Ahmet Dindar ]
Ülkemizde siyasi cinayet ve katliamlardan sonra devreye giren ve neredeyse otomatik işleyen bir yargı pratiği söz konusu: Hemen hemen aynı kalıp gerekçelere dayanan yayın yasağı ve CMK’ya da aykırı olarak, mağdur/müştekileri de kapsayacak şekilde uygulanan kısıtlama/gizlilik kararları.
Emniyete havale ettikleri soruşturmalara ilişkin tek faaliyetleri otopsilere nezaret etmek olan ve işlevlerini bundan ibaret gören savcılar, yayın yasağı ve gizlilik kararı talep etmeyi ise hiç ihmal etmiyorlar.
Böylelikle, yayın yasağı ve gizlilik kararları ile birlikte kamu ve mağdur/müşteki denetiminden uzaklaştırılan soruşturmalar, esasen bu katliamları – cinayetleri önlemekle görevli iken bu görevlerini yap(a)mayan emniyet ve istihbarat birimlerinin inisiyatifine terk edilmiş oluyor.
Bu işleyiş daha önce de böyleydi, 5 Haziran’da Diyarbakır’da, 20 Temmuz’da Suruç’ta ve nihayet 10 Ekim’de Ankara’da patlayan bombalardan sonra da hiç değişmeden aynen yürüdü.
Türkiye kamuoyu, İŞİD’in insan kaynağı ile silah ve lojistik desteğinin önemli bir kısmının ülkemiz üzerinden sağlandığını, başta Adıyaman olmak üzere bir çok ilden İŞİD’e katılacak militanların hiçbir gizliliğe gerek duyulmadan, neredeyse istihbarat ve emniyet birimlerinin bilgisi dahilinde temin ve sevk edildiğini, örgüt militanlarının adeta ellerini kollarını sallayarak Suriye’ye giriş çıkış yaptıklarını, yaralılarının Türkiye’de tedavi edildiğini biliyor, görüyor. Somut verilere dayanan bu gözlem ve tespitler tarafsız birçok gazeteci, hukuk kurumu, siyasi parti heyeti ve uluslararası kuruluş tarafından da dile getirildi.
Suruç’taki katliamı gerçekleştiren Abdurrahman Alagöz ile Diyarbakır HDP mitingine bomba koyduğu söylenen Orhan Gönder’in Adıyaman’dan aynı kanallar ile İŞİD’e katıldıkları, birlikte Suriye’ye gidip geldikleri biliniyordu. Şimdi, Ankara’daki katliamı gerçekleştiren canlı bombalardan Yunus Emre Alagöz’ün de Suruç bombacısının ağabeyi, aynı ilişki ağının bir parçası olduğu ortaya çıktı.
Aslıda çok bilinenli bir denklemle karşı karşıyayız ama problem bir türlü çözülemiyor. İlk iki soruşturma bombacıdan öteye gidemedi, maalesef, üçüncüsünün de daha ileri gideceğine ilişkin umutlu olmamızı gerektirecek hiçbir belirti yok.
Tüm bu gelişmeler; gerek ölenlerin yakınlarında ve gerekse Türkiye kamuoyunda, etkin ve sonuç alıcı bir soruşturma yapılmayacağı, kısıtlama/gizlilik kararı ile birlikte bu katliamın da üzerinin örtüleceği ve soruşturmanın karartılacağı yönünde -son derece haklı gerekçelere dayanan- endişelere neden olmuş durumda.
Bu kaygılar çerçevesinde bakıldığında, söz konusu gizlilik/kısıtlama kararlarının Anayasa’nın 17. ve AİHS’nin ise 2. maddelerinde koruma altına alınan yaşam hakkını açıkça ihlal ettiğini söylemek mümkün.
Gerçekten de; gerek AYM ve gerekse AİHM kararlarında sıklıkla vurgulandığı gibi, doğal olmayan bir ölüm olayının sorumlularının belirlenmesine yönelik soruşturma/yargılama sürecinin yaşam hakkı çerçevesinde değerlendirilmesi gerekir.
Kişinin yaşam hakkı ile maddi ve manevi varlığını koruma hakkını düzenleyen Anayasa’nın 17. maddesi uyarınca devletin pozitif ve negatif yükümlülükleri söz konusudur. Buna göre devletin, yetki alanında bulunan hiçbir bireyin yaşamına kasıtlı ve hukuka aykırı olarak son vermeme, bunun yanı sıra bireylerin yaşam hakkını, kamusal makam­ların, diğer bireylerin ve kişinin kendisinin eylemlerinden kaynaklanabilecek risklere karşı koruma yükümlülüğü bulunmaktadır (AYM, B. No: 2012/752, 17/9/2013, §50-51).
Devletin yaşam hakkı kapsamındaki pozitif yükümlülüklerinin usuli bir yönü de söz konusudur. Bu usul yükümlülüğü çerçevesinde devlet; doğal olmayan her ölüm olayının sorumlularının belirlenmesini ve gerekiyorsa cezalandırılmalarını sağlayacak etkili bir soruşturma yürütmek durumund­adır. Bu kapsamada yapılan soruşturmanın temel amacı, yaşam hakkını koruyan hukukun etkin bir şekilde uygulanmasını güvenceye almak ve sorumluların, yaşam hakkının ihlali nedeniyle hesap vermelerini sağlamaktır (AYM, B. No: 2012/752, 17/9/2013, §54).
Kasten ya da saldırı veya kötü muameleler sonucu meydana gelen ölüm olaylarına ilişkin soruşturma ve davalarda; Anayasa’nın 17. maddesi gereğince devletin, sorumluların tespitine ve cezalandırılmalarına imkân ve­rebilecek nitelikte etkili bir cezai soruşturma yürütme yükümlülüğü bulunmaktadır. Soruşturmanın etkililik ve yeterliliğini temin adına, soruşturma ma­kamlarının resen harekete geçmesi ve ölüm olayını aydınlatabilecek, sorum­luların tespitine imkan sağlayacak bütün delillerin toplanması gerekmektedir.
Soruşturmada ölüm olayının nede­ninin veya sorumlu kişilerin ortaya çıkarılması imkanını zayıflatan her eksik­lik, etkili soruşturma yürütme kuralıyla çelişme riski taşır (AYM, B. No: 2012/752, 17/9/2013, §57; AİHM, Hugh Jordan/Birleşik Krallık, Dink/Türkiye).
Yürütülecek ceza soruşturmalarının etkinliğini sağlayan (ya da soruşturmanın etkinliğini değerlendirirken göz önünde bulundurulması gereken) hususlar­dan biri de (teoride olduğu gibi pratikte de hesap verilebilirliği sağlamak için) soruşturmanın veya sonuçlarının kamu denetimine açık olmasıdır. Buna ila­veten her olayda, ölen kişinin yakınlarının meşru menfaatlerini korumak için bu sürece gerekli olduğu ölçüde katılmaları sağlanmalıdır (AYM, B. No: 2012/752, 17/9/2013, §58; AİHM, Hugh Jordan/Birleşik Krallık, 24746/94, 4/5/2001, § 109).
Diğer yandan; AİHM kararlarında da ifade edildiği gibi, bir soruşturmanın etkili­liğinden söz edebilmek için, soruşturmayı yapmakla görevli kişilerin olaylara karışmış olabilecek kişilerden bağımsız olmaları zorunludur. Bağımsızlık sa­dece hiyerarşik veya kurumsal değil, aynı zamanda pratik olarak bağımsızlığı da gerektirir (AYM, B. No: 2012/848, 17/07/2014, §118; AİHM, Hugh Jordan/Birleşik Krallık, B. No: 24746/94, 4/5/2001, § 120; AİHM, Kelly ve diğerleri/Birleşik Krallık, B. No: 30054/96, 4/5/2001, § 114).
Özetle; AİHM’e göre, etkili ve eksiksiz bir soruşturmadan söz edilebilmesi için, soruşturmanın suça karışanlardan bağımsız ve resmî bir organ tarafından, başvuranların katılımı sağlanarak yürütülmesi, eksiksiz, titiz ve ivedi bir şekilde yapılması, kamu denetimine açık olması ve ölen kişinin yakınlarının meşru menfaatlerini korumak için bu sürece katılmalarının sağlanması, ihlâlden sorumlu olanların belirlenmesi ve cezalandırılması konularında sonuca götürebilecek nitelikte olması gereklidir (Tahsin Acar/Türkiye başvurusu).
Ancak, olayların meydana gelme ve soruşturmaların yürütülüş şekline ilişkin yukarıdaki tespitlerimiz bu ilkeler çerçevesinde değerlendirildiğinde; anılan yayın yasağı ve özellikle de kısıtlama/gizlilik kararlarının, devletin pozitif yükümlülüğünün usuli boyutu olan “sorumluların belirlenmesini ve cezalandırılmalarını sağlayacak etkili bir soruşturma yürütme” yükümlülüğünü ihlal ettiği açıktır.
Gerçekten de; söz konusu kısıtlama/gizlilik kararı, gerek Anayasa Mahkemesi kararlarında ve gerekse AHİM içtihatlarında “etkili soruşturmanın” kriterleri olarak tanımlanan ilkelere aykırıdır. Kısıtlama-gizlilik kararı ile birlikte, hem “soruşturmanın ve sonuçlarının kamu denetimine açık olması” ilkesi, hem de ”ölen kişinin yakınlarının sürece/soruşturmaya katılması gerektiği” ilkeleri ihlal edilmiştir.
Diğer yandan; daha önce yaşanan benzer olaylarda tetikçiler dışında gerçek faillerin ve sorumluların ortaya çıkartılamamış olması ve yaşanan onlarca olumsuz pratik etkin bir soruşturma yürütüleceğine olan inancı zaten büyük ölçüde zayıflatmışken, yayın yasağı ve kısıtlama/gizlilik kararları ile birlikte bu inanç tamamen ortadan kalkmaktadır.
Ayrıca, ülkemizin son dönemdeki en önemli siyasi cinayetlerinden olan Hrant Dink cinayetinin aydınlatılmasında, ilerleme anlamındaki her gelişmenin ancak ve sadece Dink ailesi ve avukatlarının katkı ve müdahalesiyle sağlandığı gerçeği, mağdur yakınlarının sürece katılımının önemini bir kez daha ortaya koymuştur.
Yukarıda yer verilen AYM ve AHİM içtihatlarında da vurgulandığı üzere; soruşturmanın bağımsızlığına ve etkinliğine duyulan güveni sarsacak makul gerekçelere dayanan her durum, ihlalin varlığının kabulü açısından yeterlidir.
Belirtelim ki; soruşturmanın esasen bu katliamları önlemekle görevli (ama İŞİD ve benzeri örgütlerle içli dışlı olduğu, onların tüm faaliyetlerine göz yumduğu yönünde ciddi iddialar bulunan) istihbarat ve emniyet birimleri tarafından yürütülüyor olması dahi, tek başına soruşturmanın bağımsızlığı ve etkinliğinden kuşku duyulması için yeterli iken, bir de mağdur/ müşteki yakınlarından bile gizlenmesi, soruşturmanın etkinliğine ilişkin tüm şüpheleri haklı çıkarmaktadır.
Bu tür kitlesel katliamlarda veya siyasi cinayetlerde soruşturmaların olabildiğince kamuya (veya en azından, mağdur yakınları ile barolar ve ilgili sivil toplum örgütlerine / onların katkısına) açık olarak yürütülmesi, yaşam hakkı ile birlikte adil yargılanma hakkının da en önemli güvencelerinden birisidir.
Burada temel gaye; soruşturmanın kamu denetiminden uzak, kapalı kapılar ardında ve gizli yürütüldüğü algısının doğuracağı endişeleri ortadan kaldırmak, toplumun adalete olan güvenini tesis etmektir.