Ceza ve ceza yargılaması hukuku, “iktidar” olgusuyla çok yakından ilgili bir kavram. Ceza hukukunun her alanı aynı zamanda bir iktidar alanı. Bu açıdan bir ülkenin hukuku, mevcut kanunları ve uygulamalarıyla, yönetilenlerle yönetenler arasındaki “iktidar savaşı”nın kurallarının konulduğu bir alan. Türkiye’de de durum farklı değil: Otoriter zihniyet ve ona karşı verilen demokratik mücadele tarihi, bir politik süreç olarak analiz edilebileceği gibi, “insan hakları”nın ülkemizdeki seyri olarak da okunabilir. “Parçalanmış Adalet” kitabında bu çerçeve içinde Türkiye’de özel ceza yargısının kişi hak ve özgürlüklerini ihlal/tehdit eden nitelikleri deneyimli hukukçular tarafından değerlendiriliyor, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin devamı gibi kurulan ve işleyen “özel yetkili ağır ceza-özel soruşturma” modelini ele alınıp, bu soruşturma ve yargılama yönteminin “adil yargılama” açısından oluşturduğu tehdidin çeşitli boyutlarına dikkat çekiliyor. Söz kitabı yayına hazırlayan Haluk İnanıcı’da…

Kitabın giriş metininde; özellikle ceza ve ceza muhakeme hukukunun “iktidar” olgusuyla çok yakından ilgili bir kavram olduğunu vurguluyorsun. Bu yakınlığın nedenleri ile başlayalım?

Ceza verme yetkisi”nin kaynağı, “dini devlet”ten “modern devlete” geçiş sürecinde neredeyse tüm düşünürlerin katıldığı uzun ve derin bir tartışmanın konusudur. Dini devlette, iktidarın meşruiyeti “göksel”dir. Hükümdar çoğu zaman dini sıfatları da kendinde toplayarak meşruiyetini tanrı/lardan alırdı. Doğal olarak cezalandırma yetkisini de… Otorite kullanımı, tanrının himayesinden kurtulunca dünyevi bir “egemenlik anlayışı”na, hukuka ihtiyaç duyar. Montesquieu’de, insanlar savaş haline son vermek için birlikte yaşama kuralları oluştururlar; egemenlik haklarını kendi özel kuvvetlerini bir araya getirerek oluşturdukları “genel kuvvet”in eline teslim ederle. Genel kuvvet yani iktidar, bu siyasi kuralları ihlal edenlere ceza verme yetkisini ifade eder.

Hobbes’un Modern Devlet/Leviathan’ın eline verdiği kılıç, güvenlik ihtiyacını, yani birlikte yaşama kurallarını ihlal edenlere “ceza verme” hakkını gösterir. Beccaria’ya göre, insanlar “esenlik, güvenlik ve dirlik düzenlik uğruna” özgürlüğünün bir kısmını gözden çıkarır. “Herkesin iyiliği için gözden çıkartılan” özgürlüğün bu parçalarının toplamı “egemenlik hakkını” oluşturur ve bu hakkı hükümdar “yasal emanetçi ve uygulayıcı” olarak kullanır. Özetle, siyasal iktidarın bir kurumu olarak devlet, cezalandırma yetkisini bir diğer deyişle “şiddet tekeli”ni elinde bulundurur.

Marksist teori, devleti bir sınıflı toplumları varlığını güvence altına alan bir üst yapı kurumu/bir baskı aygıtı olarak düşünmüştür. Ayrıca çağdaş Marksistler devletin yargısıyla, cezaevleriyle, polisiyle, ordusuyla ortaya koyduğu baskı aygıtları dışında, toplumun yeniden üretimini sağlayan ideolojik baskı aygıtlarını da irdelemişlerdir. Marksist teoriye göre, sınıflı toplumların sona ermesine paralel olarak devlet de sönümlenecektir. Bir anlamda “cezalandırma yetkisi” tekrar topluma geçecek, belki de geleceğin bilinçli toplumunda “Tarihin gerçek anlamda başlayacağı dönemde” cezalandırmaya ihtiyaç kalmayacaktır.

İktidar-Cezalandırma ilişkisine yeni bir boyut getiren çağdaş düşünür Michel Foucault’tur. Foucault “iktidar” olgusunu “cezalandırma yetkisi”nden ayırarak bu ilişkiye yepyeni boyutlar getirmiştir. Bir kere cezalandırma yetkisinin tıbbi süreçlerle

ilişkisini açıklayarak 18. yy teorilerinin yetersizliğini gözler önüne sermiştir. Öte yandan iktidar olgusunu, sadece siyaset-devlet teorisinin bir alt alanı olmaktan “ceza verme yetki sınırlarından” kurtarmış ve iktidarın tüm toplumsal ilişkilere yayılan boyutlarını gözler önüne sermiştir.

Özetle, ceza verme hakkının kaynağı, iktidar, devlet, meşruiyet, sınıflı toplumların kendini yeniden üretme mekanizmaları hakkındaki tartışmalar uzun süre daha devam edecektir.

Bu yakın ilişki, devleti şahsileştiren ve vatandaşına karşı koruyan bir anlayışı da doğurmuyor mu? Bu “koruma” , cumhuriyetin kuruluşundan bugüne aralıksız devam ediyor gözüküyor. Ne dersin?

Modern devlet teorisyenlerinin çoğu, insanların oluşturduğu bu kurumu, toplumun dışında, üstünde onu yöneten, kontrol eden bir kurum olarak tasarlamışlardır. Devlete verilen rol, zaman zaman değişse de (liberal devlet, sosyal devlet, faşist devlet vb) devletin bu özel varlığı değişmemektedir. Hatta bu yaklaşım bizzat hukuk teorisi içinde de yer almıştır; devlete “tüzel kişi” sıfatıyla “hukuki kişilik” atfedilmiştir. O zaman bu “tüzel kişiliğin” sanki toplumu oluşturan insanların dışında hukuki bir varlığı varmış gibi bir yanılsama oluşmuştur. Ancak bu yanılsama pratikte “devletin kendini koruması kavramı altında” mevcut sınıflı toplum yapısını korunmasının, şiddetin aracı haline dönüşmüştür.

T.C.Devletinin kurulması sürecinin, bu genel çerçeve dışında kendi özellikleri vardır. Ulus-devlet kurma çabasının doğal sonucu, feodal yapıların tasfiyesini beraberinde getirir. Türkiye’de bu tasfiye, Osmanlı Devleti’nin “askeri sınıfı”nın tüm toplumu hizaya sokmasıyla gelişmiştir. Askeri sınıf, ulus-devleti kurma aşamasından sonra, kendine “koruma-kollama” görevi biçmiştir.

Atatürk’ün Ankara Hukuk Mektebi açılışında yaptığı konuşma, iktidarın hukukçulara bakışının somut örneklerinden. Hukukçular da bu bakış doğrultusunda şekillenmiş ve ayrı bir sınıf-zümre olmayı kabullenmiş görünüyorlar.

Cumhuriyeti kuran bu askeri (asker-sivil) zümrenin, burjuva sınıfı oluşuncaya kadar zaman zaman sınıf tavrı gösterdiğini söyleyebiliriz. Yargı kurumunun da kendini bu kurucu zümrenin bir unsuru olarak algıladığını bu algının hala devam ettiğini yazımda bahsettiğim TESEV araştırmasında açık seçik görüyoruz. Yargıçların önemli bir kısmı devlet mi- hukuk mu? Sorusuna verdiği cevapta “devleti koruma misyonuyla” donanmış neferler olduğunu ortaya koymaktadır. Bu yaklaşımın kökenini kavrayamazsak, bir hukuk devletinde “Genelkurmay’da brifinge çağrılan yüksek yargıçların, koşarak kışla içindeki toplantı salonuna kabullerini arz etmeleri”ne anlam veremeyiz.

Hukuka bireyden daha çok devletin ihtiyacı varmış gibi bir algı oluştu bende.

Hukuka, devletin ihtiyaç duyduğu yaklaşımı, Foucault’un “gözetim toplumu” tanımıyla ön plana çıkar. Ama biraz da iç açıcı bir tanım olarak, Vehbi Hacıkadiroğlu’nun hukuku “özgürlüklerin gelişmesini sağlayan kurallar” olarak tanımladığını da hatırlatalım. Hukuk çok fonksiyonlu bir ideoloji-yapıdır. Bir yandan iktidara “cezalandırma yetkisi” verirken, diğer yandan onun “iktidar sınırlarını” da çizer. Kitabın konusu olan “özel ceza yargısı” ihtiyacı da belki, burada ortaya çıkar. Özel yargı, devletin/iktidarın hukukun sınırlarından kurtulma isteğini karşılar.

Kitaptaki makalende “örfi idare zihiniyeti”nden bahsediyorsun. Nedir bu “örfi idare zihniyeti”?

Örfi idare, sıkıyönetim kelimesinin eşanlamlısı. Yani idarenin askere geçtiği, askeri mahkemelerin sıkıyönetim mahkemesi sıfatıyla yargılama yetkisine sahip olduğu yönetim biçimi. Modern Devlet açısından olağanüstü rejim modellerinden birisi.

Tanzimat döneminde savaşların yoğunluğuna bağlı olarak, askerlerin savaş suçlarına bakmak üzere kurulan ve divanı-harp olarak görev yapan askeri mahkemelere, zamanla görev yaptıkları bölgelerdeki tüm suçlara bakma görevi verildi. Askeri terminoloji doğal olarak “dost-düşman” asli terimleri üzerine inşa edilir. Askeri mahkemelere sivilleri de yargılama görevi verdiğiniz anda, aynı ideoloji devreye girer. Bu anlamda örfi idare zihniyeti, toplumu dost-düşman olarak kamplara ayırma, düşmanları yargılama görevini askeri mahkemelere verme, yargılanan düşmanların tüm savunma haklarının elinden alınması, yargılamanın seri, çabuk yapılması bir anlamda daha başlangıçta belli olan cezanın hızla verilmesidir. Padişahın “kapıkulları”na uyguladığı Siyaseten Katl kurumunun bir anlamda olağanüstü hallerde (savaş, ayaklanma vb.) “sivillere” uygulanması için bulunan bir yöntemdir. Çünkü yargılamalar şekli, savunma hakkının kullanımı şeklidir: Yargılamaların amacı adaletin sağlanması değildir.

Bu zihniyetin şekillenmesinin dünden bugüne “siyasi suç”larla paralel gittiğini görüyoruz. “karşı devrimci”, “irticacı”, “komünist”, “bölücü” ve en son olarak da “terörist” kavramlarıyla dönemsel olarak ifade edilen bu suç tipleri, bu zihniyetinin kendini meşrulatırıcı nedenleri olarak da görülmüş ve gösterilmiş. Bu kavramsal tanımlamadaki değişimler dönemsel olmanın dışında siyasal bir anlamda taşıyor. Ne dersin?

Tam da bunu ifade etmek için kullandım bu terimleri. Aslında demokratik mücadele, iktidarın kullandığı suçlama terimlerini yıpratıyor. Siyasi suçlular için bulunan terimler, ezilenlerin-yönetilenlerin karşı mücadelesi sonunda bir süre sonra “suç izafe etmede” yetersiz hale geliyor. Hatta olumlu anlamlar içermeye başlıyor. Tıpkı “eşkıya” terimi gibi. Halkın, dağa çıkan her eşkıyaya olumsuz olarak bakmaması bu terime miadını doldurtmuştur. Eşkıya terimini fazla duymamamız, artık eşkıyaların dağa çıkmamasıyla ilgili değildir.

Bu toplumun gerçek muhalifleri “solcu”lar olduğu için, sol siyasi suçlular için kullanılan, “komünist”, “anarsişt”, “bölücü” terimlerinin artık yerini “terörist”e bırakmaları da önceki terimlerin artık bir “suç” çağrıştırmamasındandır. Çünkü komünist olmak, federasyon veya bölünme talep etmek gelişmiş ülkelerde en tabii “demokratik haklar” arasındadır. Bir zamanlar suç olan şeyler şimdi “hak”tır. Bu gelişme kendiliğinden ortaya çıkmamıştır. Ezilen-yönetilenlerin verdikleri mücadele suçlama konularını “hak” haline getirmiş doğal olarak bu terimler de suç çağrışımından arınmışlardır. Ancak karşımıza çıkan “terörist” tanımından kurtulmamızın çok kolay olmayacağını görebiliyoruz. Çünkü tüm dünya, eski siyasi suçlama terimlerine yerine keyfi olarak tanımlanabilecek, amorf bir kavram keşfetmişlerdir. Terörist terimi önce dar bir çerçevede kullanılırken, artık çok geniş bir kapsama sahip olmaktadır. 21. Yüzyıl mücadele tarihinin bir anlamda “terör/terörist” tanıtımın genişlemesi/daralması ekseninde cereyan edeceğini söylemek kehanet olmayacaktır. Bu kapsamı demokratik mücadelenin yönü tayin edecektir.

Siyasi suç”un ulusal-ulusalüstü mevzuatta bir tanımı var mı?

Türkiye de bugüne kadar bu konuda sınırlı akademik çalışma dışında ciddi bir tartışma da olmadı. Örneğin bugün, gerçek teröristlerin yanında yargılanan çoğunluğun “terör” suçuyla ya hiçbir ilişkisi yok ya da çok dolaylı bağlarla ilişki kurulmaya çalışılıyor. Örneğin gazeteciler, profesörler, yazarlar bir anda “terörist” olarak soruşturuluyor, yargılanıyorlar. Hiçbir medya organında eline silah almamış bu insanlar “açık ve yakın şiddet tehdidinin” çağrıcısı olmadıkları sürece sadece “fikirlerini ifade eden” insanlar konumundadır, bunlara nasıl terörist dersiniz? Ya da diyelim bir siyasi örgütle ilişkisini buldunuz bu kişiler olsa olsa “siyasi suçlu” olabilir onlara nasıl terörist dersiniz? diye bir tartışma duyuyor muyuz. “Medya Yargıçları” kurdukları mahkemelerde herkesi “terörist” olarak acımasızca mahkum ediyorlar. Bir insan ceza normlarına göre suçlu bile olsa “terörist” olarak nitelenmek o kadar kolay mıdır? Görünen o ki, artık çok kolaydır ve bu kötü yol bir kere açılmıştır… Sadece bir gizli tanık ifadesiyle hem de sadece polisin aldığı ifadeyle, bir avukat 18 aydır “terörist” sıfatıyla tutuklu tutulabilmektedir!!!

Terör tanımıyla ilgili ulusal ve uluslar arası sempozyumlar düzenlenmekte ancak teröristin hukuki tanımı yapılamamaktadır. Bu zorluk terimin hukuki bir terim olmamasından kaynaklansa da, kavramdaki muğlaklığın tüm bir muhalefeti sindirme, yıldırma aracı olarak kullanılabilmesinde bir araç olarak görüldüğü muhakkak. Bunu sadece Türkiye’yi düşünerek söylemiyorum. Terörist denildiğinde akan sular duruyor. Ulusla arası hukuk işlemiyor. Bunun için sadece Guantanamo üssünde “hangi yasa/uluslar arası norm”a göre tutulduğunu bilemediğimiz “terörist!” lere bakmak yeterlidir. Bu insanlar Ercan’ın vurgusuyla “unperson” durlar. Bi nedenle insanların sahip olduğu hakları talep edemezler!!! Böyle bir tanımın iktidara “hukuk dışına” çıkmak için verdiği gücü, imkânı düşünün bir kere…

Kitapta, Türkiye’nin bir hukuk laboratuarı olduğunu ve hukukun seyrinin demokrasi mücadelesinin de bir aynası olduğunu söylüyorsun. Bu ilişkiyi somut örneklerle açıklayabilir misin?

Yazımda söylediğim cümle ile belirteyim düşüncemi. “Hukuk, toplumsal mücadelenin kurallarının yazılı yer olduğu kadar, bu mücadelenin sonuçlarının da kayıtlı olduğu yerdir.” Yani bir ülke tarihindeki yöneten-yönetilen/ezilenler arasındaki mücadelenin tarihi o ülkenin mevzuatında kayıtlıdır. Bu mücadelede eksen ne tarafa doğru kayarsa hukuk ona göre şekillenir.

Toplumsal mücadelenin çok zayıf olduğu Cumhuriyet’in ilk yıllarında, hukuk sadece askeri zümrenin zihniyetini gösterir. Merkezi, otoriter, buyurgan bir yapı ve onun kurallarını görürüz, bu yıllarda. Örfi İdare zihniyeti 1946’ya kadar devam eder. Toplumsal muhalefetin ortaya çıkmasıyla, bir yandan da Türkiye’nin uygar dünya içinde kendine yer aramasının etkisiyle hukuki yapıda değişiklikler baş gösterir. Örneğin azınlıklar ilk deva 1945 yılından sonra yedek subay olma hakkı kazanırlar. Azınlıklardan milletvekili görürüz. Ancak demokratik gelişmeyi temsil eden Demokrat Parti’nin zihni yapılarında içinden koptuğu CHP’nin payı hala çok büyüktür. Örneğin CHP’yi sindirmek için kurulan Tahkikat Komisyonları da aynı zihniyetin ürünüdür. 27 Mayıs Yassıada yargılamaları, iktidar olmaya başarmış ilk demokratik hareketin ezilmesi anlamına gelir. DP’ye örfi idare hukukunun ‘düşman’ kategorisi uygulanır. Yöneticileri askerler tarafından imha edilir.

Gerçek anlamda muhalefeti, gerçek anlamda yöneten-yönetilen mücadelesini TİP’in kurulmasıyla görüyoruz. Bu dönem aynı zamanda AP’nin görece refah dönemidir. İşçi sınıfının kendini ilk defa bu dönemde ifade ettiğini görüyoruz. Ardından 12 Mart darbesi ile yönetilen/ezilenlerin tüm kazanımları elinden alınır. Bu o dönemde çıkan tüm mevzuatta görebiliriz.

1973-1980 dönemi yükselen bir mücadele ve ezilen/yönetilen sınıfların yeni kazanımlar elde ettiği dönemdir. Cezası 12 Eylül darbesi olur. Tüm hukuk sistemi değişir. Elde edilen tüm kazanımlar bir gecede yok olur. Bunu uzatmak mümkündür.

Kanunların değişim süreçlerinin her ne kadar demokrasi mücadelelerine paralel gittiğini söylesek bile, 2000’lerle birlikte değişim süreçlerinin daha çok ulusalüstü organların baskısı sonucu gerçekleştğini görüyoruz. Bu durum demokrasi mücadelesi ile hukuk seyri arasındaki ilişkinin değişimi, dönüşümü veya kırılması olarak görülebilir. Bu paralelliğin bozulmasının genel anlamda getirdikleri ve götürdükleri nelerdir sence?

Bence aynı ilişki devam ediyor. Hukuk, toplumsal mücadeleden ayrı düşünülemez. AB’ye girme istemi bence bu mücadelenin “bir üst kulvarda” cereyan etmesi talebidir. Burjuvazimiz nihayet rüşte erdiğini düşünerek, bir üst klasmana sıçrama cesareti göstermiştir. Mücadele aynen devam edecektir, ancak buna aynı zamanda, parçası olmayı talep ettiğimiz AB coğrafyasındaki yöneten-yönetilenler mücadelesi de etki edecektir. AB mevzuatı önceki toplumsal mücadelenin sonuç dokümanlarıdır. AB mevzuatı yönetilenler/ezilenler için güllük gülistanlık değildir. İşçilerden yoksullara kadar tüm “yoksunlar”ların bu toplumlarda sosyal devlet çerçevesinde ede ettiği tüm kazanımlar bir bir elden gitmektedir. Buna paralel gelişmeler AB’ye uyum süreci adı altında Türkiye’de de devam etmektedir. Unutmamak gerekiyor, sosyalist hareketlerin AB-Türkiye coğrafyasında yenildiği/gerilediği bir dönemde yaşıyoruz. Özetle bahsettiğim paralellik devam ediyor.

Kitaptaki makalende yaptığın bir vurgu ile devam edelim: Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemelerini anlamak için Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinden bugüne gelen olağanüstü rejim uygulamalarına bakmak lazım.

Eğer sadece böyle bir anlam çıkıyorsa açıklamam eksik kalmış. Yazı özellikle bu boyuta işaret ediyor ama, Özel Ceza Yargılamasının uluslar arası yönü de var. Tüm devletlerde “terörle mücadele” adı altında benzeri arayışlar var. Ben öncelikle kendi tarihimizden kaynaklanan dinamiğe işaret ettim. Tanzimat döneminden, 2005 tarihli Ceza Muhakeme Kanunu’na, “Orfi idare/sıkıyönetim yargısı”nın tek hedefinin özel olarak “sanık-savunma hakları” olduğunu göstermeye çalıştım. Özel Ağır Ceza Mahkemesi/Özel Yetkili Savcılık kurumu ile artık sürekli hale gelen “sıkıyönetim yargısı” nın ilk hedefinin şekli yargılamaya kayıp, sanık-savunma haklarını gaspetme amacı olduğunu göstermeye çalıştım.

Zafer Üskül’ün Toplum ve Bilim’in 42. sayısında yayımlanan makalesine göre Cumhuriyet döneminin toplam sıkıyönetim süresi 25 yıl, 9 ay, 11 gündür. Buna 15 yıl süren olağanüstü hal durumunu da eklersek, toplam süre Cumhuriyet’in yaşının yarısı kadar. Fakat kitapta hem senin, hem Ercan Kanar’ın yazılarında; bu olağanüstü dönemler dışında da olağan mevzuatın içerisine gizlenmiş yasalarla Türkiye’nin hep bir “olağanüstü dönem hukuku” ile yönetildiği iddiası var. Hatta bu durumun bugünde devam ettiğini söylüyorsunuz. Açabilir misin?

Yazımda, Örfi İdare Yargısı zihniyetinin yani “kriz hukuku”nun yetmediği yerde hep “hukuk krizi” yaratıldığını söyledim. Sonuncusunu bu söyleşiyi yaparken yaşadık: YSK’nın bağımsız 12 aday hakkında verdiği seçime girmeme kararı… Bir tanesi çok ilginç. Halen milletvekili olan bir adaya YSK diyor ki, sen yeni dönemde aday olamazsın. Sayın milletvekili de diyor ki; “Sayın YSK iyi ama, 2007 yılında da benim durumum aynıydı, bana mazbatamı verdiniz. Yeni bir yagılamam olmadı, hiçbir şey değişmedi nasıl olur da 4 yıl sonra tam tersi karar verirsiniz? Ayrıca istediğiniz ‘memnu hakları iade kararı’ 2005 yılı TCK değişikliğiyle kaldırıldı. Sizler Yüksek Yargıçlar olarak, kanunun kaldırdığı belgeyi benden nasıl istersiniz?” Tipik bir “hukuk krizi örneği” Şöyle geriye baktığınızda bunun yazımda belirttiklerim dışında yüzlerce örneğini hemen görebilirsiniz….

Ercan Kanar kitapta yer alan makalesinde ÖAC’lerin yargı pratiğinin “yurttaş hukuku”ndan bir sapma olan “düşmanla savaş hukuku”na dayandığını belirtiyor. Devletin kendi vatandaşını “düşman” görmesi ve ona göre bir hukuk oluşturması. Bence bu ÖAC’lere ilişkin ileri sürülen en kışkırtıcı iddia ve bence bir o kadar da sağlam. Ne dersin?

Yazımda altını çizmeye çalıştığım ve yukarıda değindiğim en önemli konulardan biri bu. Ben öncelikle Örfi İdare/sıkıyönetim zihniyetinin doğal sonucu olarak sanıkların düşman olarak görüleceğini açıklıyorum. Ardından “İstisna Rejimi” niteliğindeki “özel yargılama”nın küresel boyutlarına dikkat çekiyorum. Bu nedenle her ikimiz de feryat ediyoruz: Vatandaşını düşman olarak gören hukuk olmaz olsun, diye…

Terörle Mücadele Kanunu gibi özel bir düzenlemenin varlığının devamı, iktidarın “kriz dönemi hukuk” anlayışını gizlemeye bile çabalamadığını gösteriyor. Yeni Türk Ceza Kanunu’nun TMK gibi özel bir düzenlemeyi ortadan kaldıracağı söylenirken, TMK yeni ve daha ağır cezaları getiren düzenlemelerle TCK’ya uyum amacıyla değiştirildi. Yasa uygulayıcıların dışında ve hatta daha güçlü, iktidarın ceza yargılamasının olağanlaşmasına karşı bir direncinden söz etmek mümkün mü?

İktidarın başlangıçta bu kadar ayrıntılı düşündüğünü zannetmiyorum. Hatta 2005 TCK, CMK, değişikliğini, kendi iktidarını sağlamlaştırmak için bir imkan olarak görmesi de bir anlamda normal karşılanabilir. Siyasi partiler pragmatik hareket ederler. AKP’nin kendi iktidarını güçlendirmek için bile olsa darbecilere savaş ilan ediyorsa, demokrat hukukçular tabii ki darbecilere karşı tavır alır. Demokrat hukukçuların çoğunluğu bu süreçte 12 Eylül kalıntısı zihniyetle mücadele edilmesine, Ergenekon sürecine önem verildiğini her fırsatta ifade etmişlerdir. Diyarbakır mahkemelerinde Kürt aydınlara karşı sürdürülen yargılamaların, Türkan Saylan’ın evinin aranması ve ÇYDD’ye karşı sürdürülen baskı/sindirme sürecinin, basın Özgürlüğü/İfade Özgürlüğünü hiçe sayan uygulamaların, İstanbul’da sosyalist aydınlara karşı sürdürülen davaların artık kural haline gelmesi, iktidarın demokratik toplum amacı konusunda herkesi şüpheye düşürmüştür. Kanımca kendi iktidarını sağlamlaştırdıkça, mühim olan refahtır/ticarettir/kalkınmadır vs. deyip, darbecilerle hesaplaşma sürecini de devam ettirmeyecektir. Bunu rahatlıkla söylememdeki neden, iktidar partisinin demokratik bir gelenekten gelmemesi ve 8 yıllık iktidarı döneminde kendi partisi içinde bile demokratik bir yapı kuramamasıdır. AKP’nin nasıl bir toplum istediğini anlamak için partinin kendi/şef partisi yapısına bakılması yeterlidir…

2006-2007 yılları arasında, yetişkinlerde TMK’ya muhalefet suçundan verilen mahkumiyet oranının %16.2’den %33’e çıktığı, çocuklarda ise %4.7’den %47’ye yükseldiği adalet istatistiklerinden anlaşılıyor. Bu korkunç bir artış. Demokratik açılımların konuşulduğu bir iktidar döneminde böylesine bir artışı nasıl değerlendirirsin?

Bu suçluların büyük çoğunluğu “terörist” filan değildir. Bunun için taş atan çocuklar da dahildir. Yaptıkları açıklamalar, düşünceleri nedeniyle terör suçlularına yardım ve yataklık etmek gibi çok muğlak bir suçla yargılananlar çoğunluktadır. Örneğin TCK’na AKP’nin özel çabasıyla eklenen 220/7 maddesi ile TMK’na yine aynı dönemde eklenen/değiştirilen 6 ve7. maddeleri uyarınca yargılananlar çoğunluktadır. Dedim ya, terörist’le öğle yemeği yemişsen yandın, Sen de ona yardım ve yataklık ettin, 220/7 ye göre teröristsin!!!!! Ben terör eylemlerine katılmıyorum ama, bu teröristlerin bazı taleplerine katılıyorum dediysen vay haline TMK 6 ve 7. Maddeleri seni bekliyor. Bu iki madde kalksın, hapishanelerde terörist kalmaz…

Sayısal verilerin yanında ÖAC’lerin yargı pratiği de korkunç. KCK davasında 8000 sayfayı bulan iddianamenin 900 sayfa özetlenerek okunması; gizli tanıkların beyanlarıyla kişilerin tutuklanması; iddianamelerin geç hazırlanması, sanıkların yargı önüne çıkarılmasının 2 yılı bulması, yayımlanmamış kitap taslaklarını toplatılması… Tüm bu yargı pratiğinde söylenen temel argüman ise davaların esaslarının önemi nedeni ile bunları usuli eksiklikler olduğu. Bu hukuksal bir zihin kayması mı?

Zihin kayması değil, tam tersine, “Devletin 150 yıllık örfi idare/sıkıyönetim yargısı” zihniyetinin, “yeni sahiplerince devralınması”dır. Ne garip bir tecellidir ki, Terörle mücadele mevzuatının en sert savunucuları olan askerler, şimdi savundukları mevzuatın muhatabı durumdadırlar. Buradaki ironiyi fark ederler mi bilmiyorum, ama, 21. yüzyılın en sert çatışma alanında bulunduklarını bilincinde değiller sanıyorum. Onlar hala kendilerini AKP’nin yargıladığını zannediyorlar. Halbuki onları artık “iktidarın gerçek sahipleri” yargılıyor. Bugün AKP yarın başka bir parti…

ABD ve İngiltere’den başlayarak dünyanın tüm bölgelerine ihraç edilen “terörle mücadele yasaları” ceza ve yargılama hukukunda ciddi bir kopmayı ve kırılmayı beraberinde getirdi. Dünyada bu anlamda bir hukuk krizinin yaşandığını söylemek yanlış olmaz zannedersem. Tamamen güvenlikleştirilen bir dünyada iktidarların zihniyetlerinin değişmesini beklemek sence olağan mı?

Başta ABD, İngiltere olmak üzere “terörle mücadele yasaları”nın ortaya çıktığı bu dönemin sosyalistlerin yenildiği bir sürecin sonuna denk gelmesi tesadüf olmasa gerektir. Dünyanın dengeleri değişken, insan hak ve özgürlükleri aleyhine çok ciddi gelişmeler oluyor. Emekçiler, yoksullar, yönetilenler büyük bir saldırı altında. AB ülkeleri bile sosyal haklar alanında geriliyor, büyük mücadeleler sonunda elde edilen sağlık, çalışma hakları esnetiliyor. İnsan hak ve özgürlüklerine yapılan bu küresel bazda müdahaleleri, bu yenilgi ve gerileme döneniyle ilişkisini kurmak gerekiyor. ABD’de bir gecede kriz nedeniyle, yoksul-orta tabakadan inanılmaz kaynaklar zenginlere aktarılıyor, öte yandan 12 Eylül saldırılarını bahane ederek çıkarılan yasalarla kriz hukuku uygulanıyor, bununla yetinilmeyip Irak’a müdahalede gördüğümüz gibi uluslar arası hukuku hiçe sayarak hukuk krizi yöntemini de uyguluyor. Küresel düzeyde, Ebu Garih kriz hukukunun, Guantanamo, hukuk krizinin simgesi durumunda.

Sürekli hak ve özgürlükler aleyhine gelişen bu durumun değişmesi için, yerel ve küresel boyutlarda hayatın sorgulanması “insanlık onuru” nu merkeze alan yeni toplum projesi yaratmak gerekiyor. Gelişen toplumsal ilişkiler artık mevcut demokrasi biçimleriyle sürdürülemiyor.

Fransa’da Adalet Bakanlığı yapmış Sosyalist Parti üyesi Robert Badinder, “hiçbir ülkede haklı olarak adalete inancın kalmadığını” söylemişti. Ne dersin?

Bir insanlık ülküsü olarak adaleti arayış aslında “adaletin yokluğu”nun ifadesidir. Yaşadığımız toplumlarda adaletin yokluğu, eksikliğini ifade etmek sorunu çözmüyor. Esas olarak hangi adalete, nasıl ulaşacağız, adaletten ne anlıyoruz soruları önemlidir. Bahsettiğiniz açıklama, bu mücadelenin bizzat kendisinin anlamsızlaştığını söylüyor ki, bu insanlık için çok büyük bir tehlikeyi işaret ediyor.

Bu açıklama aynı zamanda insanlığın Modern toplum projesinin iflas ettiğinin itirafı… Yaşadığımız dönemde, neredeyse tüm düşünürler bir tercihle karşı karşıya olduğumuzun altını çiziyorlar. Alain Tourain “ilerlemeye güvenimiz kalmadı, zenginleşmenin kendisiyle birlikte demokratikleşme getireceğine artık inanmıyoruz.” dedikten sonra “Özne” ye “toplumsalsallaşması” çağrısı yapıyor ve “Akıl”la buluşmaya davet ediyor. Habermas, modern kamusallığın çöküşünden bahsediyor, “ulusal sonrası kamusallaşma” için ana hatlarını çizmeye çalıştığı yeni bir “siyasi kamuoyu yapılanması” öneriyor. Özetle bütün düşünürler “İflas etmiş dünya düzenine alternatifler” peşinde.

Söyleşimizi sohbet konusu kitaba dönerek bitirelim. İnsanları-vatandaşları düşman olarak tanımlayan Özel ceza yargılaması-terörle mücadele anlayışının olağan hukuk sistemi içine sızmasının, ülkemizin kendi geçmişiyle olduğu kadar, modern toplum projesinin iflasıyla çok yakından ilgisi vardır. Ancak bu noktada dahi, bize düşen görev, “Nasıl/Hangi insanlık ailesi?” içinde yaşamak istediğimizi sorarak işe koyulmaktır. Yeni adalet inancı bu mücadele içinde oluşacaktır.

*Bu söyleşi kısaltılmış hali ile 2011 yılında Express Dergisi’nin 115.sayısında yayımlanmıştır.