İki kutuplu Soğuk Savaş döneminde sol, “burjuva ideolojisi” olarak gördüğü insan haklarına önemli ölçüde araçsal bakıyordu. Gerek 12 Eylül askerî darbesinden sonraki uzun hapis ve sürgün yılları, gerekse bu süreçte reel sosyalizm deneylerinin fiilen yıkılması, sosyalist solun eski paradigmalarıyla birlikte bu bakışı da sarsıntıya uğrattı. Ancak sol kendi siyasal geçmişini ve ideolojisini bir bütün olarak eleştirip sorgulamadı. Bundan dolayı daha sonraki süreçte yeni politikalar geliştiremedi, toplumsal örgütlenmesini derinleştiremedi. Geçmişin asla gerçek bir özeleştiriye tâbi tutulmayan politik kültürü, birçok hastalıklı alışkanlığın, birçok engelin ve zaafın yeni kadroların da alışkanlığı haline gelmesine yol açtı. Eski ideolojik çerçevenin ve eski davranış alışkanlıklarının tekrarı, solu itici kıldı, inandırıcı kılamadı. Sol böylelikle toplumsal ve siyasal alanda etkisini yitirdi. Sol, 12 Eylül’ün yarattığı depremin altından çıkmak ve ilkin temel hak ve özgürlüklerini savunmak, pratik güncel ihtiyaçları karşılamak için, bu amaçla oluşturulan İnsan Hakları Derneği’nin çatısı altında buluşmuştu. İHD’ye gelen sol politik çevreler, insan hakları mücadelesine inandıkları için değil, fazlaca araçları ve imkânları da olmadığından, hayata tutunabilmenin, politika üretebilmenin zemini olarak gördükleri için buradaydılar. İnsan hakları kavramı solun gündemine, esasen 12 Eylül sonrasında, zorunluluklara bağlı bu yöneliş içinde girdi. Bu dönemde insan hakları mücadelesi sol için bir “araç”, bir “taktik mevzi“ idi. Bu ülkede insan hakları mücadelesinin ve düşüncesinin kendine özgü bir söylemi ve kadroları -daha önceden de- yoktu ve sosyalistler de insan hakları savunuculuğunu adete mağduriyetlerinden dolayı üstlenmişlerdi. Sol, kendisiyle ilgili veya kendi bildiği mağdûriyetleri gidermeye odaklanan bakış açısını aşamamış, böyece rejim tarafından daraltıldığı gibi kendisi tarafından da daraltılan insan hakları alanında, her toplumsal kesimde yankısını bulacak genişlikte bir mücadele programı oluşturamamıştır. SOL DARBEYLE HESAPLAŞAMADI Sosyalist solun hafızasında 12 Eylül darbesinden sonra yaşadığı travmanın izleri silinmemiştir. Aslında darbeden bir şekilde mağdûr olan bütün toplum kesimleri, yaşadığı travmayla yüzleşememiş, geçmiş ile hesaplaşamamıştır. Bu yüzleşmeyi yapamamış ve sorumlularını yargı önüne çıkaramamış bir ülkede, insan hakları ihlâllerinin ortadan kalktığı veya ciddi bir biçimde izlendiği, tepki gördüğü demokratik bir kültür yaratılamaz. Türkiye’de insan haklarının korunması ve demokrasinin geliştirilmesinin temel koşullarından birisi, 12 Eylül askerî darbesini yapanların yargılanması ve onların getirdiği 12 Eylül Anayasası’nın tümüyle değiştirilmesidir. BİLİNÇLİ DEĞİL ZORUNLU DEĞİŞİM …“Eğer insanların eşit, özgür yaşadıkları bir toplum için mücadele ediyorsak; her türlü sömürünün (insan-insan,insan-doğa) ve otoriter ilişkinin ortadan kalktığı bir yaşam özlüyorsak; İnsan hakları böylesi bir toplumsal projenin tanımlanmasında anahtar kavram rolünü oynayabilir. Bu nedenle insan hakları politik bir proje olarak düşünülmek ve örgütlenmek durumundadır.”1 Türkiye’de sosyalist solun insan hakları düşüncesini merkezine alan bir bakışa hiçbir zaman sahip olmadığını söyledik. Bu, politik programının bünyesinde, Türkiye’de yaşayan herkesin özgür ve eşit, barış ve kardeşlik temelinde yaşamını sürdürebilmesini gözeten bir insan hakları tasarımını toplumun önüne koymadığı anlamına gelir. Birçok alanda olduğu gibi insan hakları alanında da bütünlüklü bir yaklaşım geliştirilememiş, el yordamıyla, ilkesel ve etik değerlerden çok konjonktüre göre davranılmıştır. Ancak gelişen süreçte sosyalist sol içinde küçümsenmeyecek bir kesimin bu araçsal yaklaşımı sorgulamaya ve insan hakları mücadelesini kendi içinde önemsemeye başladığını biliyoruz. Ezberlerinde tuttukları yaklaşımlar, İHD çerçevesinde karşılaştıkları özgül insan hakları sorunlarına cevap vermeyince, insanlar yaklaşımlarından şüphe etmeye, sorgulamaya, eleştirmeye, ardından da değiştirmeye başladılar. “Nasıl bir insan hakları mücadelesi?”, “Nasıl bir İnsan Hakları Derneği?” soruları ortaya atıldı; her koşulda ve dünyanın her yerinde idama karşı çıkmanın, ezilen bireyin, cinsin, halkın, sınıfın hakları için mücadele etmenin, devletin ihlâllerinin yanısıra siyasal muhalif grupların yol açtığı insan hakları ihlâllerine karşı da tutum almanın birçok insan hakları savunucusu tarafından ilkesel olarak benimsenmesiyle sonuçlanan tartışmalar yürütüldü. Bu tartışmalar içinde solda insan hakları meselelerine farklı yaklaşımlar ortaya çıkarken, İHD tabanında ve yönetim organlarında ayrışmalara yol açtı. Türkiye’de solun özgün bir insan hakları yaklaşımının biçimlenmesinin aslında ilk kez bu süreçte gerçekleştiği söylenebilir. Bu tartışma ve ayrışmadaki tutumlar içinde, insan haklarını “burjuva ideolojisi” olarak nitelemeyi, insan hakları mücadelesini salt “araç” ve “taktik mevzi” olarak algılamayı sürdüren yaklaşım da vardır. Bu yaklaşım sosyalist solda kendisiyle düşünsel olarak hesaplaşmayan, eski örgütlenme biçimlerini koruyan ve otoriter karakterli geleneksel çizgiye denk düşmektedir. Bu yaklaşım, kendi anlatımıyla, şöyle özetlenebilir: “ …. Birey yok. İnsanlık tarihi ve insan toplumu var. Birey hakları ihlâl mi ediliyor? Kaynağı sömürüye dayalı olan sınıflı toplumlardır. Sömürüyü kaldır, sınıfsız toplumu inşâ yoluna gir. O zaman birey hakkı ihlâli de ortadan kalkar. Bireyin en özgür olduğu toplum ve olacağı toplum en fazla kollektif yaşam için de olduğu sosyalist toplumlardır. Bu gözardı edilirse,ağaçla uğraşa uğraşa orman görünmez ve anlaşılmaz olur.”2 Bu yaklaşım karşısında sadece şu soruyu gündeme getirmek yeterlidir: Yetmiş yıllık yaşanmış tarihe bakınca, sosyalist diye adlandırdığımız ülkelerde insan hakları ihlâlleri yapılmadığını söyleyebilir miyiz? Söyleyemiyorsak, bu anlayışta derin bir sorun var demektir. Ölüm cezasına karşı çıkmayan, “işkenceciyi asmayıp da besleyecek miyiz?” düşüncesini sol adına ileri süren, İHD’nin genel kurulunda kürsüde “devrimci şiddeti“ savunurken her türlü şiddete karşı çıkmanın “burjuva safsatası” söyleyip, kendisini “devrimci insan hakları savunucusu” olarak tanımlayanların konumunu nasıl tanımlamak gerekir? “Geçmişi olmayanın geleceğinin de olmayacağı” tezinden güç alan -ama neredeyse tüm gücünü ondan alan!-, geçmişi aşmak bir yana onun sıradan tekrarı olmaya çalışan bu dogmatik ve muhafazakâr düşünce ne kadar sol sayılabilir? Bunun karşısında duran yaklaşım, insan hakları mücadelesinin, nihaî anlamda insanın özgürleşmesi perspektifine dayandığını düşünen yaklaşımdır. İnsan haklarının gelişmesi ve korunması için insan hakları savunucularının çifte standarttan arınmış olması gerektiğini, insan haklarının yalnızca hukukî olarak değil aynı zamanda etik bir değer olarak, “her zaman, her yerde, herkes için” savunulması gerektiğini söyleyen yaklaşımdır. Ne var ki, bu yaklaşımı benimseyen sosyalistlerin de insan hakları mücadelesinin özgünlüğüne uygun bütünlüklü yaklaşımlar geliştirme konusunda yeterli derinlik ve açılıma ulaşabildiğini söyleyemeyiz. Şimdiki halde solun her zaman, her yerde, herkesin özgürlüğünü herkese karşı savunmaya çalışan, kendisini her türlü iktidar aygıtının karşısında konumlandıran, toplumdaki özgürleşme alanlarını genişletmeye çalışan, insanlığın tüm yabancılaşma kurumlarından arınmasını ütopya olarak kabul eden, egemen ve ırkçı kültüre alternatif olarak barışçı ve özgürlükçü bir yaklaşıma sahip olduğunu söyleyebilir miyiz? Hayır. Bunun nedeni solun öncelikle kendi tasarrufu altındaki toplumsal hayatta insan haklarının bir amaç olduğunu içselleştirmemiş olmasıdır. Aralarındaki yaklaşım farklarıyla sonuçta bu özgürlükçü eksende duran sosyalist kesimlerin tümüyle, insan hakları mücadelesinin aslen isimsizler mücadelesi olduğunun bilincine varmaması, kollektif özgür yaratıcılığı önemseyen bütünlüklü bir bakışa sahip olmamasıdır. Belirli bir dünya görüşünü ve yaşam biçimini temel alarak “öteki”ni dışlayan yaklaşımın dışına çıkmayı becerememesidir. Bunun en son ve çarpıcı örneği, solun önemli kısmının 28 Şubat’a karşı bakışındaki ve başörtüsü meselesindeki çifte standarttır. Ülkede insan hakları ihlâllerinin çok farklı alanlarda yaygın biçimde sürmesine rağmen, sol kendini tek -ya da en ayrıcalıklı!- mağdûr olarak algılamakta, farklı kesimlerin hangi insan hakları ihlâlleriyle karşılaştığını ve bunu nasıl algıladığını bilmemekte, bunu merak etmemekte, hattâ kendi sorunu çözüldüğünde ülkenin temel sorununun çözümlenmiş olacağına ilişkin safça bir inanç taşımaktadır. Sol, hak ve özgürlükler mücadelesinde enerjisini mağdûrlar ve onların çevresinden almıştır. İnsan hakları mücadelesini ağırlıklı olarak reddiyeci bir eksene oturtmuştur. “Yaşasın-kahrolsun” ikileminden dolayı sol genişletici ve bütünlüklü bir hak mücadelesi yerine günün talepleri üstünden ve savunmacı bir anlayışa mahkûm olmuştur. Düşünce üretimindeki yetersizlikle, sol, bu alanla ilgili ilkesel değerlerini, verdiği mücadeleden çıkarmaya çalışmaktadır. İnsan hakları, kalkınma reçetesi değildir, bölüşüm teorisi de değildir. Toplumsal hayatın özgürleşmesi için tarihsel koşulları değiştirmek isteyen bir özgürlük felsefesidir. Bundan dolayı insan hakları örgütleri doğrudan iktidarı hedefleyen kurumlar değildirler. İnsan hakları savunucuları politikalarını dillerini iktidara dönük bir uğraş olarak değil, otoriteyi dışlayan ve gerileten bir özgürleşme mücadelesi olarak algılamalıdırlar. Hem devletlerden, hükümetlerden bağımsız hem de hiçbir siyasî oluşumun doğrudan destekçisi olmayan, kendi özgünlüğünü ve bağımsız hattını sürekli güçlendiren bir politik hat tutturmaları gerekir. Bu yapılamamıştır. İnsan haklarıyla ilgili konularda mağdûrlara olan siyasî yakınlık ve uzaklığa göre tavır alan, bunu da otuz yıldır dilimize pelesenk ettiğimiz “somut şartların somut tahlili” ile izah eden geleneksel sol yaklaşımlar politik bir açılım sunmaz, bunlar yarını görmek değil, günü kurtarma çabasıdır. Solun insan hakları alanında güncel politik gelişmelere göre yaklaşım geliştirmeye çalışması, insan hakları felsefesine özgü bir hat geliştirmekten kaçınanların sık sık başvurduğu bir suçlamayla, “sol söylemli liberal insan hakları” noktasına itilmenin asıl sebebi olmaktadır. Sosyalist sol, insan hakları alanında, siyasî yakınlığa-uzaklığa göre tavır alan, bu alandan gündelik siyasal çıkar sağlamaya yönelen, insan haklarını sosyalist mücadelede salt taktik bir imkân olarak gören yaklaşımla hesaplaşmasını ertelememelidir. İnsan hakları düşüncesinin, mücadelesinin ve örgütlerinin özel ve özerk hattının oluşması, yalnızca bugünün değil, yarınki sosyalist toplumun da sigortasıdır. Bu yaklaşımın “ezilenlerden yana taraf olmadığı” itirazı, “arabayı atın önüne koşmaktan” başka bir şey değildir. Hakları ihlâl edilenlerin mağdûriyetini dile getirmek ve toplumun tüm kesimlerine objektif olarak duyurmak başka şey, kendini mağdurun yerine koyarak onun siyasî sözcüsü olmaktan başka bir şeydir. 11 Eylül sonrasında, insan haklarının uluslararası düzeyde korunması umudu hasar gördü. Ne yazık ki, bugün dünyada insan haklarına global düzeyde koruma sağlayabilecek samimiyette herhangi bir uluslararası organ görünmüyor. 11 Eylül sonrası, dünyada insan hakları ihlâllerinin önemli ölçüde küresel bir ekseninin mevcut olduğunu da açığa çıkarttı. Bu ortamda İHD, enternasyonalist bir yaklaşımla dünyanın başka bölgelerindeki insan hakları ihlâlleri karşısında dayanışmacı bir duyarlılık ve bu temelde uluslararası ilişkiler geliştirememenin eksikliğini iyice hissetmektedir. YENİ DÖNEM YENİ SORULAR Türkiye’de sosyalist sol insan hakları düşüncesini merkeze alan bir bakışa hiçbir zaman sahip olmamıştır. Bunun ardında, solun düşünsel silsilesinde şiddet, militarizm, savaş vb. konularında kendisiyle hesaplaşamaması yatmaktadır. Sol, bunları temelden eleştiren bir politik kültür üretememiştir. Sol çevrelerde eylemi kimin yaptığına bakarak değerlendirme yaklaşımı da buna bağlıdır. Kim kime yaparsa yapsın işkence kötüdür, şiddet uygulamak kötüdür… diyememek, demekte zorlanmak, buna bağlıdır. Şiddetin devrimcisi, savaşın devrimcisi olabilir mi? İnsan haklarını ilkesel olarak savunduğunu söyleyen kimi sol çevrelerde bu ve benzeri konularda çifte standartlar hâlâ mevcuttur. İnsan hakları örgütlerinin ve onlarla ilişkisi içinde solun açmazlarından bir tanesi de pragmatizmdir. İnsan hakları savunucuları, araçların amaç yerine geçmesine, araçların amaca uygunluğunun denetlenmemesine hattâ “politik yarar getiriyor” düşüncesiyle amacı kirleten noktaya gelmesine kayıtsız kalamazlar. İnsan hakları örgütleri, kendi tabanının eğilimine göre politika belirlemeyi seçmemek, ilkelerine ve amaçlarına uygun bir mücadele hattını tutturmak zorundadırlar. İHD’nin geçen onaltı yıllık süreçte el yordamıyla da olsa geldiği nokta itibarıyla yalnızca hak ihlâllerine karşı mücadele etmekle kalmamasının, pozitif düzlemde yeni hak taleplerini gündeme getirmesinin, insan hakları mücadelesinde evrenselliği yakalamasının ve yeni perspektifler geliştirmesinin zamanı gelmiştir. İnsan hakları mücadelesi ucu açık ve dinamik bir süreçtir. İHD son genel kurulunda faaliyet alanını yeniden ve net tarif etme çabasına girdi. Bugün örgütün faaliyet alanı daralmış, faaliyet yürüttüğü alanlarda da gündem oluşturmakta yetersiz kalmış durumdadır. Son genel kurulda İHD, tarihsel gelişimi içinde benimsediği ilkesel yaklaşımlarını tüzüğüne “amaç ve ilkeler” olarak kaydetmekle, yeni ve önemli bir adım attı. Bu, insan hakları savunucularını ilkesel ve etik bir yükümlülük altına sokmak bakımından çok anlamlıdır. Böylelikle İHD üyeliğinin ve insan hakları savunuculuğunun, herhangi bir solcu ya da sol çevre olarak herhangi bir “demokratik kitle örgütünde” kalabalık oluşturma işlevinden farklılaşması gerekecek. İHD üyelerinin ve insan hakları savunucularının gerçekten insan hakları savunucusu olmaları ve bunun sorgulanabilir olması gerekecek. Bu değerlerin İHD üyeleri tarafından bir bütün olarak ne kadar benimsenip içselleştirdiğine ilişkin bir sınavdır bu. Bugün dünyasal ölçekte oluşturulmuş insan haklarının ve temel özgürlüklerin evrensel, bölünmez, devredilmez ve karşılıklı birbirlerine bağlı olma niteliğini mutlaka hesaba katarak ama bunun yanında kendi ütopyalarımız doğrultusunda var olanla yetinmeksizin, insanın özgürleşmesinin etikini nasıl yaratacağız? Mesela, sonuçta verili toplumun ve insanın üzerindeki sömürünün devamını sağlayan mülkiyet hakkına insan hakları bağlamında nasıl yaklaşacağız? Eğer insanlığın kurtuluşu toplumsal bir sorunsa burada bireyin rolü ne olacak? Önümüzdeki dönemde insan hakları savunucuları güncel insan hakları ihlâllerine karşı mücadele verirken kendi değerleri üzerine de soru sormayı, bunlar hakkında şüphe etmeyi, eleştirmeyi, hepsinden önemlisi kendi kamusal dilini oluşturmak için çaba içinde olmayı başaracaklar mı? İnsan hakları mücadelesi nihaî anlamda insanın özgürleşmesi mücadelesidir. Sol bugün var olan egemen değerlere karşı dururken, muhalif olmaya çalışırken, resmî ideolojinin yarattığı psikolojinin de dışında durmalıdır. Resmî ideolojiden farkını kullandığı araçların ve gösterdiği hedefin farkına indirgeyen bir sol, o kadar da “farklı” olmayacaktır! Solun gerçek farkı insana ve ütopyalarına en yakın konumlanmasıyla olanaklıdır. Sorun iktidar olmak değildir.
1 Taner Akçam, İnsan Hakları ve Marksizm, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. 2 “İnsan Hakları Tarihi Sınıf Mücadelesi Tarihidir” isimli broşür. |
-Bu yazı Birikim Dergisinin Ocak 2003 sayısından alınmıştır.