Aslında her şey soğuk savaş sonrası Batının yeni bir egemenlik arayışının sonucu olarak gelişti. Bu son, yeni bir başlangıçtı. “Düşman Sosyalist Blok” çökmüş; liberal demokrasi ve kapitalizm, kendisini tarihsel evrimin son halkası ilan etmişti.1 Ne var ki bu diskurun reel-politikte karşılığı olmadığını propagandistlerin kendisi bile çok iyi biliyordu. Yetmiş yıllık sosyalist bloğun çöküşü, milyonlarca yıllık evrim sürecinin ve canlı insan toplumunun çelişkilerinin de sonu olamazdı, olmadı da. Çözülen sadece karşıtına benzeyen bir uygulamaydı; yoksa düşünce-sistem değildi. Nitekim kendisini uyarlama kabiliyeti ile ayakta tutan kapitalist hegemonya, çatışmacı tezlerini icat etmekte pek de gecikmeyecekti.2 Şimdi hedef tahtasında çözülen sosyalist-devrimci bloğun bölgesel temsiliyetleri vardı; dizayn-savaş, global değil bölgesel ölçeklerde seyredecekti. Yerel-bölgesel operasyonların amacı da yetmiş yıllık reel sosyalist deneyimin ulaştığı “kutup” mertebesi riskini düşürmekti özünde. Kutup, sistem demekti. Aşama aşama bölgesel tasarım girişimlerinden “küresel düşman-terörizm” söylem-politikasına geçişin ilk operasyonu Ortadoğu; ilk muhatabı da Öcalan olacaktı. Çünkü Öcalan, bir sistem arayışçısı ve kurucusuydu.

Kendi tabiriyle “Ortadoğu’da oyunu bozan adam”3 olan Öcalan, ‘oyunu kurmaya’ da adaydı. İşte Kürt toplumu şahsında bir halklar kırımını hedefleyen uluslararası komplonun ilk hamleleri de 90’lı yıllarda bu hakikati hedefleyerek atılır. Hem de kendi hukuklarını bile çiğneyerek! Makale, bu uluslararası haydutluk serüvenindeki hukuk korsanlıklarına eğilecektir.

Adım Adım Komplo (Komplonun Basamak Taşları)

Yıl 1994; ABD Başkanı Clinton, Ekim ayında 1973 yılından sonra Şam’ı ziyaret eden ilk ABD Başkanı olur. Yirmi bir yıl aradan sonra yapılan bu ziyaretin başlıca konularından birisi ‘Öcalan meselesi’dir. Her ne kadar “Ortadoğu’da kapsamlı barışa ulaşılması”4 gibi genel bir ifadelendirme ile geçiştirildiyse de, Şam’daki dört saatlik Bill Clinton-Hafız Esad görüşmesinin üç saati Öcalan hakkındadır.5 Ve bu ilk adımla Öcalan, “Ortadoğu barışı”nı tehdit eden bir aktör olarak hedeftedir artık. ABD’nin arabuluculuk ya da ikili çatışmalara barışçıl çözüm adı altında özellikle Ortadoğu merkezli yürüttüğü bu 20. yüzyılın son atakları6, yeni bin yılın savaşının da alt yapısını oluşturma amaçlıdır.

Çok geçmez; görece “barış” iklimine bir başka bahar eklemlenir. “Muzaffer” Batı bloğunun Ortadoğu’daki uç karakolu olan iki devleti; Türkiye ve İsrail, 23 Şubat 1996 tarihinde askeri ve eğitim işbirliği anlaşmasıyla7 ilişkilerini stratejik ortaklık seviyesine ulaştırır. Tüm karşıtlık propaganda ve görüntülerine rağmen, varlıklarını Batının hegemonik iktidarına bağlı kılma gibi önemli bir ortaklığı olan iki devletin, soğuk savaş sonrası değişen dengelerin de tetiklediği üzere (özellikle Türkiye açısından8), aralarındaki kimi pürüzleri bu ve benzeri anlaşmalar ile gidermeleriyle, ABD-İsrail-Türkiye ittifakı Ortadoğu bağlamında tamamlanacaktır. Suriye için çember daralmıştır artık. Hatta bu dönemlerde CIA’nın Şam ‘a giderek Suriye yetkililerine bir paket sunduğu belirtilir. Bu paketin içindeki hediye bellidir: Öcalan!

Yeni küresel-savaş için eskinin savaşı üzerine kurulan dengeler bir bir bozuluyordu. Sıra şimdi Türk-Yunan ilişkilerindedir. Kıbrıs ve Ege suları üzerinden güncellenen krizin ABD açısından bir hükmü kalmamıştı artık. Dönem operasyon dönemiydi ve eskinin dargın-gergin komşularının artık ilişkilerinde yumuşaması-yakınlaşması gerekiyordu. Görev, Papandreu9 sonrası başbakanlığa getirilen Kostas Simitis’e nasip olur. Tarihler 9 Nisan 1996’yı gösterdiğinde (saat 11.00), Yunan başbakan Kostas Simitis ile ABD başkanı Bill Clinton arasında, Washington Beyaz Saray’da gizli bir görüşme gerçekleştirilir. “Bir Toplantının Tutanakları” başlığını taşıyan “Özel-Gizli” ibareli bu belge, Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilerin değerlendirildiği10, Simitis’in ABD’nin bölge politikalarını desteklediği ve PKK’ye karşı Türkiye ile işbirliğine açık olduğu bilgilerini içeriyordu.11

Tüm bu ikili görüşmeler ve anlaşmaların Öcalan’a doğrudan ilk yansıması çok geçmeden gerçekleşir. Takvim yaprakları 6 Mayıs 1996’yı gösterdiğinde Suriye’nin başkenti Şam’da, Öcalan’a bomba yüklü bir araçla suikast girişiminde bulunulur. Artık açıktan hedeflendiğinin farkındadır PKK lideri.12

Öcalan’a ve hareketine yönelik mesajlar daha doğrudan ve net verilmektedir. Çemberin daraldığı bu mesajlarla barizdir. Şam suikastının üzerinden çok geçmeden Türkiye ile son dönemlerde birlikte iş tutan -özellikle askeri-istihbarat alanında- İsrail, kendi tarihinde ilk defa PKK’yi hedefleyen bir açıklama yapar; “Mayıs 1997’de, Erbakan hükümeti savunma bakanı Turhan Tayan, İsrail ve egemenliğindeki Golan tepelerine bir ziyarette bulundu. Bu zamana kadar, kendileriyle herhangi bir anlaşmazlık içinde bulunmayan Kürt grupları aleyhine beyanda bulunmayı açıkça reddeden İsrail, Turhan Tayan’ın ziyaretinin ardından farklı bir tavır takınmaya başladı. Turhan Tayan’ın ziyaretinden birkaç gün sonra Türkiye televizyonlarında bir beyanda bulunan Netanyahu, ilk defa açıkça Kürtler aleyhinde bir tavır sergileyerek, Kürt devleti düşüncesini reddedip PKK’yi kınadı. Netanyahu devamla konuşmasını şöyle sürdürdü: ‘Türkiye PKK’nin terörist ataklarından çok çekmiştir ve biz PKK terörizmi ve İsrail’in maruz kaldığı terörist saldırılar arasında bir fark görmüyoruz.’” (Abdullah Kıran/ Birikim Dergisi Sayı: 140 – Aralık 2000)

21. yüzyılın ilk yıllarındaki Irak işgali ve IŞID barbarlığına kadar sonuçlar doğuracak hegemonya ve bölge ulus-devletleri arasındaki anlaşmalar sağlanmış, sıra operasyonun Kürt ayağına gelmiştir. Artık temel mesele, Ortadoğu merkezli post modern Üçüncü Dünya Savaşının13 daha şimdiden merkezinde yer alacağı kesinleşen Kürtlerin içinden tercih edilecek, partner yapılacak siyasal eğilimlerinin netleştirilmesidir. 9 Ekim çıkışı arifesinde; Öcalan’ın Suriye’de olduğu bir dönemde, KDP lideri Barzani Ankara’ya çağrılır. Kendisinden PKK’ye karşı savaş ile Amerika, İngiltere’nin de dâhil olduğu Ankara sürecine14 bağlılık sözü alınır. Ancak Ankara sürecinde, Türkiye’nin her koşuldaki Kürt oluşumu karşıtlığından15 rahatsızlık duyan ABD, sürece el koyar ve KDP-YNK liderleriyle Washington görüşmelerini başlatır. 17 Eylül 1998 tarihinde Washington Kürt Otonomi Antlaşmasıyla Irak’ın federatif temelde reforme edilmesi konusunda mutabakata varılır. Kesinkes bu anlaşmadan rahatsız olacağı düşünülen Türkiye’ye de PKK konusunda, “Kuzey Irak topraklarını kullanarak Türkiye’nin güvenliğini tehdit etmesine kesinlikle izin verilmeyeceği ve PKK’ye barınak sağlanmaması, üs verilmemesi, sınır ihlallerinin önlenmesi” gibi çok net ifadelerle göz kırpılıyor. Klasik sopa-havuç politikası bir kez daha Kürt-PKK-Öcalan düzleminde hayat bulmaktadır. Hatta “Gizli Kürt Anlaşması” başlıklı 2 Ekim 1998 tarihli Hürriyet gazetesi haberine göre, “PKK’nin bölgeden atılması konusunda her iki Kürt liderin görüş birliğine vardığı” konusunda çok net kararlaşmalara gidilir. Sonuç itibariyle Öcalan’ın payına bir kez daha tasfiye düşer. Böylece ABD’nin Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması planının Kürt ayağı da sağlama alınarak, Ankara’nın Suriye’ye karşı daha da sertleşmesinin zemini yaratılır.

Tablo netleşmiştir; yeni dönem “Amerikan müdahaleciliği”16, küresel politikalarının üssü olacak Ortadoğu’yu “koruma” karşılığında, bölgesel ulus-devletleri belirli tavizler ve hediyeler çerçevesinde politikalarına uyarlayacaktır. İlk “insani müdahalesini”17 de Suriye üzerinden Öcalan’a karşı yapacaktır; 9 Ekim 1998 tarihine denk gelen günlerde NATO, Suriye sınırında bulunan İskenderun’da kapsamlı bir askeri tatbikat başlatır. Yirmi bir gün süreyle devam eden tatbikata iki bin beş yüz kişilik ABD askeri personeli de katılır. NATO güçleri tatbikat gereği ‘sarı ülke’ olarak adlandırdıkları bir ülkeye (Suriye’ye) operasyonlar düzenlerler. Bu tatbikat vesilesiyle Amerikan donanmasına ait savaş gemileri ve gelişmiş füzeler, Doğu Akdeniz’de Suriye sınırına kaydırılır. Aynı günlerde İsrail de Golan bölgesine askeri güç yığar, ama bu tatbikat değildir. Buna paralel olarak Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş ve Cumhurbaşkanı Demirel’in Suriye’yi ve Öcalan’ı hedef alan sert açıklamaları gelir. Bu açıklamaların ardından, Hatay’dan Şırnak’ın Cizre ilçesine kadar uzanan 618 kilometrelik Suriye sınırına birlikler kaydırılır ve Türk Hava Kuvvetleri’ne bağlı Diyarbakır ve Malatya hava üslerinde de uçaklara kırmızı alarma geçiş niteliği taşıyan turuncu alarm verilir (son Rusya krizinde tanık olduğumuz üzere). Ve böylece ABD-Türkiye-İsrail üçlü kıskacı, Suriye’yi zorlayacak raddeye ulaşır. Yetinilmez; ABD, Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması için birçok diplomatik kanal üzerinden etkili olmaya çalışır; “ABD, Türkiye lehine Mısır ile Suudi Arabistan nezdinde diplomatik girişimde bulunarak Suriye’ye kuvvetli baskı uygulanmasını istedi.” (Milliyet, 08.10.1999)

Yıllar içerisinde adım adım örülen çemberin daralması ve Suriye’nin artan baskıyı kaldıramayacağının anlaşılması üzerine Öcalan, 9 Ekim 1998’de Suriye’yi terk ederek, önce Yunanistan, ardından Rusya ve İtalya’da devam edip tekrar Rusya ve Yunanistan üzerinden Kenya’da noktalanan bir yolculuğun içine girecektir. Anlatıldığı üzere başından sonuna, bir küresel hegemonik hamlenin sonucu olan bu çıkışta ve sonrası gelişen komploda, ABD birinci elden rol sahibidir. İtiraf çok gecikmeyecektir; Clinton’ın danışmanı Antony Blinken, CNN TÜRK’de yayınlanan programında müteveffa Mehmet Ali Birand’a şunları söyleyecektir: “Ben Clinton’a her gün, dakika dakika Öcalan ile ilgili gelişmeleri aktarıyordum.”

Komplonun Hukuku, Hukukun Komplosu

Girişte de belirtildiği üzere Öcalan ve Kürt Hareketi etrafında seyreden bu gelişmeler, soğuk savaşın ardından ABD’nin dünya hegemonik inşa hamleciliğinin pratik adımlarıdır. Ancak günümüzde ortaya çıkan Ortadoğu merkezli Dünya Savaşı hali, ABD’nin düzen değil; düzensizliğin mimarı olduğunu tekrardan çok yalın bir şekilde gözler önüne seriyor. Hegemonik çıkarlar temelinde yapılan ABD’nin “insani müdahaleleri”, bölgede milyonlarca insanın ölümüne yol açan bir insanlık trajedisi doğurdu-doğuruyor. Haliyle bölgesel işbirlikçileri olan ulus-devletler de “büyük biraderin” izinden giderek, bu trajediye ortak olmuşlardır.18

Büyük savaş (“düzenin” savaşı), söz konusu olduğunda hegemonya ve yerel-bölgesel müttefiklerinin kendi hukuk düzenlerini nasıl göz ardı ettiği de çarpıcı bir şekilde ortaya çıkıyor. Aslında hukuk, hukuksuzluğun kılıfı oluyor. 20. yüzyılın son çeyreğinde sadece Bölge-Kürtler-PKK ve Öcalan bağlamında ele alınan ve ana hatlarıyla çok azını ifade ettiğimiz tüm bu anlaşmalar, bugün düzen mi getirdi coğrafyamıza? Elbette hayır; çünkü ‘egemen’ olan, “hukuk-insan hakları” temelinde iş gördüğünü iddia ede dursun; aralarındaki her yeni protokol, uzlaşma ve işbirliği kendi yarattıkları “hukuki düzeni” de alaşağı etmeye en büyük aday haline geliyor. Kendi hukuk düzenlerini hor görenler19, muazzam ideolojik aygıtlarıyla “barbar” olarak adlandırdıkları halkları, “hukuksuz, düzene aykırı, terörist” gibi söylemlerle tu kaka etmeye birebirdirler. İçerde ve dışarda başta şiddet kullanma tekeli olmak üzere tüm yetkileri-hakları devletlere tanıyan modern hukuk, bu yönüyle Marksist filozof Althusser’in de belirlediği üzere, devletin hem baskı aygıtı hem de ideolojik aygıtı olarak önemli bir rol oynar günümüzde.20 Baskı aygıtıdır, çünkü kendi egemenlik sahasının dışında duranlara ve buna itiraz edenlere “zor kullanarak”21 işler; ideolojik aygıttır, çünkü bu zor kullanımını, “hukukilik” ideolojisini yayarak kitlelerin algısında doğal-nizami ve meşru kılar.22 Rıza üretiminin biricik alanı olan hukuk, bahsedilen işlevleriyle Öcalan komplosu-davasında da rolünü layıkıyla oynamış ve oynamaya devam ediyor. Şöyle ki;

  1. Mültecilerin Statüsüne İlişkin 1951 Sözleşmesi ve 1967 Protokolü Bağlamında

Öcalan, 9 Ekim Suriye çıkışı sonrasında sırasıyla; Yunanistan, Rusya, İtalya; tekrar Rusya, Yunanistan ve Yunanistan Kenya Büyükelçiliğine gerek sözlü gerekse yazılı olarak sığınma başvurusunda bulunur. Her defasında muhatapları devlet görevlileri olsa da bu başvuruları resmi olarak işleme konmaz. Özellikle İtalya ve Yunanistan Kenya Büyükelçiliğine yapmış olduğu başvurular yazılıdır. Bilindiği üzere İtalya, Öcalan Türkiye’ye teslim edildikten sonra başvurusunu kabul eder.

Özellikle Yunanistan açısından çarpıcı bir durum vardır ki, o da şudur: Suriye’den Yunanistan’a ayak bastığı 9 Ekim’den, kaçırıldığı 15 Şubat’a kadar Öcalan’ın yanında hep Yunanlı resmi görevliler vardır.23 Yine gittiği her ülkede resmi görevliler kendisini karşılar ve bu görevlilerin ya doğrudan ya da bakan-başbakanların24 bilgisi dahilinde tahsis ettiği yerlerde barınır. Böylesine resmi ve en üst düzeyde dahiliyete rağmen, Öcalan hakkında “Mültecilerin Hukuk Statüsüne İlişkin 1967 Protokolü”nün 2/1. maddesince25 Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği ile işbirliği yapma zorunluluğu başta olmak üzere herhangi bir resmi işlem yapılmaması (İtalya hariç, tutuklama bile!26), gerek ilgili ülkelerin iç hukukunun gerekse uluslararası hukukun ihlalidir. Yasa tanımaz bu hal, mültecilik hakkında ilk uluslararası sözleşme olan “Mültecilerin Statüsüne İlişkin 1951 Sözleşmesi”nin Madde 1A (2)’de “…ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen her şahıs…” şeklinde tanımlanan mültecilik durumunu da görmezden gelmiştir. Öcalan’ın Suriye’de uluslararası bir tehdide maruz kalması, özellikle can güvenliği açısından ciddi riskler doğurmuştur. Özellikle o dönem Türkiyesinde idam cezasının yürürlükte olması, Öcalan’a gittiği her ülkede 1951 sözleşmesi uyarınca işlem yapılmasını gerektirmekteydi. İlgili devletler, özellikle sözleşmenin “Devletlerin Yükümlülükleri” başlığında “Sınırdışı Edilme” koşullarını düzenleyen 32. madde27 ve “Geri Göndermeme” yükümlülüğünü içeren 33-1. maddeye28 aykırı hareket etmişlerdir. Özellikle Yunanistan, Öcalan’ı 32. maddede düzenlenen “Ulusal güvenlik veya kamu düzeni sebebiyle” sınırdışı ettiğini savunur. Ancak Yunan devletinin burada hasıraltı ettiği bir gerçek var ki, o da Öcalan’ın sözlü-yazılı başvurusunu işleme bile koymadığı ve adeta bir korsan gibi hem kendi sınırları içerisinde hem de ülkeler arası dolaştırdığıdır. Örneğin Öcalan’ın ilk Yunanistan girişi için (buradan Rusya’ya gönderilmiştir) geçerli bile olsa bu durum (sınırdışı etme), ikinci Yunanistan girişinde geçerli değildir. Çünkü Öcalan, ikinci defa Yunanistan’a geldikten sonra yine Yunanlı görevlilerce Kenya Yunanistan Büyükelçiliğine gönderilmiştir. Yani teknik olarak Öcalan Yunanistan topraklarını hiç terk etmemiştir. Akla hemen “Öcalan Kenya topraklarından kaçırılmadı mı?” sorusu gelebilir. Cevabımız da çok net bir şekilde “Hayır!” olacaktır. Kamuoyunun yaygın bilgisinin aksine Öcalan, uluslararası hukuka göre Yunanistan toprakları sayılan Yunanistan Kenya Büyükelçisi Kostoulas’ın resmi konutunun bahçesinden kaçırılmıştır. Öcalan, 15 Şubat 1999 akşam saatlerinde zor ve tehditle büyükelçinin evinin bahçesine çıkarılmış ve bahçede araçlarıyla bekleyen Kenya polislerince kaçırılmıştır. Bu ayrıntının iki önemli boyutu var: Birincisi Öcalan, direkt Yunanistan topraklarından Türkiye’ye kaçırılmış oluyor; ikincisi Kenya polisi Yunan topraklarına operasyon yaparak Öcalan’ı kaçırıyor. Tabi bu ikinci hal, tek taraflı bir operasyon olarak değerlendirilirse doğru olmaz; Öcalan elçinin evinden Yunanlı yetkililer ve Kenya istihbarat şefinin ortak çabalarıyla bahçeye çıkarılıyor. Burada Yunan makamlarının rızalarının hilafına bir durum yoktur, tersine; bir plan dahilinde işlemektedir her şey. Böylesi bir teslim ediş, sözleşmenin 33. maddesinde anılan “…hayatı ya da özgürlüğü tehdit altında olacak ülkelerin sınırlarına, her ne şekilde olursa olsun geri göndermeyecek veya iade (“refouler”) etmeyecektir.” düzenlemesi icabınca Yunanistan devletine sorumluluk yükler. Sonuçta Öcalan, o günün koşullarında (bugün de yabana atılır bir ihtimal değil) hayatı tehdit altında olan Türkiye’ye gönderildi. Özgürlüğünün tehdidinden hiç bahsetmiyoruz bile; sonuç, on sekizinci yılına giren esaret!

  1. Dublin Sözleşmesi Bağlamında

15 Haziran 1990’da imzalanan, 1997 yılında yürürlüğe giren Dublin Sözleşmesi Avrupa Birliğine Üye Devletlerden birinin egemenlik alanında bir üçüncü ülke vatandaşı tarafından yapılan sığınma başvurusunu inceleme sorumluluğunun hangi Üye Devlete ait olduğunu belirlenmesine hizmet eder. Birden fazla sığınma başvurusu yapan Öcalan için de bu sözleşme geçerlidir. Sözleşme birbiri ardına ve birden fazla ülkede yapılmış sığınma başvurularının yalnızca bir üye devlet tarafından işleme konmasını amaçlar. Bu durumda “dolaşan sığınmacı” konumundaki Öcalan için İtalya, Rusya ve Yunanistan’ın sorumlu olduğunu belirtmek zor olmasa gerek. Sözleşme, sığınmacının ilk giriş yaptığı Avrupa Birliği ülkesini sorumlu tutmakla beraber, sığınmacı tarafından bir başka üye ülkeye başvuru yapılması durumunda başvurulan ülkeler arasında işbirliğini önerir. Öcalan bağlamında özellikle Yunanistan’ın sorumluluğu bariz bir şekilde orta yerde durmakta. Yunanistan, ülkesine ikinci girişinde, Öcalan’ı iltica başvurularının olduğu İtalya ya da Rusya’ya göndermek yerine ülkesinin Kenya Büyükelçiliğine göndererek ve iltica başvurusunu işleme koymadan fiili bir şekilde orada tutarak sözleşmenin açık ihlalinden sorumludur.

  1. Avrupa’nın Hukuk Çarkı ve Almanya’nın Sorumluluğu

Öcalan’ın İtalya’da bulunduğu ilk dönemlerde Avrupa Birliği Konseyine üye ülkeler, İtalya ile işbirliğini öngören karar tasarılarına imza atarlar. Ancak artan ABD baskısı karşısında, sorunun çözümü için önceleri dile getirilen uluslararası mahkeme ve Kürt Konferansı önerilerinden geri adım atacaklardır. Avrupa böylece Kürt sorunu, PKK ve Öcalan olgusunu “terör” kavramı içine hapseden ABD çizgisine çekilecektir. ABD’nin baskısıyla 1998 yılı Aralık ayı içinde toplanan AB Konseyi Delegeler Komitesi, Kürt sorununun siyasal ve demokratik çözüm boyutunu bir tarafa bırakacak ve meseleyi ‘Avrupa Terörle Mücadele Sözleşmesi’ çerçevesinde ele alan karar tasarısını kabul edecektir. Ancak Öcalan-PKK ve nicelerine yapılan bu “terör suçlusu” muamelesi, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) Genel Kurul kararıyla daha sonra hukuken geçersiz ilan edilecektir. 24.01.2008 tarihinde toplanan AKPM, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği’nin “terör listesi” belirleme yöntemini, ‘anti demokratik’ ve ‘keyfi’ olmakla eleştirir. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin, terör listeleri uygulamasını incelemekle görevlendirdiği Avrupa Konseyi’nin Raportörü İsviçreli hukukçu Dick Marty, hazırladığı raporunda BM ve AB’yi hukuk dışılıkla suçlar.29 Ayrıca Lahey Adalet Divanı da Nisan 2008’de PKK’nin savunması alınmadan tek taraflı olarak AB Terör Örgütleri listesine alınmasına ilişkin kararın hukuka aykırı olduğuna hükmeder. Bu durum, Avrupa Konseyinin daha önce Öcalan hakkında aldığı “terör suçlusu” kararının ABD baskısı altında alınmış politik bir karar olduğunu göstermektedir. Bu hukuk dışı kararda verilmek istenen mesaj açıktır; Öcalan Avrupa’da ya bir “terör” suçlusu gibi yargılanmayı kabul edecek ya da Avrupa’yı terk edecektir. Zira söz konusu tasarıda Öcalan’a dönük bu mesajın yanında ayrıca yerine getirilmesi imkânsız şartlar da ortaya konuluyordu. Buna göre, Öcalan’ın durumunun Avrupa’da ele alınabilmesi için Türkiye’nin işbirliği yapması ve bir Avrupa ülkesinin, Öcalan’ın durumunu kendi ülkesinde kurulacak bir ülkede ele alınmasını kabul etmesi şartlarına bağlayacaktı ki, bu şartlar da objektif olarak yerine getirilmesi mümkün olmayan şartlardı. Çünkü Türkiye’nin böyle bir işbirliğine gelmeyeceği açıktı. Dolayısıyla amaç Öcalan’ı Avrupa toprakları dışına çıkmak mecburiyetinde bırakmaktır. Öcalan sonraları bu konuyu, “Avrupa benim yasadışı yollarla Kenya’ya kaçırılmama destek vermiştir. Çünkü Avrupa da kalsaydım bana Avrupa hukukunun uygulanması gerekiyordu.” şeklinde yorumlar. Avrupa Konseyi böylece ABD’nin Öcalan’ın Avrupa toprakları dışına çıkarma planına hukuk dışı destek vermekle, “tarihi rolünü” bir kez daha oynar.

Öcalan’ın kendi ülkelerinde bulunduğu dönemde baskılar karşısında bunalan İtalya Hükümeti, Avrupa’da başka ülkeler bulmak için arayışlara girer. Bir ihtimal vardır; Öcalan kendisi hakkında yakalama ve tutuklama kararı verilen bir Avrupa ülkesine gönderilebilir. Bu durumdaki tek ülke, PKK’yle mücadeleyi uluslararası arenada en etkili şekilde yürütmüş olan Almanya’dır.30 Tam da bu sıralar Almanya, Öcalan hakkında daha evvel aldığı ‘iade zorunluluğu’ içeren tutuklama kararını, ‘amacı iade olmayan’ bir tutuklama kararına çeviriverir. Böylece Öcalan’ın Almanya’ya iade edilme ihtimali ortadan kaldırılmasıyla Avrupa bir kez daha komplo hukukunu devreye sokuyordu. Öcalan Almanya’nın bu alelacele kararını Uluslararası Komplo-Atina Savunması kitabında şöyle yorumlar: “…Almanya, komplo sürecinde de hukuki ve insani sorumluluğundan kaçarak bana dağ yolunu göstermişti. Bir başka deyişle, Alman politikasının komplodaki rolü, bizi Avrupa’ya sokmamaktı. Denilebilir ki, Avrupa kapılarını bana Almanya kapattı.” Almanya’nın bu hamlesiyle belki de Öcalan’ın uluslararası yargılanma talebi sukut ediyordu.

  1. CIA’nın Gizli Uçağı, Uçan Cezaevleri Gerçeği ve İlk Guantanamo

Öcalan, 2 Şubat günü kendisini Kenya’ya getiren uçağın bir CIA uçağı olduğunu iddia etmektedir. Özellikle Yunanistan’ın Korfu Adasındaki olaylar silsilesinin ayrıntılarına bakıldığında yabana atılır bir iddia olmadığını görüyoruz.

Öcalan, Atina’dan Minsk’e bir Yunanistan uçağı ile getirilmiştir. Mevcut gelişmelerden şüphelenen Öcalan, her türlü ısrara rağmen Minsk havalimanında bekleyen uçağın içinden çıkmaz. Bunun üzerine uçak tekrardan 31 Ocak’ı 1 Şubat’a bağlayan gece saat 04.00 sularında Atina’ya, oradan da Korfu Adasına getirilir. Burada Öcalan bir kez daha iltica talebinde bulunur ama bu talebi yine işleme konulmaz. Korfu’da bir mahkeme kararına dayanmadığı halde yasa dışı şekilde tecrit muamelesi gören Öcalan, kendi imkânları ile ülke dışına çıkmayı teklif etse de kabul edilmez.31 Bu sırada Öcalan’a bir Afrika ülkesi üzerinden Güney Afrika’ya götürüleceği bilgisi verilir.32 Afrika’ya gideceği söylenen uçağı Yunanistan dışişleri bakanı Pangalos hazırlar. Hiçbir resmi kaydı olmayan bu uçağa binmek için hareket edilir. Ancak çok ilginç bir şekilde havalimanı içinde ve uçağa metreler kala Öcalan’ı taşıyan aracın şoförü değişir ve yeni şoför, sözde Öcalan’ı Afrika’ya götürecek özel uçağın kanadına çarpar.33 Korfu’da “kaza” nedeniyle devre dışı kalan uçağın yerine İsviçre’nin Zurich kentinde JET-CLUB uçak şirketinden kiralanan ve CIA’ye ait olduğu tahmin edilen bir uçak getirilir. Bu uçak, Öcalan’ı 2 Şubat gecesi saat 5.30’da Yunanistan’ın Patras şehrinden Kenya’ya götürmüştür. Ancak uçağın numarası, bayrağı, nereye ait olduğunu gösteren zorunlu işaretleri yoktur ve halen de kime, nereye ait olduğu kanıtlanamamıştır. Öcalan, 2 Şubat günü 11.00 sularında Nairobi havalimanına inen bu uçağın NATO’ya; büyük ihtimalle de CIA’ye ait olabileceğini belirtmiştir. Öcalan’ın bu iddiasını, dolayısıyla ABD’nin bu işin içinde olduğunu, 2 Şubat’ta (Öcalan’ın Kenya-Nairobi’ye indiği gün) Gaziantep’te Sanayi Odasınca düzenlenen bir toplantıda konuşan ABD Büyükelçisi Paris, şu sözleriyle güçlendirir: “Eğer Dışişleri Bakanlığı ve Türk Hükümet yetkilileriyle görüşmeler yaparsanız, Öcalan’ın Suriye’yi terk etmesinden bu yana bizim sağladığımız desteğin kendilerini tatmin etmiş olduğunu göreceksiniz.”

Ki, 2000’li yıllarda, Avrupa üzerinden CIA’ye ait bazı gizli ve uçan cezaevi niteliğindeki uçakların insan kaçırmada kullanıldığı tartışmaları oldukça yer tuttu kamuoyunda. 11 Eylül saldırıları sonrası, “terörizme karşı savaş” adı altında geliştirilen konsept, ABD’nin başını çektiği Batılı devletleri, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkını tanıma, işkence ve kötü muamele yasağına uyma konularında daha da gönülsüz kıldığı bir gerçek. Gönülsüzlük bir yana, özgürlüğün ihlali ve işkence fiillerinin gizlenmesi yönünde daha açık bir işbirliği içine de girdikleri görülüyor. Özellikle Irak ve Afganistanlı Müslümanların kaçırılıp, kapatıldığı ve her türlü insan hakları ihlaline maruz bırakıldıkları Guantanamo hapishanesiyle simgeleşen bu tartışmalara Avrupa Konseyi de katılmıştır. Çok uzatmadan Konseyin -Dick Marty’in raporuna dayanarak- Temmuz 2006’da aldığı kararını, Öcalan’ın durumunu ilgilendiren boyutlarıyla özetlersek:

Rapor, i- Bir insanı belirsiz bir süre boyunca temel haklardan ve hukuki garantilerden yoksun bırakarak alıkoyma”dan bahseder. Öcalan da Yunanistan’da iltica başvurusu olmasına rağmen Yunan istihbarat ajanlarınca yasa dışı biçimde Korfu Adasında alıkonulmuş ve yanına hiç kimse yaklaştırılmamıştır. Öyle ki, kendi korumaları bile bu süreçte yanında değildir. “ii- Bir insanın tutukladıktan sonra hukuk dışı hapishanelere nakledileceğini bilerek ABD’ye teslim edilmesi.” Yunanistan da en üst düzeyde ABD ile işbirliği yaparak, Öcalan’ı gerek Korfu’da gerekse Kenya’da fiili tutuklu koşullarında tutmuştur. Aynı Yunanistan, bu anlaşmaya Kenya yetkililerini de dâhil ederek Öcalan’ı, yıllar içerisindeki uygulamalarıyla da sabitlenen yasadışı İmralı hapishanesine gönderen Türkiye’ye teslim etmiştir. ABD-İsrail-Yunanistan-Kenya ortaklığının sonucunda Öcalan, kendisi için özel olarak inşa edilen İmralı Ada Hapishanesinde adeta ölüm koridorunda tutulmaktadır. “iii- Bu nakilleri gerçekleştiren sivil uçaklara uçuş izni verilmesi.” Öcalan’ı gerek Yunanistan’dan Kenya’ya gerekse Kenya’dan Türkiye’ye kaçıran uçaklara da yasadışı bir şekilde uçuş izinleri verilmiştir. Birinci uçak belirtildiği üzere İsviçre’den gönderilen kayıtsız bir uçakken; ikinci uçak ise eski bakan, işadamı Cavit Çağlar’ın uçağı olup, Nairobi havalimanında bütün resmi işaretleri silinmiş ve Malezya amblemi-işaretleriyle donatılmış bir vaziyette Öcalan’ı beklemektedir. “iiii- Hukuk dışı uygulamalara neden olacağını bilerek ABD’ye istihbarat sağlanması.” 1 Şubat 1999 sabahında Yunanistan dışişleri bakanı Pangalos, ABD Atina büyükelçisi Nicholas Burns’ü arayarak Öcalan’ın Yunanistan’da olduğunu; onu göndermek istediklerini ama başarılı olamadıklarını belirtir. Burns ise, “Öcalan’ı Kenya’ya gönderin, gerisini biz hallederiz”34 der. Bu görüşmenin ardından ABD dışişleri bakanlığı sözcüsü James Rubin bir açıklama yapar. Rubin, “…Öcalan’ın uçağı Yunanistan’a inmiş olabilir, ama şu anda orada değil. Yunan hükümeti de diğer ülkeler gibi Öcalan’ın, orada kalmasına izin vermemektedir. Anlaşılıyor ki, o küçük özel uçak vatansız bir şekilde havada uçup duruyor.’’35 sözleriyle bu istihbarat akışını ifşa etmektedir. “iiiii- Sivil ve askeri hava alanlarının, olağanüstü nakil veya benzeri hukuk dışı tutuklu nakli amaçlı kullanımlarına -yakıt ikmali gibi sebepler de dahil- izin verilmesi.” Öcalan’ın kaçırılmasında hem İsviçre’den gelen uçağın Yunanistan Patras havalimanına inmesi hem de Kenya-Nairobi’den Türkiye’ye giden uçağın operasyondan günler önce Uganda-Entebbe havalimanında bekletilmesi36; yine Öcalan’ı Türkiye’ye kaçıran uçağın Mısır ve Kıbrıs’ta (ikinci yerin İsrail olduğu da söyleniyor37) yakıt ikmali yapması bahsedilen yasadışılığı çok iyi özetliyor.

Sonuç itibariyle anılan kararla, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, bu türden kaçırma yöntemlerini hukuk dışı ve kabul edilemez bulmuş ve ABD’yi kınamıştır. Öcalan’ın hukuk dışı bir kaçırılma ile Türkiye’ye tesliminde başrolü ABD’nin oynadığı da düşünüldüğünde, İmralı ada hapishanesi rejiminin ve uygulamalarının esas belirleyen gücünün de ABD-NATO olduğu aşikâr. Dolayısıyla İmralı hapishanesinin, ABD’nin hukuk dışı ve gizli bir şekilde kaçırıp, keyfi infaz rejimine tabi tuttuğu ilk Guantamano tarzı yer olduğunu söylemek zor olmasa gerek.

  1. Kenya Operasyon Hukuku

Öcalan komplosunun hiç tartışılmayan bir boyutu da Kenya’da başka devletlerin operasyon yapma hukuksuzluğudur. Şöyle ki; Kenya topraklarında yabancı bir ülkenin güvenlik güçlerinin hareket etme özgürlüğü, Kenya yasalarınca sadece komşu ülkeler Uganda ve Tanzanya için geçerliydi. İlgili yasa, özellikle Nairobi havalimanında bekleyen Türk güvenlik güçlerinin38 Kenya’da hareket etmelerine ve operasyon hazırlıklarına izin vermiyordu. Operasyonda Kenya güvenlik birimlerinin oynadığı role bakılacak olursa (Öcalan’ı büyükelçinin evinden çıkması için tehdit etmeleri39 ve havalimanına götürmeleri) kendi ülkelerindeki böylesi açık bir yasadışılığı öngörmüş olmaları ihtimal dahilinde. Anlaşılıyor ki, Kenya hükümeti ABD, Yunanistan ve Türkiye ile örtülü işbirliği içindedir.

Sonuç Yerine

Gerek Öcalan’ın Suriye çıkışı öncesi ortaya çıkan kirli pazarlıklar gerekse “yer değiştiren” olarak geçirdiği dört aylık yolculuğundaki hukuksuzluklar, komplonun ‘uluslararası’ sıfatını fazlasıyla hak ettiğini gösteriyor. Aradan geçen on sekiz yıl, bu hukuk lanetini ortadan kaldırmaya yetmedi. Zehirlenen sadece bir halkın kaderi değildi; onun şahsında hukukun zehirlenmesiydi. Hem de “hukuk devleti”, “insan hakları”, “kendi kaderini tayin” vb. gibi ilkeleri temsil ediyoruz diye övünenler tarafından. Öcalan komplosu denilebilir ki, kapitalist haydutluğun 20. yüzyıldaki son korsanlığıydı. Yeni yüzyıla bu komplo ile giren hegemonya, hala tüm pişkinliği ile “demokrasinin, insan haklarının kalesi” olmakla övünüyor. Milyonlarca insanın ölümü bir şey ifade etmiyordu; “teröristlerle”, “barbarlarla” mücadelede, “Batının kutsal savaşında” ölmüşlerdi. Ve halen de bu savaşta haklıdırlar; çünkü yasaları şaşmazdır: “Güçlü olan haklıdır!” Hukuk, güçlü olanın elinde her yöne eğilip bükülebilir; muktedirin yegâne hizmetkârıdır; istenildiğinde her işe koşturulur.

Modern devlet geleneğinin önde gelen ideolojik aygıtlarından olan hukuk, zihniyet fethinin de başrol oyuncularındandır. Birinci ve ikinci doğanın40 tüm canlıcılığını-çeşitliliğini ulus-devlet homojenliğinde vantuzlayan egemenlik hukuku, özellikle topluma ait olan geleneği ve ahlaki-politik değerleri sınıfsal çıkarlara kurban eder. Öcalan trajedisinde de gözden çıkarılan halkların özgürlük, eşitlik değerleri iken; gözetilen, kapitalist hegemonyanın egemenlik çıkarlarıdır. Öcalan, kendi hikâyesinde daha somut ve doğrudan yüzleştiği kapitalist uygarlığa geliştirdiği demokratik uygarlık teziyle cevap verirken; komploda somutlaşan ulus-devlet hukukuna ise demokratik ulus hukukuyla yanıtlar aramaktadır. ‘Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü’ kitabında geliştirdiği şu hukuk tanımıyla komplo hukukunu da teşhir eder gibidir: “Hukuku diğer bir yönüyle iktidar ve sömürü tekellerinin ahlâkı olarak yargılamak da mümkündür. Geleneksel ahlâk daha çok toplum adına ne kalmışsa o alanda seyrederken hukuk, toplumun alanını giderek daraltan devlet iktidarının kurallı eylem alanı haline dönüştürülmektedir. Ahlâkın mumla arandığı kapitalist modernitede neredeyse tüm yaşam alanlarının, havanın ve suyun bile hukuk konusu haline getirilmesi, hukuk kavramının içeriğini daha somut hale getirmekte ve anlaşılır kılmaktadır. Eski uygarlık hükümranlıklarının çokça eleştirilen ve aslında çok zayıf olan toplumsal gasplarıyla karşılaştırıldığında, kapitalist modernitenin hukukla meşrulaştırılan gaspları, sınır tanımaz boyutlarda olduğu görülür.”

Azami kârları söz konusu olduğunda, sınır tanımayan hukuk komplocularına en iyi yanıt da, “tıpkı iktidara yedirilmiş toplumsal yönetim erkini geri almak gibi hukuka yedirilmiş ahlâkın, toplumun korunmasında ve sürdürülmesindeki rolünden vazgeçmeme”41 ilkesi üzerinden harekete geçen hukukçu pratikleriyle verilecektir.

1-Tarihin Sonu ve Son İnsan, Francis Fukuyama, Profil Yayıncılık, 2015

2-Medeniyetler Çatışması, Samuel P. Huntington, Vadi Yayınları, 2014

3- Uluslararası Komplo-Atina Davası, Abdullah Öcalan, Amara Yayıncılık, 2016

4-“Bu görüşmeden sonra düzenlenen ortak basın toplantısında Esad, Clinton’la “olumlu ve verimli” bir diyalog gerçekleştirdiklerini söyleyerek İsrail’in Golan tepelerini Suriye’ye geri vermesi ve Lübnan’ın güneyinden çekilmesi koşuluyla Tel Aviv yönetimiyle barış masasına oturabileceklerini belirtti. Clinton da Esad’la görüşmesinde Ortadoğu’da kapsamlı barışa ulaşılması yolunda ilerleme sağladıklarını söyledi.” (http://ayintarihi.byegm.gov.tr)

5-Uluslararası Komplo-Atina Davası, Abdullah Öcalan, Amara Yayıncılık, 2016

6-Örneğin İsrail-Filistin Oslo Barış Anlaşması görüşmeleri (1993)

7-Askerî Eğitim ve İşbirliği Anlaşması”, 23 Şubat 1996’da, Tel-Aviv’de Genelkurmay ikinci başkanı Orgeneral Çevik Bir ve İsrail Milli Savunma Bakanlığından David Ivry tarafından imzalandı. Ayrıca bu anlaşma için bkz. Aksiyon, 18-24 Mayıs 1996

8-“Soğuk Savaş yılları boyunca Türkiye, “Sovyet tehdidi” karşısında en ön cephede bulunmasından dolayı, NATO ve ABD açısından önemli bir rol üstlenmekteydi. Uzun yıllar boyunca NATO ve ABD’den büyük yardımlar alan Türkiye, Sovyet tehdidinin ortadan kalkmasıyla bu rolünü yitirdi. Ülkenin marjinalleşebileceği endişesi, Türk ordusunu ABD, AB ve Ortadoğu çerçevesinde yeni roller üstlenebilecek bir stratejiye yöneltti. İsrail-Türkiye yakınlaşması yeni stratejinin en önemli halkasını oluşturuyordu. Türkiye, İsrail’e yakınlaşmakla, ABD ve Kongresi’nin desteği yanında, Amerika’daki İsrail yanlısı güçlü lobiyi de kazanabilecekti. Böylece Türkiye, olumsuz insan hakları raporları ve Yunanistan’la yaşanılan sorunlardan dolayı AB ve ABD’den kolaylıkla sağlayamayacağı silah ve yeni teknolojiyi, İsrail’le yaptığı ittifak sayesinde Pentagon’dan edinebilecekti.” (Abdullah Kıran/ Birikim Dergisi Sayı: 140 – Aralık 2000)

9-Yorgo A. Papandreu, Yunanistan eski başbakanı ve eski PASOK lideri.

10-“Temaslarda bulunmak üzere gittiği ABD’de, Başkan Bill Clinton ile bir görüşme yapan Yunanistan Başbakanı Kostas Simitis, gazetecilerin Türkiye ile ilgili sorularını yanıtlarken, “İki ülke arasında çözümlenmesi gereken birinci konu, kıta sahanlığı olayıdır. Türkiye’nin bu konuda Lahey’e gitmesini istiyoruz, bu çözüldükten sonra diğer sorunlar ele alınacaktır” dedi.” (http://ayintarihi.byegm.gov.tr)

11-Uluslararası Komplo-Atina Davası, Abdullah Öcalan, Amara Yayıncılık, 2016

12-“Dönemin en önemli komplo suikastı, 6 Mayıs 1996’da, Şam’daki kalabalık evimizin yakınında, bir ton C4 patlayıcı yüklü arabanın patlatılmasıydı. Telefon üzerinden takip edildiğim için, o saatte orada olduğum sanılarak bomba patlatılıyor. Tesadüfen kurtulmuştum ama ilginç olan, bombalamanın ardından yarım saat bile geçmeden Londra kaynaklı gazetelerin, benim öldürüldüğümü tüm dünyaya haber olarak duyurmasıydı. Bu da gösteriyor ki, imha planından önceden haberdarlardı.” (Abdullah Öcalan, Uluslararası Komplo-Atina Davası, Amara Yayıncılık, 2016)

13-Öcalan, daha İmralı’daki ilk yıllarında, Ortadoğu’da 90’lı yılların başlarından 2000’li yılların ilk çeyreğine kadar var olan ve olacak gelişmeleri, kendisine has özellikleri ile klasik Dünya savaşlarından çatallaşmış yeni bir tür Üçüncü Dünya Savaşı olarak yorumlamıştır. Bu savaşın ilk hamlelerinden birisinin de kendisinin Türkiye’ye teslim edilmesi olduğunu söyler.

14-1992 Kürdistan Bölgesel Yönetimi oluşumundan sonra egemenlik-gelir paylaşımı gibi başlıklarda ortaya çıkan KDP-YNK çatışmasına İran, Irak gibi devletlerin dahil olması üzerine ABD ve Birleşik Krallık öncülüğünde Türkiye, KDP, YNK ve Türkmenlerin Ekim 1996’da başlayıp Mayıs 1997’ye kadar süren görüşme dönemi.

15-Ankara sürecinde ABD, Barzani’ye Saddam’ın Irak’ından uzaklaşması için baskı yapıp merkezi Irak hükümetinden özerkleşmiş bir Kürt oluşumunu desteklerken, Türkiye ise daha çok merkezi Irak devletinin egemenliğinden yana olup, Barzani’nin Saddam’a yakınlaşmasını ister. Bu dönemde Türkiye’nin Güney Kürdistan’daki duruma ilişkin iki yönlü çelişkisi vardır: bir KDP-YNK anlaşması, korkulu rüyası olan Kürt devleti heyulasını canlandırırken böylesi bir sulh durumu, PKK’nin bölgedeki etkinliğini sınırlandıracaktır; öte yandan bölgesel Kürt gruplarının birbirleriyle çatışma halinde olması, Kürt devleti oluşumunu engellerken, PKK’ye Güneyde hareket alanı açacaktır. O yüzden ağırlıklı eğilimi, Saddam’ın Güney Kürdistan’a tekrardan egemen olmasından yanadır. Ama bu politik tercih de Irak işgalinde sabitlendiği üzere ABD’nin bölgesel planlarına ters düşmektedir.

16-Noam Chomsky

17- Noam Chomsky

18-Salt bölge devletlerinin Suriye savaşındaki rolü bile bunu çok net ortaya koyuyor.

19-“Hukuk düzeninin hor görülmesi, ABD’nin pratiğinde ve entelektüel kültüründe derin köklere sahiptir.” (Noam Chomsky, Amerikan Müdahaleciliği, Aram Yayınları, 2003)

20-Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, İthaki Yayınları, 2015

21-Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, İthaki Yayınları, 2015

22-Sur ve Cizre gibi yerlerde güvenlik birimleri, tüm operasyonlarını “hukukun” kendisine verdiği yetkiyle yürütürken; geniş kitleler, bu vahşet uygulamalarına “terörizmle mücadele” adı altında rıza göstermektedirler.

23-Her aşamada yanında olan Yunan Milli İstihbarat (EYP) görevlisi Savvas Kalenteridis dışında kimi aralıklarda EYP başkanı Haralambos Stavrakakis, Yunanistan Kenya Büyükelçisi George Kostoulas gibi.

24-Yunanistan; başbakan Kostas Simitis, dışişleri bakanı Teodoros Pangalos, İtalya; başbakan Massimo D’Alema, Rusya; başbakan Yevgeni Primakov

25-“İşbu Protokol’e Taraf Devletler, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Ofisi veya onun yerini alabilecek diğer herhangi bir Birleşmiş Milletler’e bağlı kuruluş ile görevlerinin yerine getirilmesi sırasında işbirliğinde bulunmayı taahhüt ederler ve özellikle işbu Protokol hükümlerinin uygulanmasına nezaret etme görevini kolaylaştıracaklardır.”

26-Öcalan’a diğer ülkelerin aksine İtalya’da kaldığı altmışaltı gün boyunca gözaltı muamelesi yapılır.

27-“Ülkede yasal olarak bulunan bir mülteci ancak; 1- Ulusal güvenlik veya kamu düzeni sebebiyle 2- İlgili yasal sürece göre alınmış bir karara uygun olarak 3- Diğer bir ülkeye kabulünü sağlayabilmesi için mülteciye makul bir süre tanındıktan sonra sınırdışı edilebilir.”

28-“Hiçbir Taraf Devlet, bir mülteciyi, ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi fikirleri dolayısıyla hayatı ya da özgürlüğü tehdit altında olacak ülkelerin sınırlarına, her ne şekilde olursa olsun geri göndermeyecek veya iade (“refouler”) etmeyecektir.”

29-“Dick Marty, bazı adayların altı yıldır listede olduğunu, suçlamalar kanıtlanamamasına rağmen hala listede tutulduklarını söylüyor. Bu durumun onlar için “sosyal ölüm” anlamına geldiğini belirten Dick Marty listede yer alanların “yaşamları boyunca elde ettikleri her şeyi kaybettiklerini” vurguluyor.” (http://www.dw.com)

30-80’li yıllarla birlikte PKK sempatizanları ve üyelerini tutuklamaya başlayan Almanya’ya ilişkin Öcalan’ın iddiası oldukça çarpıcıdır: “İddia ediyorum; Kuzey Atlantik Antlaşması’nın ‘Örgüte üye ülkelerin, silahlı bir saldırıya uğrayan herhangi bir üye ülkeye yardım etmelerini’ öngören 5. Maddesini, 1985’lerden itibaren PKK’ye yönelik fiilen uygulayan Almanya…” (Abdullah Öcalan, Uluslararası Komplo-Atina Davası, Amara Yayıncılık)

31-Öcalan’ın bu şekilde keyfi biçimde alıkonulmasını, o dönem Kamu Düzeni Bakanı olan Filipos Peçalnikos, (2003’de Öcalan, korumaları, dostları ve kimi alt düzey Yunan memurları hakkında Yunanistan’a yasa dışı giriş yapmak iddiasıyla açılan dava kapsamında) Atina Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki ifadesinde “Aslında Öcalan’ı tutuklamamız gerekirdi.” şeklinde değerlendirerek hukuk ve yasa dışılığı kabul ediyordu.

32-Yıllar sonra Öcalan bu Afrika önerisinin ayrıntılarını şu şekilde paylaşır: “ABD, Türk ve Yunan yetkilileri nereye götürüleceğimi bilirlerken; ben ve refakatçilerim, tecrit altında tutulduğumuz Korfu’daki istihbarat merkezinde, henüz nereye götürüleceğimizi dahi bilmiyorduk. Gergin bir bekleyiş içinde tutulurken, saat 16.00 civarında istihbaratçı Savvas Kalenteridis, sevinçli haber getirir gibi, ‘Başardık! Pangalos’la konuştum, sizden özür diliyor. Kötü davrandığı için üzgün. Çözüm bulduk, sizi bir Afrika ülkesine götüreceğiz. Burada Yunan hükümeti güvencesi altında geçici olarak kalacaksınız, bu süre içinde pasaportunuz hazırlanarak Güney Afrika Cumhuriyeti’ne götürüleceksiniz.’ dediğinde, ‘Nasıl Afrika!’ diye tepki göstermiştim. Kalenteridis, kuşkumu gidermek için birçok vaatlerde bulunarak, ‘Afrika’da Büyükelçiliğimizde kalacaksınız. Oralar Yunan topraklarıdır, dokunulmazlığı var. Bizim dışımızda hiçbir güç müdahale edemez ve siz orada güvenli bir şekilde kalacaksınız. Can güvenliğiniz sağlanacak.’ diyordu. Ayrıca gidilecek yerin bir ara durak olduğunu ve kendilerinin Güney Afrika ile görüşeceklerini, önceden ilişki kurduklarını ekleyecekti. Burada Kenya’dan hiç bahsedilmemiş, sadece Afrika denilmişti.” (Abdullah Öcalan, Uluslararası Komplo-Atina Davası, Amara Yayıncılık)

33-Yine Öcalan’ı dinleyelim; “İlginçti; bulunduğum aracın şoförü, uçağa varmadan önce yedi ayrı yerde durdu. Dakikalarca bekledi. Sonradan anlaşıldı ki şoför, aslında kaçmamıza fırsat veriyordu, belki de bu oyuna alet olmak istemiyordu. Adeta, ‘Seni götürmek istemiyorum, bir yolunu bul kaç!’ demeye getiriyordu. Tabii bunu şimdi anlıyorum ama o zaman sezmiş olsaydım bile, dağ başında tek başıma nereye gidebilirdim ki! Bu esnada enteresan bir olaya daha şahitlik ettik; uçağa yüz metre kala, binmiş olduğum Land Rover aracın şoförü, yerini bir başka şoföre bıraktı. Aynı zamanda asker olan bu ikinci şoför, hayranım olduğunu ileri sürerek bir defalığına ve kısa da olsa bana eşlik etmek istediğini söylüyordu. Yeni şoför ile yola devam ederken, araç uçağın kanadına çarptı. Hatırlıyorum; arabayı uçağa vuran o şoförü, çarpma (kaza) sonrası, yaka paça dövmüşlerdi. Demek ki şoförler (her iki şoför de), kaçırılmayı biliyordu. O nedenle arabayı getirip götürüyorlardı. Bizi götüren şoförler uçağa gitmemek için elinden geleni yapmıştı. Bana açıktan mesaj veremiyorlardı. Açık mesaj vermedikleri için de ben anlamamıştım. Bu da demek oluyor ki, şoförler de dâhil Yunanlı yetkililerin hepsi daha Korfu’dayken Türkiye’ye kaçırılacağımı biliyordu. Pangalos tarafından hazırlandığı söylenen bu uçağın öğelerinin silindiği ve Malezya bayrağı taşıdığı daha sonraları ortaya çıkacaktı. Beni Kenya’dan Türkiye’ye götüren uçak da Malezya bayrağı taşıyordu! Bu benzerliğe dikkat çeken Naksakis, sonraki açıklamalarında, Korfu’da kanadına çarpılan uçak ile Kenya’da beni kaçıran uçağın aynı olduğunu ve bu kazanın da bilinçli yapıldığını belirtir. Şöyle ki; ben daha Korfu’dayken Simitis hükümeti, ABD ve Türkiye ile anlaşarak Türkiye’ye kaçırılmam yönünde plan yapmıştır, ancak “kaza” nedeniyle uçağın tamiri için zamana gerek duyulduğundan; Kenya hattı, zaman kazanmak amacıyla bu “kaza”dan sonra devreye konulmuştur. Hatta Naksakis, uçağın tamir masraflarını da ABD’nin karşıladığını söyleyecekti. Böylece, “kaza”dan önce Kalenteridis’in ‘hayali Afrika planı’, “kaza”dan sonra ‘gerçek Kenya planı’na dönüşecektir.” (Abdullah Öcalan, Uluslararası Komplo-Atina Davası, Amara Yayıncılık, 2016)

34-http://www.radikal.com.tr/politika/137-firtinali-gun-15-720211/

35-http://www.hurriyet.com.tr/

36-Öcalan’ın kaçırılmasında kullanılan uçak, 10 Şubat 1999 günü Uganda’nın başkenti Kampala’da bulunan Entebbe havalimanına iniş yapar ve burada Kenya-Nairobi’den gelecek haberi bekler.

37-Öcalan da bu konuda tam emin değildir; “Uçak iki defa indi; biri Mısır, diğeri ya İsrail ya da Kıbrıs’tı.” (Abdullah Öcalan, Uluslararası Komplo-Atina Davası, Amara Yayıncılık 2016)

38-“Uganda’nın devlet gazetesi New Vision, Öcalan’ı almak için Kenya’dan önce Uganda’nın Entebbe kentine giden Türk özel timinin hangi isimlerle ülkeye giriş yaptıklarını açıkladı. Hakan Yiğit, Ateş Onur, Sevgili, Kör Naki, Murat Gürley, Celar Rahim Rena ve Barış Tayfun adlı Türkler, Entebbe Havaalanı yetkililerine göre sivil kıyafetler giymiş ve kendilerini işadamı olarak tanıtmışlardı. Uçağın mürettebatı ise 3 kişiydi.” http://arsiv.sabah.com.tr/1999/02/24/R02.html

39-“… benimle görüşen (Kenya istihbarat şefi) Noan Arap Ta, hayranlığını ifade ettiği yumuşak konuşmasıyla güven vererek, beni elçilik konutundan dışarı çıkmaya ikna etmeye çalıştı. Ben hükümet güvencesi olmadan çıkmayacağımı söyledim. Bunun üzerine Kenyalı yetkili bana, ‘Uçak hazır bir an önce çıkın. Gece yaklaşıyor, geceleyin neler olabileceğini garanti edemem.’ diyordu. Ancak yine ısrarla güvence konusundaki kaygılarımın olduğunu yineleyerek, elçilik evinden çıkmayacağımı belirtiyordum. Kenyalı yetkili, ‘Çıkmadığınız takdirde gece sizler için kötü olacak, biz ülkemizde kan dökmek istemiyoruz.’ diyerek, konuttan çıkmamamın baskın anlamına geleceğini açıkça hissettirdiler. Abdullah Öcalan, Uluslararası Komplo-Atina Davası, Amara yayıncılık

40-“Birinci doğa” insani olmayan doğa, yani “vahşi doğa” olarak, doğal dünyanın özellikle de organik dünyanın birikimsel evrimi olarak tanımlanmaktadır.” İkinci doğa” ise, insanlar tarafından üretilen tüm değerleri içermektedir. (Murray Bookchin, Ekolojik Bir Topluma Doğru, Sümer Yayıncılık, 2013)

41- Abdullah Öcalan, Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü, Amara Yayıncılık, 2015