Gündelik dilde karşılığı olmasa da kolektif hafızaya yerleşmiştir: Adalet talebi Türkiye gibi toplumlarda ‘sol’a özgü bir talep değildir. Toplumun ezici çoğunluğunun adaletten anladığı, pre-modern zihniyet dünyasının gereklerini yerine getiren bir otorite figürünün düzenin sürekliliği adına iktidarda olmasıdır.

Osmanlıca’da itidal ile adaletin aynı kökten gelmesi rastlantı değildir. İtidal aynı zamanda orta yol –vasat– anlamına da gelir ve Osmanlılar en azından Kınalızade’den beri adaleti toplumsal kesimler arasındaki dengenin/itidalin sağlanması olarak düşünmüşlerdir. Adaletin/itidalin mutlak teminatı hükümdardır: “Kamil bir padişah, mütehassıs bir tabip gibi [tıbb-ı saltanatun cüz-i ilmini haiz olarak]… himmet ve azimetle ilmini amele dönüştürmek, memlekette mevcut nizamı ve salahı, eğer sekteye uğramışsa, eski haline getirmek ve sürdürmek mecburiyetindedir.”[1] Adalet, kargaşanın ve düzensizliğin, bozulan devlet sisteminin bir hükümdar eliyle giderilmesidir.

Osmanlı’nın meşhur daire-i adliyesi şu şekildeydi:

Adldür mûcib-i salâh-ı cihân,

Cihân bir bâğdur divârı devlet,

Devletün nâzımı Şeriat’dür,

Şerîata olamaz hiç haris, illâ mülk

Mülk zabt eylemez, illa leşker

Leşkeri cem idemez, illa mâl,

Malı cem eyleyen ra’iyyetdür,

Ra’iyyeti kul ider padişah-ı âleme adl”

Yani, “Adalet cihanın salahının teminatıdır; cihan, duvarı devlet olan bir bahçe gibidir; devletin işlerini tanzim eden Şeriattır, Şeriatı mülkten başka bir şey koruyamaz; ancak mülkün hâkimi olan hükümdar bunu asker olmadan başaramaz; asker ise ancak mal ile sağlanır; malı kazanan reayadır; raiyyeti alemin padişahına kul eden, ona bağlı kılan ise sadece ve sadece adalettir.” [2]

Erdoğan, partisinin adını Adalet ve Kalkınma Partisi koyarken herhalde bir bildiği vardı; bu toplumda onun adalet anlayışını paylaşan kalabalıkların varlığından güç almaktaydı. O güç, kuvveden fiile çıktıkça, hukukun evrensel ilkeleri ile yerli ve milli adalet arasındaki makas giderek açıldı. Bu ikisi arasındaki mücadele Türkiye’nin kişi kültüne dayalı bir patrimonyalizmle mi yoksa evrensel hukuk ilkeleriyle mi yönetileceğini belirleyecek. 

***

17-25 Aralık yerli ve milli adaletin tesisinde, yargının yürütme tarafından kuşatılmasında dönüm noktasıydı. Haluk İnanıcı durumu şöyle özetliyor:

 “17-25 Aralık’tan sonra iktidarın gündelik isteklerini karşılamayan savcı ve hâkimlerin terörist sıfatıyla cezalandırılma, en azından tayin edilme korkusunun kendisi bile adil yargılanma hakkını tamamen ortadan kaldıran bir durumdur… Türkiye’de görev yapan savcı ve hâkimler, paralel yapı suçlamasıyla gözaltına alınma veya en azından tayin endişesi içinde bağımsız görev yapamaz durumdadır.” [3]

AKP, siyasi intikam ve hesaplaşma davalarını hiçbir ayrım gözetmeden yürütme “kültür”ünü muhtemelen cemaatten öğrendi. Ama ikisi arasında belirleyici bir fark var: Gülen cemaati, laik-seküler kesim bir yana, diğer dini cemaatler tarafından dahi pek sevilmeyen bir kadro hareketi olarak, bir altın nesil elitizmiyle temayüz ederken AKP destek halkası giderek genişleyen bir kitle partisi olarak iktidarda kaldı. Sonuçta yargının çoğunluk iradesi adına ele geçirildiği, devlet görevlilerine “mevzuatdışına çıkmaktan sakın ha çekinmeyin!” talimatlarının verildiği; “güçleri yetiyorsa yapsınlar”, “ben bunu böyle bırakmam” keyfiliklerinin doğallaştığı bir hukuk rejimine kavuştuk. Bunun adı, ihkak-ı hak rejimidir.

İhkak-ı hak rejimlerinde hukukun evrensel ilkeleri, savcıların ve hâkimlerin vicdani kanaatleri, yargı bağımsızlığı önemli değildir. Hukuk dilinden uzaklaşıp, gündelik politik mücadelelerin uzantısı haline gelen bir muktedir hukuku yürürlüğe konur. Mutat aralıklarla yürütülen sindirme operasyonları toplumda bir tür “chilling effect” (donakalma etkisi) yaratarak demokratik refleksleri köreltir. Cumhuriyet tarihinde bunun bir benzeri 1923-45 arasında yaşanmıştı; şimdi her türlü dezenformasyonu meşru kılan ağır bir medya propagandası eşliğinde çok daha vahim bir tekrarını yaşıyoruz. 

Hukukun meşru aktörlerinin ve biçimsel ilkelerinin ortadan kaybolduğu böyle dönemlerde hukuk tarihine geçen kararlar verilir. Güncel bir örnek, Karaman’daki taciz-istismar davası. 508 yıl mahkûmiyet kararı verilen bir ceza davasının tek celsede sonuçlandırılması (benzer davalarda tek celsede sadece tensip tutanağı hazırlanır, kimlik soruşturması yapılırken!), ülke gündemine oturan bu vakanın muhtemel sorumlularını tek kişiyle sınırlandırma gayretkeşliğinden kaynaklanıyordu herhalde. “Akademisyenler Bildirisi” davasının öncesinde akademisyenlere savcılık tarafından yöneltilen sorular da şüphelinin düşünce ve kanaatleri üzerinden delil toplamaya çalışan, modern hukukun uluslararası sözleşmelerle men ettiği bir soruşturma tarzını yeniden ihdas etme çabasıydı.

Şüphesiz her dava kendi başına önemli ama asıl mesele tekil vakalardan ziyade Türkiye’yi anti-demokratik toplumlar arasına sokan bir “hukuk” zihniyetinin uzun boylu tepkiyle karşılaşmadan giderek doğallaşması, normalleşmesi. 


[1] Kınalızade Ali’nin Ahlâk-ı Alâî‘sinden aktaran: Fahri Unan, “Osmanlı İdare Felsefesinde Adalet”, Adalet Kitabı içinde, haz. Halil İnalcık, s. 117-133, Yeditepe Yayınları, Ocak 2015.

[2] A.g.y., s. 121-122.

[3] Haluk İnanıcı, “Türk Yargı Kültürü ve Hukuk Estetiği”, Türkiye’de Hukuku Yeniden Düşünmek içinde, der. Haluk İnanıcı, s. 151-165, İletişim, 2015.

-Bu yazı Birikim Dergisi’nin Nisan 2016 sayısında yayımlanmıştır.