Prof. Dr. Rona Aybay, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ne ilişkin çalışmaların nasıl başladığını, son şeklini alıncaya kadar hangi aşamalardan geçtiğini belgelere dayanarak açıkladığı, ülkelerin bu Bildiriye ilişkin Birleşmiş Milletler’de yaptığı sunumları derleyip Türkçeye çevirdiği yeni bir kitap yayımladı: İnsan Hakları Evrensel Bildirisi ve Türkiye (1945-1948) Kitabın ilk bölümünde Aybay kitabın illk bölümünde Soğuk Savaş ortamının BM çalışmalarına yansımalarını, genel kurulda Mısır, Ekvador, Yugoslavya, Suriye ve Sovyetler Birliği adına yapılmış konuşmaları ve maddelere ilişkin kimi oylama sonuçlarını anlatırken kapitalist ve sosyalist dünya görüşlerinin de çarpışmasına tanıklık ediyoruz. Kitabın ikinci bölümünde ise; savaş sonrası “sola kapalı” çok partili döneme geçiş süreciyle birlikte Türkiye’deki siyasal gelişmeler ayrıntılı ele alınıyor. Ayrıca kitapta Ek olarak, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin üç değişik Türkçe çevirisi ile İngilizce ve Fransızca metinlerine yer verilmiş. Bu önemli kitap için Prof. Dr. Taner Timur tarafından kaleme alınmış “önsöz”ü Hukuk Politik okurları için yayımlıyoruz. Prof. Dr. Timur, sıradan bir önsöz’ü çok aşan kapsamlı bir inceleme olan bu metninde aynı zamanda ayrıntılı bir insan hakları tarihçesi de anlatıyor. Keyifli okumalar.

imgres

Prof. Dr. Taner Timur

Eğer insanlar en eski çağlardan beri sevgi, dayanışma ve eşitlik ilkelerine dayanan bir yaşam düzeni kurabilmiş olsalardı, bugün herhalde “insan hakları” diye bir sorun yaşamazdık. Belki de böyle bir kavram dahi olmazdı ve insanlık tarihi de, şimdi olduğu gibi, daha çok bir “savaşlar tarihi” olarak yazılmazdı. Ne var ki kendilerini Homo sapiens olarak adlandıran varlıklar, yüzyıllar boyunca, Kabil’in Habil’i, ya da Yezid’in Hüseyin’i ne “hakla” öldürdüğünü değil de, bu cinayetlerde kimin “haklı” olduğunu tartıştılar ve bu yüzden de kan akmaya devam etti. Bu arada bilimsel yöntemler kullanan paleontologlar ise, en eski çağlara uzanarak, bizlere, İtalyan Alpleri’nde bulunan bir donmuş cesedin aslında bilinen ilk “seri katil” sayılabileceğini anlatmıştı. 5.200 yıl kadar önce yaşadığı anlaşılan ve Ötzi adı verilen bu savaşçının okundaki kan izleri en az dört kişiyi öldürdüğünü gösteriyordu.(1) Adil ve insancıl bir düzenle ilgili ilk tartışmalar Eski Yunan sitelerinde başladı. Oysa Atinalı bilgelerin tasarladıkları ideal “anayasal” düzende bile insanların büyük bir kısmı “eşya” statüsündeydi ve köle olarak alınıp satılıyorlardı. İnsanın insanı bir “araç” olarak değil de bir “amaç” olarak görmesi yolundaki ilk adımlar, 14. ve 15. yüzyıllarda Rönesans’la atıldı. Akdeniz kıyılarında, ticaretin hızla geliştiği şehir devletlerinde “hümanizma” akımı başlamış, studia humanitatis çalışmaları yeni bir insan tipi ortaya çıkarmıştı.

Rönesans’ı Reform hareketi izledi ve Hristiyan âlemi bölündü. Din ve mezhep savaşları başlamıştı. Martin Luther’in çürümüş Kilise’yi “protesto”su ve Thomas Münzer’in başını çektiği köylü savaşları Alman prensliklerini sarsarken, kökeni Eski Yunan düşüncesine uzanan “tabii hukuk” kuramı da dini giysilere bürünüyordu. Tabii hukukçulara göre Tanrı bütün insanları doğuştan, eşit ve devredilmez haklarla yaratmıştı. Kilise de bunu ilan etti; fakat yine de barış gelmedi. Hollanda’da Hugo Grotius, uluslarası ilişkileri barış ilkesine dayandırmaya çalışan ünlü eserini (De jure belli ac pacis, 1625) “Otuz Sene Savaşları” ortamında kaleme aldı

Aynı yüzyılda Galile ve Descartes ile rasyonalizmin temelleri atılıyor ve bunu da Aydınlanma düşünürlerinin “Akıl”ı kutsal dogmaların köleliğinden kurtaran eserleri izliyordu. Rönesans’tan beri gelişen sivil toplumda despotlara karşı bir sığınak bulan düşünürler artık doğa bilimlerini taklit ederek “insanın özü”nü aramaya başlamışlardı. Hobbes insanın “özde kötü” olduğunu düşünüyor, homo homini lupus diyor ve çareyi de bir toplumsal sözleşme ile mutlak bir otoritenin koruması altına girmekte arıyordu. Yüzyıl kadar sonra Rousseau da “toplumsal sözleşme (anlaşma)” dedi; fakat Cenevreli filozof, Hobbes’un aksine, insanların “özde iyi” oldukları kanısındaydı ve “toplumsal anlaşma” ile de mutlak iktidarın (“Leviathan”ın) sultasını değil, “halk iradesi”ni hedefliyordu. Kant ise bir adım daha atarak barışçı bir toplum düşledi ve özgür aklın sonunda insanları “evrensel barış”a götüreceği inancıyla, bir “Milletler Cemiyeti” modeli tasarladı.(2) Kant’ın kuramında “Tanrı” yararlı bir postüla düzeyine çekilmiş ve “vesayetlerin en zararlısı ve onur kırıcısı olan dini vesayet”e de son verilmişti. (3) Ve böylece Grotius’ta ilhamını dinden alan tabii hukuk kuramı, Kant’ta laik temellere kavuşmuş oluyordu.

İnsanlar geleneksel toplumun feodal ve skolastik zincirlerini kırarak aklı özgürleştirmiş ve toplumsal ilişkilerini de akılcı temelde düşünmeye başlamışlardı. Ne var ki bu arada din cemaatlerinin yerini alan ulusal topluluklar da savaşmaktan vazgeçemiyordu. Aksine, bilim ve teknolojiyle gelişen silahlar savaşı daha da yıkıcı hale getirmişti ve artık insanlar değil, daha çok silahlar savaşıyordu. Bu arada “fetih” anlayışı da değişmişti ve silahları kullananlar yine askerler olsa da, savaşı başlatan ve yönetenler artık eskisi gibi aristokratlar değil, “fetihçi burjuvalar”dı.(4) Ve bu yeni sınıfın düşmanları dışta başka uluslar ise, içeride de kendi ulusunun emekçileri oldu. Ne var ki ulusal burjuvaların Hanedan aileleri ile işbirliği içinde kurdukları “mutlakiyetçi” rejimler giderek halk için daha da dayanılmaz bir baskı rejimi halini aldı ve adeta ilk işi bir “Haklar Beyannamesi” yayınlamak olan Fransız Devrimi de bu baskılara karşı gerçekleşti. Paris halkı 14 Temmuz 1789’da Bastil’i zaptettikten kısa bir süre sonra, Kralın davetiyle toplanan Etats-Generaux’yu Kurucu Meclis’e dönüştürüyor ve bu Meclis de 26 Ağustos’ta Evrensel İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi’ni dünyaya ilan ediyordu

Fransız devrimcilerin ilan ettikleri Haklar Bildirisi elbette ki tarihte siyasal iktidarı elinde bulunduranların halklarına ihsan ettikleri bir “Charter” ya da bir “haklar listesi”nden farklıydı. Halkın kendisi ayaklanarak iktidara el koymuş ve kendi haklarını, Kurucu Meclis’te yapılan tartışmalarla kendisi tayin etmişti. (5)

Fransız Devrimi’nden on üç yıl önce ilan edilen Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nin 1789 Bildirisi’nin ilham kaynaklarından biri olduğu iddia edilmiştir ve bunda bir gerçek payı da vardır. Ancak iki bildiri arasında önemli bir farkın olduğu da unutulmamalıdır.

Bu fark neydi?

Aslında her iki belge de tabii hukuk anlayışından esinlenerek yazılmıştı. Ne var ki 1776 Beyannamesi ilhamını ilahi bir tabii hukuk doktrininden alırken, 1789 Beyannamesi tamamen laik bir felsefeye dayanıyordu. Her iki belge de insanın doğuştan bazı temel ve devredilmez haklara sahip olduklarını ilan ediyor ve bunları sayıyordu; fakat Amerikan Bağımsızlık Beyannamesi, ünlü ikinci cümlesinde, “yaşam, özgürlük ve mutluluk arama” gibi hakların “Yaratıcı”nın ihsanı olduğunu söylerken, Fransız Beyannamesi ilk maddesinde “insanlar özgür ve eşit haklarla doğar” dedikten sonra, ikinci maddesinde de, hiçbir ilahi güce gönderme yapmadan, bu “tabii haklar”ı “özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve zulme direnme” olarak sıralıyordu.

İnsan Hakları, evrensel nitelikleri vurgulanarak ilan edilmiş ve buna temel teşkil edecek kamusal (publica) sorunları (res) çözme potansiyeli taşıyan Cumhuriyet (res publica) rejimi de daha 1792’de kurulmuştu. Ne var ki savaşlar da bir türlü bitmiyor, insanlar birbirini kırmaya devam ediyordu. 1789 Bildirisi’ni Napolyon savaşları, krallıklar ve iki imparatorluk; Amerikan Bildirisi’ni de köleliğe karşı verilen iç savaş izledi. İnsan haklarını hiçe sayan senyörler gitmiş, onların yerini aynı derecede acımasız bir “görünmez el” ve onun yönettiği “piyasa kanunları” almıştı. “Fetihçi burjuvalar” bu “piyasa”nın “Bırakınız yapsınlar! Bırakınız geçsinler” diyen kanununa dayanarak Doğulu halkları köleleştirdiler. Ve sonunda da bu paylaşımın yarattığı rekabet ortamı içinde birbirlerine girerek dünyayı kana boyadılar.

Birinci Dünya Savaşı tüm sermaye dallarını sultası altında birleştiren finans baronlarının paylaşım kavgası olarak ortaya çıktı. Savaşın ilanından bir gün önce, Evrensel İnsan Hakları Bildirisi’ni ilk ilan eden ülkede, gerçek bir insan hakları savaşçısı olan Jean Jaurès öldürülmüştü. Suçu, Meclis’te savaş kredilerine karşı çıkmış olmasıydı. Bu kanlı savaşın tek olumlu tarafı ve belki de tek tesellisi, daha savaş bitmeden Çarlık Rusyası’nda bir Devrim’in patlaması ve Lenin’in sosyo-ekonomik hakları da kapsayan yeni bir “insan hakları” anlayışı ile, emperyalist ülkelerin gizli paylaşım anlaşmalarını “eşkiyalık anlaşmaları” olarak dünyaya ilan etmesi oldu.

20. yüzyıl insanların doğa güçlerine egemenliklerini en çok artırdıkları yüzyıldır. Ne var ki bu yüzyıl aynı zamanda insanların en çok birbirlerini kırdıkları bir yüzyıl da oldu. 1918’de ilk Büyük Savaş bittiği günlerde doğ- muş olanlar, 1939’da İkinci Savaş başlarken 21 yaşında idiler. Bunların çoğu askere alındı ve büyük bir kısmı da cephelerden dönemedi

İkinci Dünya Savaşı, 22 milyon km2 ’lik bir alanda, 61 millete mensup yüz milyondan fazla insanın boğazlaştığı ve 62 milyondan fazla insanın da öldüğü bir savaş oldu. Savaşın son günlerinde Hiroşima ve Nagazaki’de patlayan bombaların yaptığı yıkım da göz önünde bulundurulursa, savaşın uzaması halinde bu rakamların nereye varacağını tahmin etmek herhalde zor olmayacaktır.

Savaştan sonra, farklı dünya görüşüne sahip olsalar da savaş suçlusu Nazilere karşı ortak cephede savaşmış olan milletler barış masasında birleştiler. Bununla da kalmadılar; yeniden kurulan Birleşmiş Milletler örgütünün çatısı altında “insan hakları” bayrağını yeniden dalgalandırma çabasına giriştiler. Ve 1946 Nisanı’nda çalışmalarına başlayan İnsan Hakları Komisyonu metni hazırladıktan sonra da, 10 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu bu yeni İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ni (İHEB) kabul etti

Rona Aybay, izleyen sayfalarda okuyacağınız değerli incelemesinde bu çalışmaların nasıl başladığını ve nihai metnin hangi aşamalardan geçerek ortaya çıktığını ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. Aslında Bildiri’nin hazırlanmasında iki farklı dünya görüşü çarpışmıştı. Bunlar kapitalist dünya görüşü ile sosyalist dünya görüşleri idi ve Nazizme karşı birleşmiş olan bu iki kamp, zaferden kısa bir süre sonra, 5 Mart 1946’da, W. Churchill’in Fulton konuşmasında ilan ettiği “demir perde” ile birbirinden ayrılmışlardı. Savaşta bir kampa F. D. Roosevelt, diğerine de J. Stalin önderlik etmişti ve her iki lider de masum sayılamazdı. Roosevelt, ölümünden dört ay sonra Hiroşima ve Nagazaki halkını (çoğu sivil 130 bin kadar insanı) bir anda yok edecek bombaları hazırlatmış, Stalin ise “benden olmayan, bana –ve sosyalizme– karşıdır!” anlayışı içinde, tüm muhaliflerini yok etmişti. Yine de ortada çok ciddi tarihi referansları olan iki ayrı görüş vardı

Bildiri, Eleanor Roosevelt’in başkanlık yaptığı Komisyon’da hazırlanmıştı ve metne de daha çok burjuva demokrasilerinin görüşleri egemen olmuştu. Yine de Sovyet Rusya ve onu destekleyen ülkeler, Bildiri’de, tarihi maddeci perspektifte sosyal, kültürel ve sendikal hakların geniş tutulmasında (md. 22-27) hayli etkili oldular

Genel Kurul’da Sovyet Rusya’nın tezini Yalta ve Potsdam Konferansları’nda Stalin’e refakat etmiş diplomat A. Wishinsky savunuyordu. En büyük çabası, sosyal haklar dışında ulusal egemenlik, özerk yönetim, devletin insan hakları konusunda sorumluluğu gibi konularda Batı tezlerini eleştirmek oldu. Ne var ki, Wishinsky, Aybay’ın deyimiyle “uzun ve dağınık” konuşması ve “zaman zaman oldukça saldırgan” üslubuyla, örneğin Yugoslavya temsilcisi Radovanovic kadar etkili olamamıştı. Moskova’dan daha bağımsız bir yol izleyen ve bu nedenle Kominform’dan çıkarılan Yugoslavya, yine de Sovyet tezlerini desteklemiş, üstelik Marksist insan hakları anlayışını da daha düzeyli bir şekilde sergilemişti.

Genel Kurul’da konuşan delegelerden, bizim açımızdan ilginç konuşmalar yapan diplomatlar arasında Mısır ve Suriye temsilcileri de bulunuyordu. Aybay’ın alıntıladığı metinlerin gösterdiği gibi, yüzyıllarca Osmanlı sancağı altında aynı değerleri paylaşan bu ülkelerin temsilcileri, BM çatısı altında iki farklı anlayış ileri sürmüşlerdi. Mısır temsilcisi Rafaat, Şer’i duyarlılıkları ön plana çıkararak, taslaktaki “din değiştirme özgürlüğü”ne itiraz ediyor; ayrıca Müslüman kadınların başka dinden kimselerle evlenmelerini “İslâm dininin ruhuna aykırı” buluyordu. Buna karşılık Suriye temsilcisi Abdul Rahman Kayaly ise, “herhangi bir dinsel gönderme ya da din kavramlarına dayanan bir yorum” içermeyen konuşmasında, sosyal adalet ilkesi ile barış arasında bir ilişki kurmuş ve “kardeşlik” ilkesini ön plana çıkarmıştı. Aybay, Kayaly’nin başka ulusları bölmeye çalışan devletleri yeren ve başka halkları köleleştirmeye çalışan devletlerin aslında kendilerini de köleleştirmiş olacağını ifade eden son sözlerini, haklı olarak, “bir anti-emperyalist ahlâk kodu” olarak değerlendiriyor.

Peki ya Türkiye?

Yeni bir dünya kurulurken bunu “insan hakları ve barış” ilkeleri üzerine oturtma amacıyla yapılan çalışmalara Türkiye’nin bir katkısı olmuş muydu?

Aybay’ın incelemesi Türkiye’nin bu çalışmalara adeta şeklen katıldığını, Türk temsilcisinin BM Genel Kurulu’nda söz alarak herhangi bir görüş belirtmediğini, kısaca Türkiye’nin Bildiri’nin oluşturulmasına herhangi bir katkıda bulunmadığını gösteriyor ve bunun konjonktürel nedenlerini açıklıyor

Aslında Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki tutumuna Boğazlar’la ilgili Sovyet talepleri neden olmuştu ve bu talepler ülkede korkunç bir “Moskof düşmanlığı” ve anti-komünist histeri yaratmıştı. (6) Türkiye’de “insan hakları” çalışmalarına şekil veren iklim de böyle oluşmuştu. Gerçekten de henüz ABD’de bile Senatör McCarthy kendi adıyla anılan o uğursuz paranoyayı yaratmamış iken, Türkiye’de adı konmamış bir McCarthyism fırtınası esmeye başlamıştı. (7) Bunun ilk kurbanları da Tan Matbası ve “insan hakları” adına kurulmuş dernekler oldu. En büyük baskılara uğrayan ve yer yer “gizli bir komünist partisi” muamelesi gören girişim ise, bu derneklerin belki de en ciddisi olan, üstelik aslında son derece muhafazakâr bir asker olan Mareşal Fevzi Çakmak etrafında popülerleşen İnsan Hakları Cemiyeti oldu. Aybay, bizlere, “insan hakları” perspektifinde yaşanan bu iç karartıcı gelişmeleri ayrıntılı bir şekilde anlatıyor

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşmiş Milletler bünyesinde hazırlanan İnsan Hakları Bildirisi’ne Türkiye katılımının böylesine cılız olması kuşkusuz sadece konjonktürel nedenlerle açıklanamaz. Bunun Osmanlı tarihinin kültürel özelliklerine uzanan nedenleri de vardır. Bu bağlamda en önemli neden de herhalde şuydu: Osmanlı kültürü, Batı’da “insan hakları” konusundaki gelişmelere temel teşkil eden hümanizm, tabii hukuk ve tarihi maddecilik gibi akımların hemen hepsine yabancı kaldı. Ve bunlara kapıları kapayan en büyük engel de, sanıldığının aksine, dinci dünya görüşü değildi. Bunları frenleyen, aslında İslâmiyet’i de Ortaçağ koşullarına hapseden ve yenilenmesini önleyen toplumsal koşullar olmuştu. Başka bir ifadeyle, Osmanlı toplumu, Batı’da 15. yüzyıldan itibaren olduğu gibi skolastik ve ilahiyat dışında özgür düşüncenin sığınıp, gelişebileceği bir sivil toplum alanı yaratamamıştı.

İslâm düşünce tarihçisi Muhammed Arkoun, ölümünden kısa bir süre önce yazdığı eserde, İslâm tarihinde hümanist bir açılım bulmak için 11. yüzyılda yaşamış İbn Miskeveyh ve Tevhidi gibi düşünürlere kadar uzanır. İslâm dünyasındaki uzun Ortaçağ karanlığını da “İslâm paradoksu” adı altında betimler. “İslâm paradoksu, der Arkoun, Allah ve Resulü’nün meşru ya da gayrimeşru kabul ettiği şeyleri, dünyevi tarihte titizce yazılmış zorunlu bir referans sınırları içine kapanarak yaşamayı bireysel ve kolektif planda kabul etmekte ifadesini bulur”. (8) Düşünür, çağdaş dünyada bu anti-hümanist “kapanma”ya örnek olarak da, Anouar al Joundi’nin, 1970’lerde, geniş ölçüde Müslüman Kardeşler’den esinlenen ve yirmi madde halinde özetlediği öğretisinde bulur

Osmanlılarda da 19. yüzyıla kadar ne bir hümanist akımdan ne de tabii hukukla ilgili gelişmelerden söz etmek mümkündür. Buna karşılık Osmanlı reform hareketlerinde bu konularda bir atılımla karşılaşıyor muyuz?

Osmanlı reformlarının temel metni sayılan Tanzimat Fermanı’nın hukuk felsefesi açısından anlamı çoktandır düşünce tarihçilerimiz arasında tartışılıyor. Örneğin, Tanzimat’ın yüzüncü yılında hazırlanan esere yazdığı makalede kamu hukukçusu Yavuz Abadan, tabii hukukun pozitif hukuka da girmiş olduğunu ve çağdaş Anayasaların “amme hakları”, “esas haklar” gibi kısımlarının bu felsefenin etkisiyle yazıldığını belirterek, Tanzimat Fermanı’nın da bunlar arasında sayılabileceğini ileri sürmüştü. “Tanzimat Fermanı da, diyordu Abadan, esasında –bugünkü vaziyete nazaran çok mahdut sayıda olmak üzere– böyle bir haklar kataloğu ihtiva ediyor”. (9) Daha yakınlarda ise, Şerif Mardin ve Niyazi Berkes tabii hukuk etkilerini daha çok Yeni Osmanlı muhalefetinde, özel olarak da Namık Kemal’in düşüncesinde aradılar. Örneğin Şerif Mardin’e göre, Namık Kemal zaten şeriatı “tabi hukuk” olarak kabul ediyordu ve Fransız tarihçi Volney’in tabii hukuku öven eserinden bazı kısımları da bu amaçla Osmanlıcaya çevirmişti. (10) Mardin, şeriatçı Kemal’in bu konuda ateist Volney’e dayanmasını “onun düşüncesindeki iç çeliş- kiler olarak görülebilecek bir husus” olarak nitelemiş ve “Kemal bu çelişkilerin farkında değildi” diye de eklemiştir. (11)

Aynı konuda Niyazi Berkes ise, Namık Kemal’in tabii haklar öğretisine bağlılığını vurgulamakla beraber, bunun şeriatla sınırlı kalmasının yetersizliğini de ortaya koymuştur. Berkes, bu anlayışa, 1896’da, din alimi Mahmut Esat Efendi’nin, şeriatın çok evliliği de doğal hak saydığını hatırlatarak itiraz ettiğini naklettikten sonra, “Namık Kemal’in tabii haklar öğretisiyle şeriatın uzlaştığı düşüncesindeki çürüklüğü bundan iyi gösterecek kanıt olamaz, diyor; çünkü İslâm bilginlerinin şeriattan anladığı siyasal haklar değil, kişisel haklardır”.(12)

Abdülhamitçi istibdat yıllarında bu konuda önemli bir gelişme zaten beklenemezdi; fakat II. Meşrutiyet’in ilanının yarattığı özgürlük ortamı da kısa süreli oldu. Osmanlı aydınları kendilerini despotik saldırılardan koruyacak ve fikir ürünleriyle yaşatacak bir sivil toplumdan yoksun kaldılar ve kendilerini önce, Ömer Seyfettin’in “ezmeyen, ezilir!” dediği Balkan Savaşları’nda, sonra da çok daha kanlı bir Dünya Savaşı’nın içinde buldular

Ulusal Kurtuluş Savaşı ile laik hukuk, tabii ve sosyal haklar için en elverişli temellere dayanan bir Cumhuriyet kuruldu; “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesi uluslararası ilişkilerimizi belirleyen ilke oldu; fakat Saltanat’ın 250 yılda başaramadığını, Cumhuriyet’in 25 yılda başarmasını beklemek büyük bir haksızlık olurdu. İkinci Savaş sonrasında dar kafalı milliyetçilerle saltanat özlemcileri harekete geçtiler ve Birleşmiş Milletler’in yeni bir evrensel haklar bildirisi hazırlıklarına katkıda bulunmak üzere kurulmuş olan İnsan Hakları Cemiyeti’ni dahi düşman saydılar.

İşte Rona Aybay titiz çalışmasında bizlere bu tarihi gelişmelerin öyküsünü anlatıyor. Tam da “insan hakları”nın hararetle tartışıldığı ve sık sık da ayaklar altına alındığı bu günlerde…

Kitap Künye Bilgileri:

Başlık : İnsan Hakları Evrensel Bildirisi ve Türkiye (1945-1948)

Yazar : Rona Aybay

Basım Tarihi : Ocak 2016

Yayına Hazırlayan : Dr. Ali Pehlivan

Yayınevi : İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları

  1. Jean Guilaine, Caïn, Abel, Ötzi; L’héritage néolihique; Gallimard, Paris, 2011, s. 20-21. Ötzi’nin donmuş cesedi 1991 yılında bulundu.

  2. Kant, Immanuel, Vers la paix perpetuelle; Que signifie s’orienter dans la pensée; Qu’est-ce que les Lumières, Garnier-Flammarion, Paris, 1991.

  3. Kant, Immanuel; aynı eser, s. 50.

  4. Charles Morazé, Les Bourgeois Conquérants, Paris, 1952.

  5. Yine de tarihçiler bu konuda Pers Kralı Cyrus’un “haklar beyannamesi”ne kadar uzanan bir geç- mişten söz ettiler. Gerçekten de İ.Ö. VI. yüzyıla ait olan ve 1879’da keşfedilen bu belge, Pers İmparatorluğu’nu teşkil eden halklara, köleliğin kaldırılması, dini inanç özgürlüğü, sürgün edilmiş mahkùmların ülkelerine dönmeleri ve angaryanın kısıtlanması gibi haklar tanımıştı. Silindir şeklinde bir kil parçası üzerine yazıldığı için “Cyrus Silindiri” adıyla anılan bu belge, 1971 tarihinde Birleşmiş Milletler’in girişimiyle kuruluşun tanımış olduğu altı resmi dile çevrilmiştir. Tarihçilere göre Cyrus Beyannamesi bir “ilk”ti ve bu “ilk”i izleyen gelişmelerin en önemli halkaları arasında da, İngiltere’de asi baronların 1215 yılında Kral John’a kabul ettirdikleri Magna Carta’dan, 1776 Amerikan Bağımsızlık Beyannamesi’ne kadar birçok halka daha vardı. Oysa Fransız Haklar Beyannamesi, laik ve evreselci niteliği ile kuşkusuz modern çağların ilk ve en temelli haklar beyannamesini teşkil etmiştir (Bu bilgileri ansiklopedilerden derledik).

  6. Bu konuda Türkiye’de Çok partili Hayata Geçiş (İmge, 2003) başlıklı kitabımda daha ayrıntılı bilgiler vermiştim.

  7. Amerika’da McCartysm, Senatör J. McCarthy’nin, 1950 Şubatı’nda “elimde bir komünist listesi var” cümlesiyle başlayan konuşması ile ortaya çıktı. McCarthyism sözcüğü de Washington Post gazetesinde 29 Mart 1950 tarihinde yayınlanan bir karikatür vesilesiyle popüler oldu.

  8. Mohammed Arkoun, Humanisme et Islam, Vrin, Paris, 2004, s. 57.

  9. Dr. Yavuz Abadan; Tanzimat Fermanı’nın Tahlili, Tanzimat, C. I, M.E.B. Yayınları, İstanbul, 1999, s. 52.

  10. Şerif Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s. 349-351.

  11. Mardin, aynı eser, s. 352. Aslında Namık Kemal’in kendi düşüncesindeki birçok çelişkinin farkında olmadığı kuşkusuzdur. Oysa düşünür şeriat konusunda tutarlıydı ve şeriatı mevcut haliyle be- ğenmiyor, ona daha çağdaş bir “okuma” getirmeye çalışıyordu. Tanzimat’ı da bu bağlamda anlamsız bulmuştur. Tanzimat’la ilgili makalesinde, Namık Kemal, “Şeriat mer’i olsaydı Tanzimat’ı neşre hacet kalmazdık” diye yazmıştı. İbret, 4 Ekim 1872 tarihli makale. Namık Kemal, Osmanlı Modernleşmesinin Meseleleri, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2005, s. 222.

  12. Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY, İstanbul, 2002, s. 373.