerin de neyin öttüğünü anlayamadım. Üç kere tekrarlayıp sonunda ötmeden x-ray’dan geçebilmeyi becerdim. Saatimi çıkarıp orada bırakmam gerekiyormuş, anlamadım ama ısrar da etmedim. 

 

 

 

Şimdi turnikeye doğru yöneldik. Buradan göz retinamızı okutup geçebiliyoruz. “Yaklaş, uzaklaş” komutlarıyla bu kapıyı da açtık.

Masada iki gardiyan oturuyor. Kiminle görüşeceğimizi sorup ve elimizdeki kağıtları alıp bizi görüş odasına yönlendiriyorlar.

Kaydımızı yaparken beklememek için Selçuk’la görüşeceğimizi içeriye bildirmelerini rica etmiştik. Bildirmişler, onlar da biz kaydımızı yapana kadar getirmişler Selçuk’u, içeride bizi bekliyor.

Ölüm Terbiyesi

Sıcak bir selamlama ile karşılıyor bizi Selçuk. Karşılıklı hal hatır sorduktan sonra, fotoğraf ve görüntüleri sosyal medyadan görüp izlediğimi söylüyor ve mahcubiyetle, üzüldüğümü söyleyip iki gün önce kaybettiği babası için “başın sağolsun” diyorum. Durgunlaşıyor Selçuk, ayaktayız, oturuyor.

“Çarşamba konuştuk. Cuma sabahı avukatlarım geldi ve onlardan öğrendim öldüğünü. Hemen başvuracağız dediler. Beş saatlik bir izin çıktı, şaşırdım. Konya’ya erken indik. İznim beş saat olduğundan beni hemen eve götürmediler. ‘Şimdi seni götürürsek mezarda bulunamazsın’ dediler. Niye? diye sordum. ‘İznin beş saat, senin orada beş saatten fazla kalmana müsaade edemeyiz.’ dediler. Askerlerle beraber bir kamelyanın altında saatlerce oturduk, zamanın geçmesini ve cenaze saatinin yaklaşmasını bekledik. Bu nasıl bir akıl ve vicdandır?  Niye beş saatle sınırlıyorsun?”

Cenaze sonrasında sosyal medyaya yansıyan görüntüleri soruyorum:

“Eve yaklaştık, yanımdaki jandarma kelepçenin üzerine mont ile kapatmaya çalıştı. Çocuk benim utanacağımı düşünmüş. Ona anlattım, endişelenme ben utanmıyorum, beni karşılayan herkes de benim kim olduğumu bilir, dedim. Kelepçe benim değil onların utancıdır.”  

Selçuk tüm bunları anlatırken araya girip Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanlığı imzasıyla yayımlanan bildiriyi anlatıyor ve TBB’nin bildirisinde geçen “Avukat Kozağaçlı’nın babasının cenaze törenine yetişmesini teminen bu yöndeki dilekçenin bir an önce işleme konulması ve merhumun cenazesinin defnedileceği Konya’ya intikaline ilişkin planlamanın yapılması rica edilmiştir. Adalet Bakanlığı’nca bu talebimiz süratle yerine getirilmiştir.” beyanı hakkındaki düşüncelerini soruyorum.

TBB’nin kredisi beş saat ise istifa etmesi lazım. Bu övünülecek bir şey tersine utanılacak bir şeydir. Umarım TBB başkanının hiçbir etkisi olmamıştır, bu utancı üstlenmesi gerçekten üzücü”

Yazıyı kaleme alırken TBB Başkanı Metin Feyzioğlu’nun konuya ilişkin yeni bir açıklaması var mı diye baktım, bulamadım. Tutuklu avukatlar ve hak ihlalleri için gereğini fazlaca yaptığını inanmış olacak ki doğan boş zamanı için yeni bir hedef koymuş: “Her türlü terör örgütünü Allah’ın izniyle kahredeceğiz”. Gel ha Feyzioğlu havalanma, engin ol, engin.

Biz yine müvekkilimiz, dostumuz Selçuk’un yanına dönelim. Peki, cenazeden dönüp cezaevine geri geldiğin ilk günün nasıl geçti? diye soruyorum:

“Zeynep Sayın’ın ‘Ölüm Terbiyesi’ kitabını özellikle söylemem lazım. Cenazeden önce masamın üstünde duruyordu, henüz başlamamıştım. Cenazeden döner dönmez başladım okumaya, bu kitapla beraber öfkem biraz azaldı. Bu kitap beni sakinleştirdi, çok iyi geldi. Ölüme ilişkin terbiyesi olmayanın hiçbir şeye ilişkin terbiyesi olmaz.”

Oğlunun cesedini alabilmek için 91 gün açlık grevi yapan Kemal Gün, Şırnak’ta zırhlı araç arkasında cesedi sokak sokak sürüklenen Hacı Osman Birlik… Ölümün terbiyesi kalmadı gerçekten. Sezai Karakoç’un mısrası geldi aklıma, “Değişe değişe bozulmuş, ölüm bile

 

DEVAM EDECECEK

PAZARTESİ: Cezaevinde günlük yaşamı nasıl? Cezaevinde neler okuyor? Mahkemeye nasıl hazırlanıyor?

ÇARŞAMBA: Neden açlık grevine başladı? Eylemini neden çiçek açlık grevi olarak adlandırdı? Açlık grevi ne zamana kadar sürecek?