[ Söyleşi: Ümit Altaş ]
Yine anayasa ile karşınızdayız. Erdoğan’ın açıklamaları ile bizde bu konuyu dergiye taşımaya karar verdiğimiz zannedilmesin. Tam tersine Erdoğan’ın özellikle Başkanlık sistemine ilişkin açıklamaları hiç de şaşırtıcı ve beklenmendik değildi. Kısa bir tarih okuması ile bu ülkede her sağ-muhafazakâr liderin bir başkanlık rüyası olduğu bilinir. Erdoğan’da bunu birden fazla kez dile getirdi. KHK’ler, tüm bağımsız denetim organlarının hükümete bağlanması, ihale yasalarındaki değişiklikler ve adını burada saymaya yerimizin yetmeyeceği daha bir çok değişiklik Erdoğan’ın tek adama gidişinin ve merkezi sistemi daha güçlendirmesinin işaretleri değil miydi? Bizi şaşırtan anayasayı takip eden ve bu konuda yazan kişilerin buna şaşırması ve kendilerine ‘az şüpheci mi davrandık” diye sormalarıydı. Abartmıyorum, bu ‘az şüpheci davranma’ lafı aynen anayasanın tartışıldığı bir radyo programında söylendi. Bundan daha vahimi, bir başka akademisyenin “ anayasa gibi bir sürece de mi şüpheci davranmak gerekir” çıkışıydı. Bu kadarına da pes artık. Hukuk ile siyaset bağı hangi ara bu kadar görünmez oldu. Bu ‘az şüpheci tavır’ neredeyse anayasayı bir peri masalına dönüştürdü. Bu masal, uzun süredir neo-liberal muhafazakar sınıf egemenliğinin acı gerçeklerini örtüyor. Anlatılan bu peri masalının acı gerçeklerini, siyaset-hukuk ilişkisini konuşmak ve de mümkünse uyanmaya yardımcı olmak maksadıyla Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Murat Sevinç’in kapısını çaldık. Bağlanalım:
 
Erdoğan’ın Başkanlık sistemine ilişkin açıklamalarıyla birlikte genel bir ‘aldatıldık’ havası hakim olmaya başladı. Özellikle bu son ‘yeni anayasa’ sürecinde neredeyse, siyaset ve hukuk ayrı iki alan haline getirilip, anayasaya her derde deva metinler bütünü muamelesi yapılmaya başlandı. Söz konu Anayasa metinleri olduğunda, siyaset ile hukuk arasına böylesine derin bir çizgi çizebilmek mümkün mü?
Mümkün değildir. Bu akla , anayasacılık tarihine ve bilime aykırıdır. Çünkü anayasalar siyasal metinlerdir. Anayasaların siyasal analizi hukuksal analizlerden daha önemlidir. Siyasal analizler yapılmadığında hukuksal analizler boşlukta kalır. Anayasacılar, daha çok metin yorumu yaparlar. Anayasaların niye yapıldığından, yapım gerekçesinden, ideolojisinden ayrı değerlendirilme şansı ve ihtimali yoktur. Oturur uzun uzun Anayasının 91. maddesinde yer alan Kanun Hükmünde Kararnameleri (KHK) anlatırsınız. Dersiniz ki: KHK’ler 12 Mart’tan sonra yapılan değişikliklerle kabul edildi, 12 Eylül Anayasası’na girdi, Özal çok kulandı, uzun bir aradan sonra AKP yine kullandı, çıkarılması için şu usullere uyulması gerekir. Peki KHK’lere neden başvurulmuştur, neden Özal bu kadar çok sevmiştir ve niye AKP bütün bürokrasiyi KHK’lerle düzenleme ihtiyacı hissetmiştir. Bu soruları ideolojiden, bu ülkenin demokrasi tarihinden, partilerin niyetinden bağımsız anlatamazsınız.
 
Türkiye’deki anayasaları oluşturan ideolojiye geçemeden önce, genel anlamda anayasayı nasıl tanımlıyorsunuz?
Anayasalar hem siyasal olanı düzenleyen siyasi, hem de devletin kurumları arasındaki yetki ve hiyerarşiyi düzenleyen teknik metinlerdir. Yani ikisi bir aradadır. İkili bir analiz, siyasi ve hukuksal, gerektirir. Şimdi ideolojisiz anayasa yapacağız deniyor. Böyle bir şey mümkün değil. İlk dört maddeyi değiştirmek anayasayı ideolojiden arındırmak değil tam tersine başka bir ideolojik tercihtir. Bir ideolojik tercih ve siyasal bir mücadele yapmadan anayasa hazırlamak mümkün değildir. Niye yapıyorsun diye sorarlar adama.
 
Peki niye şimdi Anayasa yapıyoruz?
Niye anayasa sorusuna geçmeden anayasaların nasıl doğduğuna ilişkin bir kaç şey söylemek gerekir. Her anayasanın bir yapılma gerekçesi vardır. Mesela ABD neden anayasa yaptı? 1787 Şubat’ında konfederasyon ilkelerini görüşmek üzere bir araya geldiler. Anayasa yapma niyetleri yoktu. Fakat üç ay sonra anayasa yapıp çıktılar. Çünkü 13 eyaletin bir arada yaşamasının başka yolu yoktu. Bir arada yaşamak, İngiliz ve İspanyolları yem olmamak, ama aynı zamanda özgürlüklerinden de ödün vermemek için bir yöntem, yol buldular ve federasyon diye bir şey icat ettiler. Yani bir sorunları vardı ve o sorunu çözmek için bir anayasa yazdılar ve federal sistemi icat ettiler.
Fransızlar ise, aklınıza gelebilecek her sistemi denediler. Meclis hükümeti direktuar, Napolyon’un kendini imparator ilan etmesi, parlamenter cumhuriyet derken, adamlar 1958 ‘de memleketi değiştirilmeyecek beş ilke belirleyerek Charles De Gaulle’ü emanet ettiler. De Gaulle de yeni bir sistem yarattı: Yarı başkanlık. Kendileri o sırada sistemin adını yarı başkanlık olarak koymadılar. Fakat oluşturulan sistem parlamenter sistemin ana unsurlarını içerdiği, fakat cumhurbaşkanının da parlamenter sistemde olandan daha fazla yetki sahibi olması nedeniyle bir zaman sonra bu sistem ‘yarı başkanlık’ sistemi olarak adlandırılmaya başlandı. Bu V.Cumhuriyet Anayasası’nın doğumundaki temel sorun neydi, elbette bildiğiniz gibi Cezayir sorunu ile, 3. Cumhuriyet’ten itibaren yaşanan sürekli hükümet istikrarsızlıkları.
 
Türkiye Cumhuriyeti Anayasalarının doğumuna neden olan sorunlar neler?
1921 Teşkilat-ı Esasiye’yinin temel sorunu savaş. Bu nedenle güçlü bir meclis hükümeti sistemi kuruyorlar. Savaşı yürütmek ve organize etmek için 23+1 maddelik bir anayasa hazırlanıyor. Bu anayasa, Kürt siyaseti tarafından da en fazla referans gösterilen yasa olma özelliğini içeriyor. Çünkü, bu Anayasanın 10 maddesinden 22. Maddesine kadar, bir daha hiçbir anayasamızda olmayacak olan yerel yönetim metodu var. Bir daha hiçbir anayasamızda olmayan bir şeydir bu. Bu nedenle de Kürt siyaseti bu kadar çok bu anayasaya gönderme yapıyor. Fakat bu anayasa hala Türkiye’de tam olarak tartışılmıyor.
 
1921’de yer alan ademi merkeziyetçiliğe ilişkin Atatürk’ün,1924 Anayasası’ndan önce bu sistemin devam edebileceğine ilişkin demeçleri ve çalışmaları da olduğu çeşitli zamanlarda ortaya çıkan belgelerde görülüyor. Fakat daha sonra tam tersine 1924 Anayasası ile bu güne kadar devam edecek güçlü bir merkezi sisteme geçiliyor.
Evet. 1987 yılında ‘2000’e Doğru’ dergisi Lozan’a verilen arada Mustafa Kemal’in gazetecilerle yaptığı söyleşi metninin bir sayfasının eksik olduğunu ortaya çıkarmıştı. O sayfa da Mustafa Kemal’in Kürtlerin kendi kendilerini yönetebilecekleri ifadesi yer alıyor. 1998 yılında da Can Dündar, yaptığı bir belgesel çalışmasında bir belge buldu. Bu belgede; Mustafa Kemal’in bir anayasa taslağı hazırlattığı, 28 Ekim’i 29 Ekim’e bağlayan gece İsmet İnönü ile üzerinde çalıştığı, belli bölümleri kırmızı kalemlerle çizdikleri ve Cumhuriyet’in ilan edildiği gün meclise sunduğu anlaşılıyor. Hazırlanan taslakta, 1921 Anayasa’ndaki yerel yönetim modelinin aynısı benimsenmiş. Fakat ilginç bir şekilde 8 ay sonra mecliste yeni bir anayasa hazırlanıyor ve Atatürk’ün 8 ay önce önerdiği yerel yönetim modeli yalnızca iki sayfa tartışılıyor ve yerel yönetim modeli çöpe atılarak bugünkü merkezi sistem kuruluyor. Yalnızca iki sayfa tartışılması, bir milletvekilinin “hazihazırdaki yönetim modelinden vazgeçiliyor” itirazının hemen ardından hızlı bir şekilde oldu bittiye getirilerek oylanması ve kabul edilmesi ilginç bir şeydir.
 
Bu ilginçlik dışında 1924 Anayasası’nın doğumundaki temel sorun neydi?
1924 Anayasası bir ulus devlet yaratma için oluşturulmuş bir anayasadır. Dönemin koşulları gereği sosyal haklar bu anayasada hiç yoktur. 1924, bir ulus devlet yaratmak için güçlü bir meclis ve ulusal egemenlik anlayışı yaratan bir anayasadır. Tek parti döneminde bu anayasa bir sorun çıkarmadı. Ne zaman anayasa kavgası başladı Türkiye’de: 1950’den sonra. O da aslında anayasadan kaynaklanan bir tartışma değildi. Bizim ülkemizdeki anayasa kavgalarındaki çoğu kavga gerekçesi anayasa metinlerinden kaynaklanmaz. Bu çok tuhaf bir şeydir.
 
Bu bize mi özgü?
Diğer ülkelerde de yapılıyor. Fakat bizdeki kadar her türlü siyasi çatışmayı, kavgayı, sınıf çatışmasını sanki böyle şeyler yokmuş da anayasa metninde bir sorun varmış gibi algılayan en azından başka bir batı demokrasisi bilmiyorum. Bu bir hastalık.
 
Bu ‘hastalığın’ başlangıcına dönersek..
Anayasa tartışmalarının 1950’lerden sonra başladığını söylemiştim. Çünkü tek parti iktidarı dönemindeki iktidar anlayışı doğal olarak sorun çıkarmıyor. Aslında CHP ve Demokrat Parti aynı sınıftan gelen partiler. Birisi burjuvanın bürokrasisini temsil ederken diğeri de ticaret burjuvazisi ve büyük toprak sahiplerini temsil ediyor. Aynı sınıfsal tabana sahipler. O yüzden solu beraber eziyorlar. Dolayısıyla çok partili yaşama da böylece solsuz geçiyorlar.
 
Fakat bu solsuz ve ‘sorunsuz’ geçişten sonra, bugüne de bolca referans oluşturan ‘egemenlik’ tanımından başlayan bir tartışma başlıyor.
Evet. Demokrat parti ile CHP arasında kavga başlayınca Demokrat Parti egemenliği şöyle yorumlamaya başlıyor: “Egemenlik TBMM’de temsil edilir. Ben, TBMM’de sandalyelerin çoğunluğuna sahibim. Demek ki egemen benim. Egemenlik kayıt ve şart altına alınamadığına göre ve bende egemen olduğuma göre benim her yaptığım yasadır.” ‘Çoğunlukçu’ denen anlayış bu. Üzerinden 60 yıl geçmesine rağmen, bugünkü hükümetin açıklamalarından egemenlik kavramı ve kavrayışının ne yazık ki hala Celal Bayar ve Adnan Menderes seviyesinde olduğunu görüyoruz.
 
Bu ‘çoğunlukçu’ egemenlik anlayışı karşı önlem alma, dengeleme, 1961 Anayasası’nın doğumundaki temel sorunlardan biridir diyebilir miyiz?
Evet. 1950’lerin sonundan itibaren CHP’liler ve o dönemin akademisyenleri yaptıkları toplantılarda bir takım kurumlar yaratıp, egemenlik anlayışının dengelenmesini ve çoğulcu siyasal demokrasiye geçiş fikirlerini tartışmaya başladılar. 27 Mayıs’tan sonra yapılan anayasa, siyasal demokrasiye geçiş anayasasıdır. Artık ulus devlet kurma amacı yok. 1961 bir siyasal demokrasi kurmayı hedefliyordu. Bunu da büyük ölçüde başardı. O güne kadar anayasacılığımızda olmayan sosyal haklar demeti yer aldı, anayasa mahkemesi gibi kurumlar yarattı.
 
İlk iş olarak da egemenlik tanımını değiştirdi…
Doğru. Yeni tanımda, TBMM’nin egemenlik kullanan tek organ olmadığı vurgulandı ve karşısına dengelemek için özerk kurumlar çıkarıldı. Meclisi, millet meclisi ve senato olarak ikiye ayırdılar. 1982’de bu sistem kaldırıldı ve tek meclisli yapıya geri dönüldü. Bugün yine AKP ile ikili bu meclis sistemi tartışılmaya başlandı. Fakat bu kez AKP tüzüğünde yer alan, ‘3 dönemden fazla milletvekili olamama’ nedeniyle mecliste yer alamayacak milletvekillerine senato imkanın sağlamak için..
 
1961 Anayasası’nın temel felsefesini büyük oranda değiştiren 71 ve 73 değişiklikleri?
Bunlar çok tipik bir 12 Eylül provasıdır. Neler yapıldı: Askeri Yüksek İdari Mahkemesi kuruldu, TRT’nin özerkliği kaldırdı, DGM’ler kuruldu, yürütmeyi güçlendirmek için KHK’ler getirildi. Bunlar açıkça 12 Eylül’ün bir provasıdır. Ardından 12 Eylül’e giden yol adımlanmaya başlandı. Daha sonra da Türkiye’nin sağı, burjuvazisi neden şikayet ediliyorsa bunlar 12 Eylül Anayasası ile giderilmeye çalışıldı. 12 Eylülcülerin her şeyin üzerinden geçtiği bir dönemde ilk güvenceye aldıkları 24 Ocak kararlarıdır. Darbeden hemen sonra alınan bu kararda, ‘yürürlükteki ekonomik programa dokunulmayacağı ve sürdürüleceği’ belirtilmiştir. 12 Eylül anayasasının çatısı darbeden önce Ilıcak’ların Tercüman gazetesindeki ve Yeni Forum seminerlerinde kurulmuştur. Dolayısıyla neden şikâyet edildiği belliydi ve şikayet edilenleri ezen bir anayasa yapıldı.
 
1995 yılına kadar , 82 Anayasası hükümetlerin sahip çıktığı bir anayasa olma niteliğini korudu. Fakat özellikle 2001’den sonra, Avrupa Birliği gibi ulus-üstü organlarında etkisiyle, sistematik olmasa da çok sayıda değişiklikler yapıldı.
Fakat biz hala, 12 Eylül Siyasi Partiler Kanunu, Grev ve Lokavt Kanunu ve YÖK’ü ile yönetiliyoruz. 12 Eylül mevzuatı büyük ölçüde yerinde duruyor. DGM’ler kaldırıldı, yerine Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeler kuruldu. Eski Ceza Kanunu kaldırıldı, yerine kabul edilen yeni Ceza Kanunu ve Terörle Mücadele Kanunu ile eski sorunlu maddeleri aratmayacak çok sayıda düzenleme getirildi.
 
Bu durumda yeni anayasa yapma iradesinin ‘12 Eylül zihniyeti’ ile hesaplaşmaktan kaynaklanmadığı somut olarak görülüyor. Tam da yeri gelmişken soruyu bir kez daha sorayım: Neden yeni anayasa?
Bu soruyu ikiye ayırmak zorundayım: 1. TBMM yeni bir AY yapabilir mi? Yani kurulmuş bir iktidar asli iktidarın kurmuş olduğu bir AY’yi tamamıyla çöpe atabilir mi? 2. Neden yeni bir Anayasa yapılıyor.
 
Neden yeni bir Anayasa sorusundan başlayalım?
Bugün Türkiye’de yeni bir Anayasa’nın tek gerekçesi, bana kalırsa, Kürt sorunu olabilir. Diğer şikâyetlerin ve taleplerin bir çoğu madde değişiklikleri ile hallolabilir. 82 Anayasasını değiştiriyoruz savı doğru değildir. 82 Anayasası değişti, şu anda karşımızda başka bir anayasa var. Daha iki yıl önce anayasada 20 küsur madde değiştirildi. Bütün anayasalar siyasal bir kararla oluşur. Bu siyasal kararı görmezseniz sadece metinle oynar durursunuz.
 
Nedir bu siyasal karar?
Olması gereken Kürt sorunun çözümüdür. Fakat bu olmadığı görülüyor. Hükümet ‘ustalık’ döneminde yeni bir anayasa yapmak istiyor ve bunu kafasına koydu. Şu anda bu hükümeti Kürt sorunu dışında anayasada zorlayan ne var dendiğinde tek bir yanıt veremiyorum. Fakat kaçınılmaz olarak, anayasaya hakim siyasal ideoloji rengini verecek. Bugün Türkiye’de hakim ideoloji muhafazakarlıktır. Çünkü her durumda egemen güç de uluslararası bir hukuk sisteminin olduğu ve kendisini gülünç duruma düşürmemesi gerektiğinin farkında olmak zorunda.
 
O zaman, ‘ben hakim siyasi ideolojiyim’ diyerekten canının istediğini yapacak gibi bir anlam çıkıyor
Hayır. Bu devirde canınızın istediğini yapmanız mümkün değil. Çünkü her şeyden önce bağlı olduğunuz uluslararası bir hukuk sistemi var. Bunlara çok aykırı bir metin hazırlamanız mümkün değil. Her durumda egemen güç de uluslararası bir hukuk sisteminin olduğu ve kendisini gülünç duruma düşürmemesi gerektiğinin farkında olmak zorunda.
 
Anayasa yapım gerekçesi için ileri sürülen ‘Darbe Anayasası’, ‘Demokratik Anayasa’ gibi nedenler yeterli değil mi?
Ortada bir darbe anayasası yok. Çünkü değiştirildi. Niye anayasa yapıyorsunuz? Çünkü demokratik anayasa. Boş laftır. Niye yapıyorsunuz? Çünkü kısa bir anayasa istiyoruz. Boş laftır. Dünya üzerinde kısa bir anayasa diye bir tartışma yok. İnsanlar ihtiyaçlarına göre bir metin belirliyorlar ve bir anayasa yapıyorlar. Uzun ya da kısa olabilir.
 
Kısa dendiğinde ilk akla gelen sosyal hakları kırpmak oluyor.
Evet. Kısa anayasa deyince, neredeyse sosyal hakların hiç olmadığı bir anayasa ortaya çıkıyor. Elbette sosyal hakları kırparsanız kısa olur. Niye her şey tartışılırken sosyal haklar hiç tartışılmıyor. Şimdi ideolojisiz anayasa yapıyorlar güya. Sabahtan akşama kadar temel haklar tartışılırken, neden anayasada eşit değerde olan sendikal hak, çalışma hakkı, grev hakkı tartışılmıyor. Milliyetçilik konuşuyoruz, ilk üç madde konuşuyoruz ama bu haklar gündeme dahi gelmiyor. Tamamen gözden çıkarılmış gibi bir algı var.
 
Ben hala neden anayasaya sorusuna takılmış durumdayım. Şöyle bir tez ileri sürsem: Bu yeni bir dönem. Bir takım yazarlar da adını koydular bu dönemin: 2. Cumhuriyet. Bu cumhuriyetinde aynen 1924’de olduğu gibi yeni bir anayasaya ihtiyacı var. Özetle, yeni bir dönem, yeni bir egemen ve yeni bir anayasa.
Peki o egemen kim. Birilerin bu soruya yanıt vermesi gerekir. Demesi lazım ki artık egemen değişti. Dolayısıyla bizim artık o egemen için yeni bir anayasa yapmamız lazım. Peki yeni egemen kim?
 
Kim soracak bu soruyu?
Bu soruyu herhalde halk soracak. Sürekli anayasa üzerine raporlar hazırlayan akademi soracak. Örneğin akademi diyecek ki: Sen niye yeni bir anayasa yapmak istiyorsun. Bana bir gerekçe söyle. Anayasayı yapan iktidar da, biz anayasayı şu gerekçe ile yapıyoruz demesi lazım. Şu ana kadar bir gerekçe gösterilmedi. Demokratik, özgürlükçü anayasa yapalım diyorlar. Kardeşim, böyle bir anayasa tipi yok yeryüzünde. Kürtlerin, Alevilerin sorunlarına çözüm oluşturacak, toplumsal ve siyasal uzlaşmayı sağlayacak bir anayasa mı yapacaksınız? O zaman bir siyasal alanı aç, rahatlat. İnsanlar korkmadan, cezaevine girer miyim endişesi yaşamadan bir şey söyleyebilsinler. Büşra Ersanlı gidip BDP Siyaset Akademisi’nde ders verdi diye cezaevine girmesin. Ersanlı eli kalem tutan herkes için utanç olmalı; meslektaşları hala anayasa sohbetleri yapıyor, ayıptır! Kürt sorunu için mi yapıyorsun anayasayı, o zaman muhatabın olan bütün yerel yöneticileri niye tutukluyorsun. Aleviler için mi anayasa yapıyorsun? O zaman seçim propaganda gezilerinde Kemal Kılaçdaroğlu için ‘Alevi değil misin. Eline, beline, diline sahip çık’ gibi laflar edip insanları huzursuz, tedirgin etmeyeceksin. ‘4+4+4’ diye bilenen yasanın içine ‘Hz Peygamberimizin hayatı’ diye bir ders koymayacaksın. İnanılırlık meselesi çok önemli. Bakınız, İspanyollar Franco’dan sonra olağanüstü bir iş yapıyorlar. Kral Carlos geliyor ve meclis konuşmasında diyor ki: “Yeni bir anayasa yapalım.” Bunun üzerine ilk olarak siyasal alanı açıyor, yasaları değiştiriyor ve partileri serbest bırakıyorlar. Yani bugün çıksa AKP dese ki: Donduruyoruz bu anayasa çalışmalarını. Önce şu Siyasi Partiler Kanunu, TMK, Grev ve Lokavt Kanunu’nu değiştirelim, mevzuatımızdaki anti demokratik hükümleri ayıklayalım, meclisteki milletvekilleri serbest kalsın, ve daha uzlaşmacı bir ortam doğsun. Bir günde bütün atmosferi değiştirebilirler. Ama bunların hiçbirini yapmayıp, üstüne üstlük dalga geçer gibi bir de başkanlığı tartışalım filan dersen anayasa yapacak ortamı tümüyle ortadan kaldırırsın. Niye Radikal İki’de (20 Mayıs 2012) herkes böyle saçmalık olur mu diye feryat figan yazılar yazdı, çünkü dalga geçiyor gibiler ve hakikaten de dalga geçtiklerini düşünüyorum.
 
Benim daha çok dikkatimi çeken, başkanlık sistemi gibi her sağcı liderin hayali olan bir konuya ilişkin akademi ve STK’ların nasıl olup da bu kadar az kuşkucu yaklaştıkları. Neredeyse anayasaya ilişkin tüm tartışmalar, iktidarın zaten çok fazla hareket alanı bulunmadığı temel hak ve özgürlükleri sıkıştı. Siyasal olan, yani idari sitem veya demokratik özerklik gibi konular ise arka plana atıldı. Sonuçta, temel hak ve özgürlüklerin uygulanmasını belirleyecek zihinsel yapı idari yapının biçimine ilişkin tartışmalardan geçiyor. Fakat yine gündemi Başbakan belirledi ve anayasaya ilişkin görüş sunanlarda da, ‘Bu nerden çıktı. Aldatıldık’ gibi bir hava oluştu.
Vallahi kusura bakmasınlar, gülünç olduklarını düşünüyorum. Ben oyuna gelmeyi kabul etmiyorum. Tüm bu kişiler Türkiye ve dünya analizleri yapıyorlar. Herhalde Erbakan’dan bugüne Özal’ın, Demirel’in ve Erdoğan’ın da başkanlık hayalleri kurduklarını biliyorlardır. Türkiye’deki bütün sağcı siyasetçilerin bu başkanlık modeline de bayıldıklarını da biliyorlardır. Dolayısıyla ben bunun bir sürpriz olduğunu zannetmiyorum. Tartışmanın kaynağının AKP tüzüğündeki ‘üç dönem milletvekili olamama’ düzenlenmesinden kaynaklandığı iddia ediliyor. Bu sorun nedeniyle de üç çözüm önerisi oluşturulmuş: 1. Başkanlık sistemine geçip Erdoğan’ı başkan yapalım. 2. Meclisi ikiye ayıralım, senato kuralım, zamanı dolan milletvekillerini senatör yapalım, 3. Tüzük gereği milletvekili olamayanları. Bu ne saçma bir şeydir. Adamlar milletvekili olamayacak diye bir ülkede sistem mi değişir. Bunlar çok normal şeylermiş gibi konuşuluyor.
 
Bir anda bu tartışmanın içerisinde bulduk kendimizi. Fakat hala tartışılan sistemin kapsamının ve biçiminin ne olduğu hakkında fikir sahibi değiliz.
Evet. O da belli değil. Neyi öneriyorlar, denetim nasıl olacak vs. Şimdi bu öneri Türkiye’nin hangi probleminden kaynaklanıyor, o da belli değil. Parlamenter sistemin temel özelliği hükümetin yani yürütmenin yasamaya yani TBMM’ye karşı sorumlu olmasıdır. Yasama, biz de hükümeti gensoru ve meclis soruşturması yoluyla denetleyebiliyor. Uygulamada bir parti mecliste sandalyelerin çoğunluğunu ele geçirdiyse, bu mekanizma bir işlev görmüyor. AKP’nin de temel derdinin de bu zayıf denetleme sistemini başkanlık sistemi ile güçlendirmek olduğunu bir an düşünelim. Bu size gerçekçi geliyor mu? Eminim ki AKP’nin böyle bir kaygısı yoktur. Geriye ne kalıyor? ‘Öyle bir sistem kuralım ki, şu ankinden daha güçlü olalım.’ Yani Türkiye sağının tarihi bir refleksi. Başkan olmak istiyorlar.
 
Başkanlık tartışmasının tamamıyla güç arzusundan kaynaklandığını söylüyorsun?
Aksi sana gerçekçi geliyor mu? Şu anda T.C’nin başbakanı, Amerikan başkanının kendi sistemi içindeki konumundan çok daha güçlü. Keşke, bizim başbakanımız da Amerika’da olduğu gibi denetlenebilse. Ne Özal, ne de Demirel denetlenmek istiyordu; ne de Tayyip Erdoğan.
 
Yine mecburen tahminlerden yola çıkarak, başkanlık sistemini tartışmaya çalışıyoruz.
Belki başkanlık sisteminde şimdikinden çok daha güçlü olmayabilirler. O zaman niye değiştiriyorsun. Bunun cevabı yok. İşte geçen, Cengiz Çandar yazdı: “Başkanlık sistemi falan umurunda değil, yarı başkanlık istiyor. Aslında AKP’liler Fransız modelini istiyor.” Bu bana daha mantıklı geliyor. Bence de ona doğru gidiyorlar. Çünkü, şu anda Türkiye’de bir çeyrek başkanlık zaten var. Yani biz klasik parlamenter sistem ile yarı başkanlık sistemi arasında bir yerdeyiz. Bizim Cumhurbaşkanımız ne şu anda Fransa’daki kadar güçlü, ne de Almanya’daki kadar sembolik. İkisi arasında bir yerde. 2007 anayasa değişikliği ile bundan sonra halk tarafından da seçilecek olması gücünü arttıracak. Siyasal sorumluluğu da yok. Şu anda Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olsa, bu sisteme göre de bayağı güçlü bir cumhurbaşkanı olacak zaten.
 
Yarı başkanlık sisteminin oluşumunda Cezayir tartışmalarının ve sorununun çok büyük bir etkisi var. Bizdeki tartışmalara bakıldığında her ne kadar dile getirilmese de, bu başkanlık sistemi tartışmalarının arkasından Kürt sorununa ilişkin çözüm arayışlarının olduğu da dile getiriliyor. Çok iyimser bir analiz değil mi?
Bu gerçekten çok iyimser bir yorum. Baskın Oran Radikal İki’de yer alan yazısında ifade etti , “ Federasyondan bahsetseniz başkanlığı anlarım. Ha derim ki: Kürt sorununu çözmek için demek ki federasyona geçecekler, ona da işte başkanlık modeli gerekiyor.” Fakat hükümetin böyle bir niyeti gözükmüyor. Aksine gün geçtikçe daha merkeziyetçi bir sisteme doğru gidiyorlar.
 
Tamamen tahmini bir tartışma üzerine başkanlık sistemini oturturken ve bunu da ‘her şey tartışılmalı’ diye meşrulaştırırken, BDP tarafından dile getirilmiş ve alanı belirtilmiş olan ‘demokratik özerklik’ sisteminin hiç tartışılması garip değil mi?
Bunun hem ideolojik ve hem de bu talebin Kürtler tarafından dile getirilmesi şeklinde farklı gerekçeleri var. Fakat görünen o ki, BDP’de bunu çok güçlü dile getirmiyor. Bu da bir soru işareti.
 
1969’da M. Soysal “Anayasanın böylesine bıkkınlık verecek kadar konuşulduğu bir başka ülke bulmak zordur” demişti. 69’dan bu yana hala değişiklik yok. Yine her derde deva biçiminde anayasa konuşuyoruz. Fakat anayasayı konuşurken işin siyasal alanını konuşmama refleksimiz de devam ediyor.
Anayasaları siyasi mücadelelerle oluşan, toplumun ve siyasetin geldiği aşamayı gösteren siyasal metinler olarak değil de, kendi içinde kapalı hiyerarşik maddeler bütünü olarak bakar ve sizin aslında siyasi mücadeleler nedeniyle yaşadığınız bütün çekişmelerin, çatışmaların o maddelerden kaynaklandığını yıllarca lansa ederseniz geriye başka seçenek kalmaz. Tek kalan seçenek: işte 10. Maddeyi değiştirelim, kadın-erkek eşittir yazalım ve kadın-erkek eşit olsun. Kadın ve erkeğin eşitliği bir mücadeledir ve ancak mücadele ile olabilir. Toplumsal ve siyasal sorunlar mevzuat ile çerçevelenebilir, o mücadele bir mevzuat yaratabilir, mevzuat tarafından etkilenebilir ama hiçbir siyasal ve toplumsal sorun yalnızca mevzuat ile çözülmez. 2004’te anayasanın 10. Maddesine devlet kadın ve erkek eşitliğini hayata geçirmek için gerekli tedbirleri alır yazdılar. Ne değişti. Hukuk- siyaset ilişkisini göz ardı edilirse bu konu ile ilgilenenler hep aynı yere çarpar ve Türkiye’de bütün siyasi çatışmalar hep anayasa metnine havale edilir ve edilmiştir. Problem budur.Siyasetten, toplumdan, toplumun genel yapısından, genel geçer ahlaki değerlerden bağımsız bir anayasa uygulaması olmaz. Siz hangi ilkeyi koyarsanız koyun, onu birileri uygulayacak ve onu bir yargı organı onları yorumlayacak.
 
Bu yorum meselesi özellikle Anayasa 90. madde de ortaya çıkıyor. Temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşmeler bu madde uyarınca anayasanın üstünde yer alıyor ve anayasa bu sözleşmelere aykırı olmaması gerekiyor. Fakat buna rağmen kadını kendi soyadını kullanması vb bir çok temel hak hala uygulanamıyor.
Başbakan geçenlerde dedi ki: Türkiye’de memurun grev hakkı yok. Hayır var. Niye kimse buna itiraz etmedi. Çünkü anayasada memurun grev hakkını yasaklayan bir hüküm yok. Yasa da var. Peki insan hakları mahkemesinin memurun grev hakkı vardır şeklinde bir sürü kararı var. Hatta, mevcut anayasamızın hali hazırdaki 90. Maddesine göre, temel haklar konusunda sözleşme ile yasa çatıştığında sözleşme esas alınacak diyor. Eğer 90. Maddenin son fıkrasını adam gibi uygularsanız şu anda mevcut anayasaya göre memurun grev hakkı vardır. Ama başbakan yok diyor. Ve bir Allahın kulu buna çıkıp itiraz etmiyor. Nasıl böyle bir söylersin, 90. Madde var, İHAM kararları var, diye kimse itiraz etmiyor.
 
Toplum ve Bilim’in 123. sayısının giriş yazısında, ‘TBMM yeni bir anayasa yapabilir mi?’ sorusunu tartışmışsın. Bu soru, yine ilerleyen zamanlarda Anayasaya ilişkin tartışmayı ısıtacak bir konu. İstersen bu konuya ilişkin görüşlerin ile bitirelim.
Bu konu şu anda gündeme gelmiyor. Fakat, uzlaşma komisyonu eğer daha fazla kavga etmeye başlar ve anayasa metni içerisinde ulusalcıların canını sıkacak şeyler gündeme gelirse, ilk tartışma ve en büyük tartışma konusu; ilk üç madde ve yeni anayasa yapılabilmesi ve dolayısıyla asli kurucu iktidar meselesi olacaktır. Asli kurucu iktidar darbelerden, savaşlardan sonra rejim değişikliklerinde ortaya çıkan, kendisini hiç bir pozitif hukuk normuyla bağlı saymadan yeni bir metin hazırlayabilecek olan iktidardır. O kurar, ona da halk oy verir, halkoylaması ile kurulur. Ondan sonra seçmenin oluşturduğu meclis ise türev iktidardır. Sorun türev iktidar, asli kurucu iktidarın oluşturduğu metni ne kadar çöpe atabilir. ‘Tamamen çöpe atarız’ veya ‘değişmez maddelere hiç bir şekilde dokunamazsın’ şeklindeki her iki yaklaşımda sorunlu ve hukuksal açıdan eksiktir. Bu tartışma üzerinden bir kamplaşma yaratılıyor. Örneğin; hukuk devleti, laiklik, insan hakları gibi kavramların her ne kadar özüne dokunulamasa da bu tanımlarla beraber güçlendirilebilir. Mesela; ‘Türkiye Devleti Cumhuriyettir’ cümlesini değiştirip ‘Türkiye Devleti yurttaşların her düzeyde yönetime katılmasına amaçlayan laik ve sosyal bir cumhuriyettir’ yaptığınızda cumhuriyet ilkesini değiştirmiş değil tam tersine güçlendirmiş olursunuz. Fransızlar bunu yaptı.
yeni-anayasa
Tamamen yeni bir anayasa yapılmak istenirse?
Mevcut durumda yeni anayasayı 175.maddede belirtilen usule göre yapmak zorundasınız. Dolayısıyla ortaya çıkan kapsamlı bir değişiklik olabilir ama yeni bir anayasa olmaz. Elbette tamamıyla yeni bir anayasa için her durumda savaş veya darbe beklenmez. Fakat yeni bir anayasa için bir ana sorun, bir zorunluluk durumunun oluşması lazım. Bu durumunda zorunluluk olduğunun anlatılabilmesi ve o tartışılabilmesine uygun bir ortamın yaratılması gerekir. Yalnızca ‘demokratik anayasa’ yapma iradesi bir zorunluluk değildir. Bu zorunluluğun adı da Türkiye’de ‘Kürt Sorunu’dur.
Bu söyleşi 2014 yılında Express Dergisi’nde yayımlanmıştır.