Karl Marx, 1842-43 yılları arasında Rheinische Zeitung gazetesi için Ren Eyalet Meclisi’nde 1841’de yürütülen “Odun Hırsızlığı Tartışmaları” ile ilgili bir dizi makale yazdı. Bu makalelerde mülkiyet hakkı, basın özgürlüğü, suç ve ceza konularını tartıştı. Aradan bir buçuk asır geçti ama Marx’ın makalelerinde irdelediği meseleler güncelliğini korumaya devam ediyor. Bu önemli dizinin 25 Ekim 1842’de yayımlanan ilk makalesini Alper Yavuz ve Cem Comunoğlu çevirisi ile ilginize sunuyoruz. Yavuz ve Comunoğlu çevirisi daha önce cemcomunoglu.blogspot.com.tr adresinde de erişime sunuldu.    
Bugüne kadar Eyalet Meclisi’nin iki önemli tutumunu anlatmıştık. Bunlar basın zgürlüğü konusundaki kafa karışıklığı ve bu kafa karışıklığı nedeniyle yaptığı özgürlük dışı uygulamalar. Şimdi işin esasına gelmiş bulunuyoruz. En yaşamsal sorunlardan biri olan   geniş toprakların parsellenmesi konusuna geçmeden önce okurlarımıza Meclis’in ruhunu türlü biçimlerde yansıtan veya deyim yerindeyse onun doğasını gösteren bir çerçeve çizmek istiyoruz.
Şüphesiz, odun hırsızlığı yasası; avcılık, ormancılık ve tarım suçları yasaları gibi sadece Meclis ile ilişkisi bakımından değil ayrı olarak da ele alınmalıdır. Fakat şu aşamada bu yasanın bir taslağı elimizde yok. Elimizdeki dokümanlar Meclis’in bazı belirsiz eklemeleri ile yasa komisyonunun verdiği bölümce numaraları ile sınırlı. Meclis görüşmelerini içeren tutanaklar o kadar tutarsız ve soru işaretleriyle dolu ki, mistik denemelere benziyorlar. Bu hilkat garibelerini değerlendirdiğimiz zaman, anlıyoruz ki; Meclis bizlerden, Eyaleti’mize saygı unsuru olarak edilgin bir sessizlik beklemektedir.
Bu görüşmelerin karakteristik özelliklerini gösteren bir konu var. Meclis, devletin yasama organları yanında bir yardımcı yasama organı görevi görür. Meclis’in yasama işlevini bir örnekle açıklamak çok belirleyici olabilir. Bu aşamada, okurlarımızdan bu kısır tartışmaların çözümlenmesi için sabır ve dayanıklılık istiyoruz. Bize göre, odun hırsızlığı yasası konusundaki tartışmalar Meclis’in yasama işlevi tartışmalarını çok güzel örnekliyor.
Tartışmaların başında kent milletvekillerinden biri, yasanın başlığına itiraz etti. Bu başlıkla en küçük orman düzenlemesi ihlali bile “hırsızlık” olarak değerlendirilmektedir.
Aristokratların milletvekillerinden biri yanıt verdi:
“Bu başlık doğrudur, çünkü odun aşırmak hırsızlık sayılmadığından dolayı çok sık tekrarlanan bir olay.”
Bir benzetme yapılırsa, yasama şöyle bir sonuca varabilir: Tokat atmak cinayet olarak sayılmadığından, çok sık tekrarlanıyor. Demek ki bu suçu cinayet olarak değerlendirmek gerekiyor.
Aristokratların bir başka milletvekiline göre:
“ ‘hırsızlık’ sözcüğünü telaffuz etmemek şu anda çok riskli, çünkü bu tartışmalardan haberdar olan birisi, Meclis’in odun aşırmayı hırsızlık olarak değerlendirmediğini düşünebilir.”
Meclis, odun aşırmanın hırsızlık olarak sayılıp sayılmaması konusunda karar vermeli; fakat eğer bunun hırsızlık olmadığı ilan edilirse; insanlar, Meclis’in odun aşırmayı hırsızlık olarak görmediğini öğrenirler. Bu durumda en iyisi bu nazik, tartışmalı sorunun üzerinde durmamak. Bu bir olayı masum gösterme sorunudur ve bundan kaçınmak gerekir. Orman sahipleri yasamanın konuşmasını istemiyorlar, çünkü yerin kulağı var.
Aynı milletvekili daha da ileri gider ve ‘hırsızlık’ konusundaki bütün bu tartışmaları
“tam yetkili Meclis’in doğru formülleri bulurken yaşadığı tehlikeli bir kafa karışıklığı”
olarak nitelendirir.
Bu aydınlatıcı gösterilerin ardından, Meclis yasanın başlığını oyladı.
Bu noktada, yukarıda anlatılanlar, yasanın formülize edilmesindeki ihmalin nasıl; bir yurttaşı bir hırsıza dönüştürdüğünü ve kendisine yönelik itirazları dilsel titizlikle reddettiğini gösteriyor. Açıkça görüldüğü üzere kesilmiş odunları aşırmak veya kuru odunları toplamak; canlı ağaçları kesip götürmek gibi hırsızlık başlığı altında değerlendiriliyor ve aynı sertlikte cezalandırılıyor.
Daha önce konuşan kent milletvekilinin şu sözleri doğrudur:
“Cezalar, uzun dönemli hapis sürelerini içeriyor. Bu sertlik masum insanları suçun kucağına itebilir. Bu sık sık karşılaşılan bir durum, çünkü cezaevinde bu insanlar azılı hırsızların arasında kalacaklar; dolayısıyla kuru odunları aşırmanın sadece basit polis cezalarına neden olması gerektiğini düşünecekler.”
Başka bir kent milletvekili, onu, şu ifadeyle çürüttü:
“kendi bölgesinin orman arazilerinde, öncelikle genç ağaçları yaralayacaklar, sonra, o ağaçların ölümünü bekleyip onlara devrilmiş ağaç muamelesi yapacaklar.”
İnsan haklarını, genç ağaçlara feda etmenin daha şık ve basit bir çözümü bulunamazdı. Bir taraftan, yasanın bu bölümcesinin kabullenilmesi sonucunda, kaçınılmaz bir şekilde önceden sabıkası olmayan birçok insan, yeşil ağaçları keserek, alçaklığın, ahlaksızlığın ve zavallılığın kucağına düşmüş olacaklar. Diğer taraftan, bu bölümcenin reddi beraberinde genç ağaçların zarar görmesi olasılığı nedeniyle insanların kurban gitmesini getirecek.
Üst ceza yasası hırsızlık kapsamında sadece kerestelik odunların aşırılmasını ve hırsızlık amaçlı ağaç kesimlerini değerlendirmektedir. Şu şekilde (bizim Eyalet Meclisi’miz buna inanmamaktadır) bir ifade vardır:
“Gündüz vakti, yemek için birisi meyve koparır ve koparılan ağaçta ciddi bir zarar meydana getirmezse, kişisel durumu ve koşulları dikkate alınarak, medeni hukuk yasaları (ceza yasaları değil!) kapsamında cezalandırılmalıdır.”

  1. yüzyıldan kalma üst ceza yasası, 19. yüzyılda; Ren Eyalet Meclisi’ni aşırı insani davranmaktan alıkoyuyor.

Gelelim devrilen ağaçların toplanması ve karışık odun hırsızlığı konusuna… İkisinin de ortak bir tanımı var. Bir başkasının odunlarını izinsiz almak. Bu nedenle ikisi de hırsızlıktır. İleriyi gören mantığın yayımladığı yasanın sonucu ve özü budur.
İlk olarak, bu yüzden, iki eylem arasındaki farka dikkat etmemiz gerekir. Şunu söylemek gerekir ki; bu iki eylem özünde birbirinden farklıdır ve yasal açıdan da bunlara farklı eylemler olarak bakmalıyız.
Büyüyen bir fidanı izinsiz olarak kesip götürmek, onun organik bütünlüğünü bozan nitelikte bir iştir. Ağaca açıkça saldırı sayılabilecek bu eylem, aynı zamanda ağacın sahibine de yapılmış bir saldırıdır.
Bunun ötesinde, kesilmiş odunlar üçüncü bir kişiden çalınırsa, bu odunlar sahibinin ürettiği malzeme niteliği taşırlar. Kesilmiş odun, üzerinde çalışılmış bir nesnedir. Mülkiyetle, aradaki doğal ilişki yapay bir ilişkiyle yer değiştirmiştir. Bu nedenle kesilmiş odunu çalan kişi mülkiyeti çalmıştır.
Buna karşın devrilmiş ağaçlarda mülkten eksiltilen bir şey yoktur. Devrilmiş ağaç mülk sayılamaz. Dolayısıyla buradaki eylem mülk sayılmayan bir nesnenin alınıp götürülmesidir. Odun hırsızı mülk üzerinde kendi otoritesini ilan eder. Devrilmiş odunları toplayan ise doğanın daha önceden ilan ettiği yargıya uyar. Buna göre mal sahibi sadece ağaçların sahibidir fakat ağaçlar artık dallarına sahip değillerdir.
İşin özünde odun hırsızlığı ve devrilmiş odunların toplanması bu nedenlerle farklı şeylerdir. Söz konusu olan nesneler ve eylemler birbirinden farklıdır, bu nedenle sonuçları da farklı olmalıdır. Birbirinden farklı içerik ve biçimdeki eylemlere hangi nesnel standart uygulanabilir ki. Tüm bunlara rağmen siz bu ikisini hırsızlık olarak adlandırıp, hırsızlık gibi cezalandırdığınızda aslında siz, devrilmiş odunları toplayanı çok daha sert bir biçimde cezalandırmış olursunuz çünkü yapılan hırsızlık değildir; fakat siz odun hırsızına verdiğiniz cezanın aynısını ona da layık görmüş olursunuz. Demek ki yasada, odun hırsızlığı yerine odun cinayeti denilse, cinayete denk bir ceza gerekecekti. Yasalar doğrunun söylenmesi gereğinin dışında değildir. Tam tersine buna iki kat zorunludurlar. Çünkü hem evrensel hem de yerel bakış açısıyla eşyanın doğası bunu gerektirir. Dolayısıyla doğa, yasalarla düzenlenemez; bilakis, yasalarımız doğaya uygun olmak zorundadır. Basit bir orman düzenlemesi ihlalini hırsızlık olarak adlandırmak, yasanın yalan söylemesidir. Bu yasal yalan yoksulları kendine kurban eder.
Montesquieu der ki: “İki türlü yozlaşma vardır. Birincisi, halkın yasalara uymadığı durumlar, diğeri ise yasaların halkı kötü yola itmesi. Bu ikincisi iyileştirilemez bir hastalıktır çünkü düzelmeyi sağlaması gerekenin kendisi düzeltilmeye muhtaçtır.” (a).
Ortada bir suç bulunmadığında, bizi suçun var olduğuna hiçbir zaman inandıramayacaksınız. Sadece suçu yasalaştırmayı başarabilirsiniz. İkisi arasındaki sınırı kaldırdınız, ancak bunun yararınıza olduğunu sanırsanız hata yaparsınız. İnsanlar cezayı görüyor ancak suçu göremiyor. Suç yokken cezanın varlığını gördüğü için ceza olduğunda da suçun olmadığını düşünüyor. Hırsızlık kategorisi, uygulanmaması gereken yerde uygulandığı için gerektiğinde kullanılamayacaktır.
Farklı türde eylemlere ortak bir tanım getiren ve farklılıkları değerlendirme dışı bırakan bu kaba görüş kendi yıkımına yol açmıyor mu? Her mülke zarar verme eylemi ayırım gözetilmeden, daha doğru tanımı yapılmadan hırsızlık olarak nitelendirilirse tüm özel mülkiyet çalıntı durumuna düşmeyecek mi? Özel mülkiyetim aracılığıyla diğer herkesi mülkiyetimden dışlamamakta mıyım? Bu durumda onun mülkiyet hakkına saldırmış olmuyor muyum? Aynı suçun farklı türleri arasındaki ayırımı reddederseniz suçun adaletten farklı olduğunu reddetmiş, her suçun adaletle ortak bir yanı olduğundan adaletin kendisini ortadan kaldırmış olursunuz. Hem tarihsel hem de ussal açıdan ispatlanmıştır ki ayrımsızca uygulanan şiddet cezayı tamamen başarısız kılar, çünkü adil cezayı olanaksızlaştırır.
Biz neyi tartışıyoruz? Doğru, Meclis devrilmiş odunların toplanması, orman düzenleme kurallarına uymama ve odun hırsızlığı arasında ayırım olduğunu reddetmektedir. Bu eylemlerin farklılığını kabul etmemektedir. Orman düzenlemelerini ihlaller sözkonusu olduğunda eylemin karakterinin belirlenmesini reddederek bu eylemler arasındaki ayrımı inkar etmekte, ancak orman sahipleri sözkonusu olduğunda bu ayırımı gözetmektedir.
Komisyon buna göre göre şu ek öneriyi sunuyor:
“Kerestelik ağaç keskin ağızlı aletlerle kesilir veya balta yerine testere kullanılırsa ağırlaştırılmış durum olarak kabul edilir.”
Meclis bu ayırımı onaylar. Kendileriyle ilgili bir sorun sözkonusu olduğunda bir baltayla testereyi dürüst bir biçimde ayırt eden duyarlılık, kendi dışındakilerin sorunları söz konusuysa yere düşmüş odunla canlı ağaç odunu arasında ayırım yapmayı reddederken dürüst değildir. Ayırım, ağırlaştırıcı durum olduğunda önemli bulunuyor, ancak hafifletici durum olduğunda önem taşımıyor. Oysa hafifletici durum olmazsa ağırlaştırıcı durum da olmaz.
Aynı mantık Meclis’teki tartışma boyunca tekrar tekrar kendini göstermiştir. 65. bölümceyle ilişkili olarak bir kent milletvekili şunu önermiştir: “Çalınan odunun değeri, verilecek cezanın ölçüsü olarak kullanılmalıdır”. Komisyon sözcüsü bu öneriye ahlaki olmadığı gerekçesiyle karşı çıkmıştır.
Aynı milletvekili 66. bölümceyle bağlantılı olarak şunu belirtmiştir: “Yasada cezanın arttırılması veya azaltılmasıyla uyumlu olacak şekilde ‘değer’ ile ilgili bir yargı yoktur”.
Mülk ihlallerinde cezayı belirleme konusunda ‘değer’in önemi apaçıktır.
Suç kavramı cezayı kapsıyorsa gerçek suç, cezaya ölçü konmasına gereksinim duyar. Gerçek suçun sınırları vardır. Buna göre cezanın da gerçek olabilmesi için sınırları olmalıdır. Adil olması için yasaların ilkesine uyumlu olacak şekilde sınırlandırılmalıdır. Sorun, cezayı suçun gerçek sonucu durumuna getirmektir. Suçlu bunu, eyleminin zorunlu sonucu, dolayısıyla kendi eylemi olarak görebilmelidir. Buna göre cezasının sınırı eyleminin sınırı olmalıdır. Yasaları ihlalin kesinleştirilmiş içeriği kesin suçun sınırıdır. Bu içeriğin ölçüsü de dolayısıyla suçun ölçüsüdür. Mülkiyet sözkonusu olduğunda bu ölçü mülkün değeridir. Kişilik sınırları ne olursa olsun her zaman bir bütündür. Ancak mülkiyet her zaman için hem belirlenebilir hem belirlenmiş, hem ölçülebilir hem ölçülmüş kesin sınırlar içinde var olur. Değer, mülkiyetin varlığının medeni hukuk modelidir. Başta, toplumsal açıdan kavranabilir ve etkileşim kurulabilir duruma gelişinin mantıklı ifadesidir. Eşyanın doğasından gelen bu nesnel tanımlayıcı öğe açıktır ki benzer şekilde cezanın da nesnel ve zorunlu tanımlayıcı öğesidir. Yasama, her ne kadar burada sadece biçimsel de olsa, düzenleme yapabilmesi için, tanımların sınırsızlığında yok olmadan sadece dış etkenlerle idare edilmelidir. Bu, ayırımların uğraştırıcı tanımları sorunu değildir, farklılıkları saptamaktır. Ancak Meclis seçkin ilgisini böyle önemsiz konulara yöneltmeye eğilimli değildir.
Meclis’in, cezayı belirlerken değeri tamamen dışladığı sonucuna mı varıyorsunuz? Bu sağlıksız, mantıksız bir sonuç olurdu. Orman sahibinin – bununla daha sonra ilgileneceğiz-, tek istediği hırsızın, basit genel değer açısından zararını karşılaması değil. O, bu değere bireysel bir karakter veriyor ve zararının özel olarak karşılanması arzusunu bu şiirsel bireyselliğe dayandırıyor. Şimdi komisyon sözcüsünün “ahlaki” tanımından ne anladığını kavrıyoruz. Orman sahibinin ahlaki iddiası şudur: “Yasal tanımlama bana yararlı olduğu sürece iyidir, çünkü bana yararlı olan iyidir. Ancak sanık için; katışıksız, teorik, yasal bir kaprise dayandırılarak uygulanması amaçlanıyorsa bu yasal tanımlama gereksizdir, zararlıdır ve ahlaki değildir. Sanık bana zarar verdiği için, doğal olarak ona gelecek zararı azaltan herşey benim zararımadır”. Bu, ahlaki zekadır.
Biz, ahlaksız kişiler; yoksul, politik ve sosyal anlamda mülksüzler için şunu talep ediyoruz: bütün bu kirli iddialar, tarihçilerin keşfettiği, gerçek filozof taşıyla, adaletin saf altınına dönüşmelidir. Biz, yoksullar için geleneksel adaleti talep ediyoruz. Bu, yerel karakterde değildir, tüm ülkelerdeki yoksullar için geleneksel adalettir. Daha ileri giderek geleneksel adaletin, doğası gereği sadece bu en alt düzeydeki, mülksüz halkın hakkı olduğunu iddia ediyoruz.
Ayrıcalıklı sınıfların alışkanlıklarının, yasaya karşıt alışkanlıklar olduğunu anlıyoruz. Kökenleri, insanlık tarihinin doğa tarihi parçası olduğu dönemlere dayanır. Mısır efsanelerine göre tüm tanrılar kendilerini hayvan şekilleri arkasına gizlerler. O dönemde insanoğlu; eşit olmayan, eşitsizlikleri yasalarla belirlenmiş hayvan türlerinden biri olarak görünmektedir. Dünyanın özgürlüksüz ortamı bu özgürlüksüzlüğü belirten yasalara gereksinim duydu. İnsanın yasaları özgürlüğün varlığının bir temsiliyken bu hayvan yasaları özgürlüksüzlüğün varlığının temsilidir. Feodalizm en geniş anlamda dini bir hayvan krallığı, bölünmüş insanlığın dünyasıdır. Kendi ayırımını yaratan, eşitsizliğin, eşitliğin kırınıma uğramış bir formu olmaktan başka bir şey ifade etmediği, insani dünyanın karşıtıdır. Kaba feodalizmin egemen olduğu ülkelerde, kast sistemi bulunan ülkelerde, kelimenin tam anlamıyla insanların ayrı kutulara yerleştirildiği (b) ve soylu, kutsal Humanus’un büyük gövdesinin serbestçe yer değiştirebilen üyelerinin kesilip parçalara ayrıldığı yerlerde aynı zamanda hayvansal şölenler, ilkel şekliyle hayvansal dini de karşımızda buluruz. Çünkü insan her zaman en yüksek varoluş olarak kendi gerçek varoluşunu görür. Hayvanların gerçek yaşantılarında bulunan tek eşitlik aynı türden hayvanlar arasındaki eşitliktir. Bu eşitlik o tür içindir, cinsin eşitliği değildir. Hayvan cinsi farklı hayvan türlerinin düşmanca davranışı sırasında belirginleşir; kendine özgü ayırt edici özellikleri diğer cinse karşı ortaya çıkar. Av-avcı yaşam biçiminde doğa, birlikteliğin, en güçlü kaynaşmanın denendiği bir savaş alanı, farklı hayvan türlerini birbirine bağlayan bir araçtır.
Benzer şekilde feodalizmde bir tür diğerinin harcanması karşılığında beslenir. Birçok koluyla dünyanın nimetlerini toplayarak daha yüksek seviyelere gelmeye çalışır. Oysa doğal hayvan krallıklarında işçi arılar çalışmayan erkek arıları öldürür. Dini hayvan krallıklarında ise erkek arılar, işçi arıları çalıştırarak öldürür. Ayrıcalıklı sınıflar yasal adaletten kendi geleneksel alışkanlıklarını talep ettiklerinde adaletin insani içeriğini değil, hayvansal biçimini isterler. Bu artık gerçekliğini yitirmiş ve yalnızca bir hayvan maskesi durumuna gelmiştir.
(a)    Montesquieu, De l’esprit  des lois, Tome premier, livre sixieme, chapitre XII.
(b)   Hem ‘kast’ hem ‘kutu’ anlamına gelen Almanca “Kasten” ile sözcük oyunu yapıyor.