Giriş
Hukuku konuşmak, özneye seslenmektir. Hukuk ve özne başlığı ise Evegny Bronislavovic Pasukanis’in 1924’te yazdığı Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm[1] kitabıyla birlikte, hem genel olarak hukuk teorisi hem de Marksizm içinde yeni açılımları kışkırtmaktadır.
Pasukanis, Ekim devriminden itibaren Sovyetler’de hukukçu olarak yer almıştır. Daha sonra hem Komünist Akademi’de hem de Adalet Komiserliği’nde uzun yıllar çalışmış, teorik yaklaşımları bir dönem bu kurumlara egemen olmuştur. Yazar, Pravda’da kendisine dönük sert suçlamalardan kısa bir süre sonra, Nisan 1937’de “Sovyet devletinin dayandığı hukuksal temelleri baltaladığı, Sovyet hükümetini devirmek amacıyla hukuksal teoriler geliştirdiği” iddiasıyla idam edilmiştir[2]. Pasukanis’in hukuk teorisinde “devletin sönümlenmesi”, “hukukun ilgası” gibi savunular vardır ve bunlar atiye bırakılmış şeyler de değillerdir.
Marksist literatürde hukuk merkezli çalışmaların sınırlı olduğu genel kabul gören bir değerlendirmedir. Bu yargı Marx ve Engels’i de kapsayacak genişliktedir. Marx-Engels’in eserlerinde hukuk, özel bir başlık olarak yer bulamaz kendine. Öte yandan bu sınırlılık, Marksizmin üstyapı diye tanımladığı düzeye de teşmil edilebilir. Yani Marksizmde özerk bir üstyapı teorisinin olmadığı genel olarak vurgulanmaktadır. İlginç olan ise buna dönük girişimlerin genellikle, Marksizmin alameti farikası olan determinizmin yadsınmasından başlayıp Marksizm dışında nihayete ermesidir. Frankfurt Okulu bu yolun en parlak örneğidir; post-Marksizmden post-modernizme uzanan çizgi de benzer sürecin farkı uğraklarıdır.
Marksizm çalışmalarında hukuk, aşırı bir genellemeyle, iki temelde ele alınmaktadır: İlkinde hukuk sadece politika koduyla yorumlanmakta; sınıf mücadelesinin bağımlı değişkeni olarak yapılandırılmaktadır. Gündelik politik kulvarda işlevsel olan bu yaklaşım, zorunlu olarak liberal söylemle etkileşim halindedir. Daha teorik olan ikinci yaklaşımda yapı-üstyapı ilişkisi devreye girmekte, üretici güçler, üretim ilişkileri, mülkiyet gibi kavramlar çalışmaya başlamaktadır. Hukuk bu kavramlar aracılığıyla bir determinasyondan geçirilerek üstyapıya dahil edilmektedir.
Pasukanis ise, hukuka, Kapital’e hakim olan kavramlar üzerinden bakmaktadır. Hukuku meta mübadelesi yükselişinin paraleline yerleştiren Pasukanis, meta mübadelesinin gerçekleşme biçimini hukuk olarak yorumlamaktadır. Dolayısıyla hukuk maddi temeline, tam ve gerçek anlamda kapitalizmle birlikte kavuşmaktadır. Pasukanis’le anılan Meta Mübadelesi Okulu ise onun bu çözümleme yöntemi için bir adlandırmadır.
Yazının birinci bölümünde Marksizmin bazı kurucu kaynakları Etienne Balibar üzerinden yorumlanarak Lukacs’ın özne teorisi ve sınıf bilinci kavramına yüklediği anlam genel olarak sorgulanacaktır. Marx’ın ilk eserlerinde insan doğası kavramına dair yazdıkları özne teorilerine bugün de yol vermektedir. Dolayısıyla Marx’ın insan doğası kavramına da değinmemiz gerekmektedir. Doğal hukuk bölümü hem hukuk öznesinin kuruluş öyküsünü hem de Pasukanis’in doğal hukuka bakışını anlamamızı kolaylaştıracaktır. Zira Pasukanis doğal hukuk ekseninde oluşan özneyi, meta mübadelesinin evrensel ölçeğiyle yeniden düşünmektedir. Doğal hukukun yarattığı kudretli öznenin genel tanımı üzerine yapılacak kısa vurgular, Pasukanis’teki hukuk yorumunun Marksizm içindeki teorik çerçevesine oturtulmasını kolaylaştıracaktır. Son olarak Pasukanis metnine daha yakından bakılacak, hukuku yapılandırırken Kapital’i kavramlarıyla nasıl çalıştığı açıklığa kavuşturulmaya çalışılacaktır.
I- “VI. Tez”den Alman İdeolojisi’ne
İdealizm ve materyalizm geriliminin merkezinde duran insan doğası kavramının Marx’taki “teorik ve tarihsel, ‘niteliksel’ süreksizlik biçimini alan”[3] kopuşlu “evrim”inin seyri, Marksizm içi yarılmaların başlıca etkenlerden biridir.Hukuksal özne fetişizmini, ona tutarlılık kazandıracak bağlamına yerleştirebilmemiz için Kapital’deki meta fetişizmini kavranacak halka olarak belleyen ama bunu, Marx’ın ilk eserlerini yeniden okuma kılavuzu haline getiren Lukacs’ın, şeyleşme ve devrimci özne teorisine, daha özel olarak da bu teorilerin Marx’taki dayanağı olan insan doğası kavramının “niteliksel” süreksizliğine Balibar yardımıyla giriş yapmak zorunlu görünüyor.[4]
“VI. Tez”le başlayabiliriz: “Feuerbach, dinsel özü insansal öze indirgiyor. Ama insansal öz, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Gerçekliği içerisinde, bu, toplumsal ilişkilerin bütünüdür. Bu gerçek özün eleştirisine girmeyen Feuerbach bunun sonucu olarak: 1. Tarihsel süreçten uzaklaşmak ve dinsel duyguyu [Gemüt] kendi başına bir şey olarak saptamak ve soyut -yalıtılmış- bir insan bireyini varsaymak zorunda kalmıştır. 2. Dolayısıyla insansal öz, onda ancak bir ‘tür’ olarak, birçok bireyi salt doğal olarak birleştiren içsel, dilsiz bir genellik olarak anlaşılabilir.” 1845’te yazılan bu sözler o döneme kadar aynı insani özle ayakta duran felsefeden bir çıkış mı yoksa insani özün materyalist bir teorisi miydi? Norman Geras insan doğasının materyalizmle uyumlu olabileceğini söylüyor[5], Lucien Sève ise “VI. Tez”i bir “bilimsel özne teorisi” arayışı için kanıt haline getiriyor[6]. Balibar’ın soruna, tezi çekiştirmeden, cevap arayışını takip edebiliriz: Balibar “VI. Tez”de İnsani özün toplumsal ilişkiler tarafından üretildiğini, geleneksel felsefi tutumların bunu anlayamadığını ileri sürüyor; Marx daha bu adımda toplumsal ilişkileri aşan evrensel bir insan doğası formunu reddetmiş, onu önce gerçekliğe indirmiştir.[7]Ancak gerçeklikte de olsa ilişkiler tarafından da üretilse öz özdür ve oradadır.
Belki de Althusser’in Marx’ın aforizmik “XI. Tez”i için söylediği, “şeffaflıkları sahteydi” sözü bu noktayla ilgiliydi. Şeffaflıkların sahteliği üzerine ayrıca düşünmek, bizi önemli başka sonuçlara da ulaştırabilir ama bunun için başka bir araştırma gerekir. Şimdilik“niteliksel” süreksizliği kuşbakışı takip ediyoruz.
Dolayısıyla Alman İdeolojisi için vakit gelmiştir ve ilişkilerden üretime geçiş gündemdedir. Alman İdeolojisi’nde üretim hem insanlarla doğa arasında hem de insanların kendi aralarında (bitimsiz bir işbölümüyle) kurulan bir ilişkiydi ve bu bağlamda üretim “bilincin üretimi”ni de içeriyordu.[8] İşbölümüne dayalı üretim ve bilinç Alman İdeolojisi’ni yeni bir materyalizmin eseri haline getiriyordu.[9]Balibar işbölümü, üretim ve bilinç kavramlarının Marx’ı ideoloji kavramına nasıl taşıdığını ikna edici üç kavram üzerinden yeniden üretmektedir: Praksis, poièsis ve Theoria. Praksis, Eski Yunan’da efendilerin sadece kendi mükemmelliklerine ulaşmak için gerçekleştirdikleri, maddi olmayan “özgür” eylemdi. Poièsis ise kölelerin ürünler için gerçekleştirdikleri maddi bir eylemi anlatıyor ve poièsis etkinliğinin mükemmelliği ürünlerde aranıyordu. Ve bütünlüğü tamamlayan Theoria. Maddi etkinlik, maddi olmayan “özgür” eylem ve bilinçten oluşan bütünlük Marx’ı ideoloji kavramına ulaştırıyor.
İşbölümünün gerçek biçimi olan entelektüel (kafa) ve maddi (kol) emek arasındaki ayrımın “bilinci sınırlayan”, “bütünsel bilinç”e olanak vermeyen yapısı bir evrensellik tasarımını da beraberinde getiriyor. Dolayısıyla “ideolojik bilinç her şeyden önce bir evrensellik imkansızlığı rüyasıdır”.[10] Burada bir soruya alan açılıyor: Marksizme egemen olan, ve proletaryayı ve sınıf mücadelesini tarih yapan bir tözsellik düzeyinde konumlandıran gelenek, bu imkansızlığın aşılması girişimi değil midir?
II- Lukacs’ın Öznesi ve Kapital’in Nesnesi
Lukacs’ın tarihsel materyalizme ve Kapital’in temel mantığına uymayarak –ya da eleyici bir yorumla ele alarak– devrimci bir özne teorisine, sınıf bilincine yönelişi evrensellik imkansızlığına ve yukarıdaki soruya verilmiş bir yanıt olarak okunabilir mi? Genelleşmiş meta üretimine içsel olan nesnel yasaların dönüştürücü gücü maddeyi olduğu kadar emek gücünü de nesneleştirmiştir; işçi, emek gücünü satarken nesnelleşir ama aynı zamanda kendisini de nesnelleştiren yasaları kavrama imkanına da sahip olur.[11] Bu ise proletaryayı diğer sınıflardan ayıran biricik, ve tarih yapan konumuna yükselten niteliktir. Nesne-özne bütünlüğünün yeniden üretimi olan bu teorileştirme, tarihin materyalist açıklamasının dışına çıkarak tutarlılığa kavuşmaktadır. Lukacs’ın bu teorisi hangi kavram ve diyalektik kategorilerle ve nasıl kurulmuştur?
Lukacs’a göre şeyleşmeden bilinç olanağına, nesnellikten öznelliğe diyalektik geçiş, tarihin meta üretimi döneminde, özne-nesne özdeşliğinin gerçekleşmesiyle mümkün olmuştur. Özne-nesne özdeşliği, klasik Alman felsefesinin ayırt edici kavramıdır ve Lukacs da teorisini bu geleneğe yaslanarak kurar. Haklı olarak hep Hegel üzerinden okunan Lukacs’ın, ayrıca Fichte’nin eylemden yola çıkan özne-nesne özdeşliğinden de büyük oranda etkilendiğini ve praksis kavramını daha çok Fichte okumasıyla anlamlandırdığını görüyoruz.[12]
Lukacs’a göre modern felsefe bilincin şeyleşmiş yapısından doğmuştur. Lukacs, modern felsefenin temel sorunu olarak gördüğü özne-nesne yapay ayrımını da yine şeyleşme ile açıklamaktadır. Klasik felsefenin büyük temsilcileri “her veri özne nesne özdeşliğinin bir ürünü olarak kavranmalı ve her ikilik, temeldeki bu özdeşlikten ya da birlikten kaynaklanan özel bir durum olarak kabul edilmeliydi” diyorlardı ama bu özdeşlik bir faaliyet olarak kavranamıyordu.[13] Lukacs ise özdeşliğin kritik evresi olarak meta üretimini ve faaliyet olarak da devrimci praksisi doğuran proletaryanın öznelliğini görecektir: “Çünkü bir yandan işçi kendi sosyal varlığı içinde dolayımsız olarak tamamıyla nesnenin yanına konuluyor: İşçi kendini toplumsal sürecinde aktör, yani aktif bir taraf olarak değil, dolayımsız olarak bir nesne durumunda görür. Öte yandan onun nesne olarak oynadığı bu rol aslında hiç de dolayımsız değil. Başka bir deyişle, işçinin üretim sürecindeki düz bir nesneyi (kölelik ve serfliğin tersine) kapitalist üretim yöntemleriyle dönüştürmesi, nesnel olarak işçinin kendi işgücünü kendi bütünsel kişiliğinin önünde nesne haline getirmeye vekendine ait bir meta olarak zorlanması biçiminde oluyor. İşte burada kendini meta olarak nesne haline sokan insanda nesnellik ve öznellik arasında açılan bu gedik yüzündendir ki durum farkında olunması, bilinci edinilmesi elverişli bir biçime kavuşuyor.”[14] (Böylesine uzun bir alıntıya, Lukacs, teorisini bu bölüm üzerine kurduğu için gerek görüldü.) Görülüyor ki Lukacs, tarihte ve diyalektikte sonuşmaz gördüğü süreci meta üretiminin şeyleştirici ama aynı şeyleştirici momentin şeyleşmenin bilincine varılmasına da olanak yaratan kompleksiyle; emek gücünün hem meta (nesne) hem de özne olma (özdeşlik) haliyle nihayete erdirmektedir. Burada bilinç, tarihin diyalektik dönüşümünün zorunlu sonucu olarak ortaya çıkmaktadır ve tarihsel gelişmenin doğurduğu çelişkinin bilinç halini almasıdır.[15] Öte yandan Lukacs, şeyleşme ve bilinç özdeşliği için geliştirdiği tutarlı anlatımı, Marx’ın meta fetişizmini şeyleşme kavramı eksenli okumayla da gerekçelendirmektedir. Ancak Kapital’deki fetişizmin böylesi okunuşuna Balibar’ın itirazı var: “Lukacs’ın teorisi, ticari değerler dünyasındaöznelerin bizzat kendilerinin de evrimleştiği ve sonuç olarak ‘şeyler’ haline dönüştüğü, Verdinglichung (şeyleşme, nesneleşme) deyiminin (‘Marx’ta bu içerikte yer almaz’) bunu ifade ettiği fikrine yaslanır. Marx metalar arasındaki (denklik, fiyat, mübadele) ilişkilerinin özerklikle donanmış olduklarını, onların yalnızca kişisel ilişkilerin yerine ikame edilmelerinin değil aynı zamanda kişileri de temsil etmelerinin bundan dolayı olduğunu söylemişti. Lukacs ise iki farklı düşünceyi bir araya getirir. Birincisi –ekonomik kategorilerin ve onların yer verdiği işlemlerin– ticari nesnelliğinin her nesnelliğin, özellikle de burjuva dünyasındaki ‘bilimsel’ nesnelliğin modeli olduğu, bunun da niçin doğanın niceliksel bilimlerinin (mekanik, fizik) modern çağda, ticari (meta) ilişkilerin genelleşmesiyle aynı zamanda gelişmiş olduklarını anlamayı mümkün kıldığı fikridir. Niceliksel bilimler, doğaya kaynağını mübadele pratiklerinden alan bir öznel ve nesnel ayrımı yansıtırlar. İkincisi, hesaplama ve değer ölçümü olarak nesnelleştirme ya da aklileştirmenin tüm insani faaliyetlere yayıldığı, yani metanın tüm toplumsal konu, nesne ve amacının biçimi ve modeli haline geldiği fikridir. […] Lukacs’ın genellemesi başlı başına önemli ve göz alıcıdır ama fetişizmin tanımını Kapital’deki teorik bağlamından tamamen yalıtmak gibi bir mahzuru vardır. Oysa Kapital, hukuk ve para sorunlarını merkeze alan böylelikle de sonuçta bugün sembolik yapılar diye adlandıracağımız şeye varan tamamen başka bir yorum önerir.”[16] Burada ne meta fetişizmi ne de Balibar’ın işaret ettiği sembolik yapılar tartışmasına gireceğiz. Ancak görülüyor ki Lukacs, gerçeklik boyutu olmayan, kendi spekülatif bilinç teorisini meta fetişizmi aracılığıyla açıklama gayretindedir. Meta fetişizminin çok farklı yorumlara olanak veren karmaşık yapısı bilinmektedir ve Lukacs, özne kuruluşuna, bunların en etkilisini geliştirirken tamamen idealist bir pozisyondan yönelmiştir. Lukacs, öznenin Ekonomi Politiğin Eleştirisine Giriş’te ve Kapital’de materyalist ele alınışına itibar etmemiştir. Öte yandan Balibar’ın da ısrarla üzerinde durduğu gibi Lukacs’ın meta fetişizmi yorumları Kapital’in yerleştiği materyalist bağlamından koparılmıştır.
III- Doğal Hukukta ve Pasukanis’te Özne
Pasukanis’in, Lukacs’ın değerlendirmelerinden hayli farklı olan[17] çalışmasına geçmeden önce hukukun teorileştirilmesinde egemen akım olan “doğal hukuk”a kısaca değinmemiz gerekmektedir. Zira doğal hukuk, XVIII. Yüzyıl liberalizminde uygun biçimler bularak etkisini bugün de sürdürmektedir.
Doğal hukuk klasik idealizm örneğidir; zaman ve mekan sınırlarının ötesinde genel, soyut, değişmez bir ide hak ve adalet arayışlarını, yani toplumsal pratikleri belirlemektedir.[18] Mevzuat yığınları hukuk değil, onun sınırlı, yanlış, çarpıtılmış yansımalarıdır. Oysa olması gereken hukuk, saf halde oradadır; siyanürün dağlardan söktüğü altın gibi sökülüp alınmayı beklemektedir. Hem politik pratikler hem yargıç ameliyesi bu söküp almadan başka da bir şey olmamak gerekir.
Doğal hukuk, tutarlı teori için soyut ve ideal bir insan özne kategorisini varsayar. Bu özne, oluş halinde değil, olmuş öznedir ve tözsel bir insan doğasına, evrensel eşitlik ve özgür iradeye sahiptir. “ ‘Akıl’ ve ‘insan tabiatı’ kavramları tabii hukuk düşüncesinin başlıca iki hareket noktası olmuştur. Yunan ve Roma felsefelerinde akıl, insanı canlı ve cansız kendi dışındaki şeylerden ayıran temel nitelik sayılmış, ayrıca ‘aklın’ da, ‘insan tabiatına’ dayandığı kabul edilmiştir. ‘İnsan tabiatı’ ile kast edilen ise çoğu kez ‘insanın ideal tabiatı’ olmuştur.”[19] Burada insan doğası kavramı, insanın tözselliğini, doğadan bağımsızlaştırılmasını ve kendi biyo-organik yapısının üzerinde yeniden üretilmesini anlatmaktadır.[20]
Doğal hukukun öznesi, doğumla kazandığı doğal, devredilmez, bölünmez haklarla donatılmıştır; aşkın biçimde kurgulanan bu haklar zaman ve mekan bağlamlı değildirler ve bu yolla anlaşılamazlar. Klasik idealizm öznesinin bütün formları, doğal hukuk kurgusu için zorunludur; teori bunlarsız tutarlı bir bütünlük oluşturamaz.
Doğal hukukun bu evrenselliği, “dar anlamda, iktisadi yapıya ait olan bir başkasını yansıtır: bu, ticari mübadelenin evrenselliğidir, bunun yalnızca kapitalist üretim tarzı temelinde geliştiğini biliyoruz… Ayrıca, kapitalist üretim tarzı ile işleyişinin gerekli kıldığı hukuksal sistem arasındaki genel ilişki sorunu, tarihsel ve teorik olarak başka bir soruna bağlıdır: dolaysız üretim sürecinin iktisadi yapısı ile meta dolaşımının iktisadi yapısı arasındaki ilişki sorunu. Karşılık gelen hukuksal kategorilerin zorunlu varlığını açıklayan şey, üretim süreci analizinde ‘ticari kategoriler’in zorunlu varlığıdır”[21]. Pasukanis de doğal hukukun öznesiyle ilgilenmekte; onu meta dolaşımının manyetik uzamında yeniden düşünmektedir. Zira hukuk öznesi, doğal hukuk aracılığıyla yeryüzünde eksiksiz bir donanımla dolaşıma sokulmuştur. Doğal hukukun öznesi, Hıristiyanlık aracılığıyla etkili olduğu XII. Yüzyıl ve devamında, bütün kudretli soyutluğu ve evrenselliğiyle tanrıydı. XVI. Yüzyıldan itibaren silikleşmeye başlayan tanrı kudretinin yerini, tanrınınkine yakın hikmetlerle bezenmiş haldeki insan özne almaya başlamıştır. Bu yönüyle klasik felsefe, her iki öznenin tarihi olarak da okunmaya müsaittir. Stoacı felsefeden SaintThomas Aquinas’a, Kant’tan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ne kadar takip edilebilir bir çizgi oluşturan mutlak insan kavramı ve doğal hukuk, özellikle John Locke ile birlikte, liberalizmin ve modern özne teorisinin temelini oluşturmuş, Jean-Jaques Rousseau’yla da doğal eşitçiliğe ulaşmıştır.
Marx’ın da gençlik eserlerinde, Hegelci düşünsel sistem içinde yazdığı dönemde, insan doğasını kategorik olarak reddetmediği, Kutsal Aile, Yahudi Sorunu gibi eserlerini bu kavram ekseninde oluşturduğu vurgulanmalıdır. Balibar da Marx’ın 1844 Elyazmaları’ndaki “insan haklarının ezeli oluşuna ve değerine” dönük ifadelere dikkat çekmektedir.[22] Ancak Grundrisse ve Kapital“meta dolaşımı ile özgürlük ve eşitlik sistemi arasındaki ayrıcalıklı bağ”ı yakalar.[23] Bu bağın takipçisi Pasukanis’tir.
Kapitalist üretim etkinliğinin eski örgütlenmelerin sınırlarını zorladığı bir dönemde, evrensel kapitalist üretim zorunlu olarak özgür ve eşit ahlaki vehukuksal değerlerle donatılmış olan soyut bir özneyi de koşulluyordu. Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm burada devreye giriyor: “İnsan emeği ürünlerinin birbirleri ile değerler olarak ilişki kurabilmesi için insanların karşılıklı olarak, bağımsız ve eşit bireyler gibi hareket etmesi zorunludur… Ahlaki özne yani, diğerleriyle eşit bir kişi olarak insan, değer yasası temelindeki mübadelenin önkoşulundan başka bir şey değildir.[24] Açıkça izleyebiliyoruz; Pasukanis’in hukuk teorisinde kurucu önemi haiz özne kategorisi, doğrudan meta mübadelesine bağlanmıştır; özne, meta mübadelesinin taşıyıcısı olduğu oranda özgür ve eşit insana dönüşmekte, gerçekliğini de birbirini tamamlayan üç tür özneyle kurmaktadır: Hukuksal özne, bencil özne ve ahlaki özne. Doğal hukuk bu yeni hukuksal biçimler için evrensel düzeyde felsefi ve politik önermelere sahipti. John Locke’un ünlü “hayat, hürriyet, mülkiyet” üçlüsü ve devletin varlığını bu temel üç “hak”la açıklayan sistemi göz önüne getirildiğinde, “insana içrek hakların gerçek cenneti”nin[25] evrensel anlamına ulaşmak olanaklı hale gelmektedir.[26] Bugün birinci kuşak haklar diye adlandırılan ve yukarıdaki üçlü çevresinde kurgulanan haklar dizisi evrensel insan doğası üzerinde var olmaktadır.
Pasukanis hem doğal hukukun özne açıklamasından hem de Lukacs’ın özne teorisinden ötede, materyalist bir planda ele aldığı bir özne tanımına ulaşmıştır. Pasukanis’in öznesi bütünüyle meta mübadelesinin genişleyen yapısına ve pazarın kuruluş gereklerine bağlıdır. Daha genel kavramlarla ifade edilecek olursa, Pasukanis’te özne, üretici güçler dönümünün kaçınılmaz sonucudur. “İnsan tam da bu mübadele ilişkisinde kendini belirleme biçimsel özgürlüğünü fiilen gerçekleştirir. Piyasa ilişkisi, özne ile nesne arasındaki karşıtlığı, hukuksal bir özgünlük olarak, gözler önüne serer. Nesne metadır, özne ise elde etme ve elden çıkarma işlemi sırasında ona sahip olan malsahibidir. Bu mübadele ilişkisinde özne ilk kez kendini bütün belirlenimleriyle ortaya koyar. Hukukçuların, ‘özne’ ve ‘öznel hak’ kavramlarına ilişkin kurgularında etkin irade unsurundan vazgeçmelerinin bu kadar zor olmasının nedeni budur. Öznel hak biçimi kazanan egemenlik alanı, emek ürününe değer atfedilmesi gibi bireye atfedilen toplumsal bir olgudur. Meta fetişizmi hukuk fetişizmiyle tamamlanmaktadır.”[27] Pasukanis’in meta fetişizminini Lukacs’tan bambaşka bir şekilde yorumladığı bu alıntıyla açık biçimde ortaya çıkmaktadır. Lukacs aynı nedenle, yukarıda anlatmaya çalıştığımız spekülatif bir özneye yönelirken Pasukanis özneyi metanın kişileşmesinin tamamlayıcı boyutu olarak yorumlamaktadır: “Emek ürünü, meta özelliğini kazanır ve değer taşıyıcısı haline gelirken, insan da hak taşıyıcısı ve hukuksal özne haline gelir.”[28] Anlaşılacağı üzere Lukacs mata mübadelesinişeyleşme formunda yorumlayıp parlak bir özne teorisine yönelirken, Pasukanis özneyi meta mübadelesinin (nesnellik) zorunlu sonucu olarak düşünmektedir. Modern insan hakları hukuku kendini tam da hukuksal fetişizmle var etmektedir. İnsan hakları hukukundaki fetişizmin kaynağında yine sisler içindeki insan özne vardır. Nedir haklarla kişilik kazanmış özne? “Gerçeklerden soyutlanmış ve bir sis perdesine bürünmüş gerçek mal sahibinden başka bir şey değildir.”[29]
Öte yandan Pasukanis, hukuku meta mübadelesine bakışımlı[30] ve Lukacs’ınkinden bambaşka bir konumda ele aldığı çalışmasında Kapital’in meta analizini izler ve hukuku vasat ve sağduyusal kavrayışın ötesine taşımaya, onu “havada asılı” kanunlar ve yönetmeliklerden üretim ilişkilerine taşımaya çalışır: Hukuk kuralı ya doğrudan doğruya maddi ilişkilerden ileri gelir ya da gelecekteki maddi gerçekliğin önceden kanunla tanımlanmış biçimi olarak belirmektedir.[31] Hukukta “temel hak ve özgürlükler” diye tanımlanan ve XVII. Yüzyıldaki burjuva devrimlerinden günümüze, değişmeden uzanan kategori biraz yakından incelenince, Pasukanis’in meta mübadelesi temelli açıklaması gerçeklik kazanmaktadır.
Meta mübadelesinin genişleyip mekan kavramını silikleştirici bir hızda dünyayı dolaşmaya başlamasıyla “evrensel insan hakları” biçiminin bakışımlılığı: “Genel belirlenimiyle hukuk, biçim olarak hukuk da sadece uzman hukukçuların kuramlarında ve zihinlerinde yaşamaz. Bir düşünce sistemi olarak değil, üretim ilişkilerinin baskısı altında, insanların bilinçli tercihlerine dayanmadan oluşan özel ilişkiler sistemi olarak ortaya çıkan gerçek, paralel bir tarihi vardır. İnsanın hukuksal özne haline gelişi, doğal ürünü, değerin gizil özellikleriyle donanmış metaya çeviren zorunlulukla aynıdır.”[32] Pasukanis’in vurgusu dikkate alındığında, doğal hukukun ihtişamlı öznesini anlayabiliriz: “Nasıl Roma Hukuku’ndaki meta olarak insan, yani köle, meta sahibi birey olarak ortaya çıktığında ve dolaşıma dahil olduğunda özneye dönüşürse”[33], ücretli emek sahibi de meta mübadelesinin evrensel pazarı için soyut, özgür veeşit bir hukuksal özneye dönüşmüştür; meta mübadelesinin zorunlu biçimi olan ‘özgürlük’ün ayağa kaldırdığı kudretli insan! Pasukanis’in meta mübadelesi temelli açıklamasından sonra, üretici güçlerin her dönüşümünün, zorunlu olarak yeni bir özne yarattığını görüyoruz. Eşitlik, kapitalist değer yasasıyla temellenen meta mübadelesinin önkoşulu olarak vardır. Mülkiyet, yine aynı mübadelenin olmazsa olmaz yapısıdır. Bu iki kategori, eşitlik ve mülkiyet bencil, mağrur ve kudretli bir iktisadi özneyi de beraberinde getirir. “Birbirine indirgenemez ve görünüşte çelişkili olan bu üç belirlenim bir bütün olarak değer ilişkisinin, yani üretim sürecinde gerçekleşen insan ilişkilerinin, mübadele konusu ürünlerin nesneleşmiş bir özelliği olarak göründüğü bir ilişkinin gerçekleşmesi için gerekli koşulların tümünü ifade etmektedir.”[34] Dolayısıyla meta mübadelesi sürecinin öznesi de hayat, hürriyet, mülkiyet kutsal değerleriyle var olmak zorundaydı; sermayenin dolaşımı ve kapitalist pazarın kuruluşu bu kutsal değerlerle anlam bulan özne olmadan olamazdı. “Sermaye bir süreçtir, bir şey değil. Toplumsal hayatın meta üretimi aracılığıyla yeniden üretimi sürecidir.”[35] Özne ise bu sürecin ürünüdür, sonucudur; süreci yaratan değil.
Sonuç
Doğal hukukun evrensel ve soyut bir özne üzerine kurguladığı hukuk teorisi çok güçlüdür. Bu gücü, onun insan hakları hukuku bağlamında yeniden canlanmış olmasında da görmek olanaklıdır. Ancak doğal hukuk hak ve adalet kavramları ekseninde insancıl hukuk önerirken hukuku zaman ve mekan ötesi bir kavrama dönüştürmekte ve onun materyalist bir açıklamasına olanak vermemektedir. Oysa Pasukanis’in teorileştirmesinde gördüğümüz üzere doğal hukukun ikinci büyük yükselişi, kapitalizmin gelişmesiyle olanaklı hale gelmiştir. Doğal hukukun evrensel ve soyut kişisi meta mübadelesine gerekli olan özgür sözleşmeci için biçilmiş kaftan gibiydi ve kapitalist yükselişle eklemlenmesi uzun sürmedi.
Lukacs’ın Hegel’in “tin”inden yola çıkarak kurduğu özne (sınıf bilinci) ise tutarlı ve idealist bir felsefi akıl yürütmedir. Lukacs’ın bu teorisi, genellikle 1920’lerin yükselen sınıf konjonktürüyle gerekçelendirilmeye çalışılmaktadır. Ancak Lukacs’ın işçi sınıfının gerçek varlığından değil Hegel’in diyalektik ve tarih kategorilerinden hareket ettiği açıktır. Dolayısıyla Lukacs’ın sınıf bilinci yaklaşımı konjonktür ötesi bir tarih yorumu ya da tarihin sonudur.
‘Özne’ye yukarıdaki iki yaklaşımdan farklı ama doğal hukuku da materyalize eden bir tarzda yaklaşan Pasukanis ise farklı teorik sonuçlara ulaşmıştır. Fetişizmin sahtelik ve gerçeklik boyutlarını bir arada barındıran yapısı, hukuka da benzer bir nitelik kazandırmıştır; hukuk bir yandan meta mübadelesinin biçimi iken, öbür yandan soyut bir hak idesiyle özneyi “haklar”la sarmalamaktadır. Pasukanis buradaki ikili karakteri yani hukuk fetişizmini açığa çıkarmaya çalışmaktadır. Ona göre hukuk, temelde özneler arası bir ilişki olan hukuksal ilişkide varlık kazanmaktadır. Özneler ise meta mübadelesinin tarihsel yükselişinin zorunlu sonuçları olarak eşit (ahlaki özne), mülk sahibi (hukuksal özne) ve iktisadi (benci özne) kategorilerle birlikte üçlü bir görünüm almaktadır, ve bu görünümler meta fetişizmini hukuksal olarak tamamlamaktadır.
[1] Evgeny B. Pasukanis, Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm, Çev.: Onur Karahanoğulları, 1. Baskı, İstanbul: Birikim Yayınları, 2002
[2] Onur Karahanoğulları, “Önsöz”, Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm, s.10.
[3] Louis Althusser, Marx İçin, Çev.: A. Işık Ergüden, 1. Basım, İstanbul: İthaki Yayınları, 2002, s.205.
[4] İfade edilen bağlamda Balibar düşüncesinin ayrıntılı ve etkili yorumu için: Taner Timur, Marksizm, İnsan ve Toplum, 1. Baskı, İstanbul: Yordam Kitap, 2007.
[5] Norman Geras, Marx ve İnsan Doğası, Çev.: İsmet Akça – M. Görkem Doğan, 1. Basım, İstanbul: Birikim Yay., 2002, s. 106-107.
[6] Timur, Marksizm, İnsan ve Toplum, s. 84 vd.
[7] Etienne Balibar, Marx’ın Felsefesi, Çev: Ömer Laçiner, 2. Basım, İstanbul: Birikim Yayınları, 2000, s.44.
[8] Balibar, s.58.
[9] Balibar, s.57.
[10] Balibar, 67.
[11] Gülnur Acar-Savran, Özne-Yapı Gerilimi, 1. Basım, İstanbul: Kanat Kitap, 2006, s.203.
[12] György Lukacs, Tarih ve Sınıf Bilinci, Çev.: Yılmaz Öner, İstanbul: Belge Yayınları, 2006, s.204-205
[13] Lukacs, s.205.
[14] Lukacs, s.261.
[15] Lukacs, s.273.
[16] Balibar, s. 94-95
[17] Balibar, s. 96.
[18] Niyazi Öktem – Ahmet Ulvi Türkbağ, Felsefe, Sosyoloji, Hukuk ve Devlet, 3. Basım, İstanbul: Der Yayınları, 2003, s.64.
[19] Adnan Güriz, Hukuk Felsefesi, 4. Basım, Ankara: Ankara Üniversitesi Hukuk Fak. Yayınları, 1996, s.150-151.
[20] Norman Geras, Marx ve İnsan Doğası, s.106. (Geras burada, “İnsan doğası kisvesi altındaki” idealistleri eleştirmektedir. Kendisi ise “sahici materyalizm” adına gerçek insan doğasını savunuyor!)
[21] Louis Althusser-Etienne Balibar ve diğerleri, Kapital’i Okumak, Çev: A. Işık Ergüden, 1. Basım, İstanbul: İthaki Yayınları, 2007, s.542-543.
[22] Balibar, s.98.
[23] Balibar, s.99. (Karşı düşünce için bak.: Norman Geras, Marx ve İnsan Doğası, s.84-85. Geras burada insan doğası kavramının Marx’ın bütün eserlerinde aynı temayla benimsendiğini, kavramın bir süreklilik oluşturduğunu, Marx’tan seçilmiş alıntılarla ve naifçe, savlamaktadır.)
[24] Pasukanis, s.157-158.
[25] Balibar, s.100. (Althusser’in epistemolojik kopuşu, teorik ve tarihsel, “niteliksel” bir süreksizlik biçimini alır diye nitelemesi özel bir dikkati gerektiriyor. Öyle görünüyor ki Althusser, genel diyalektik anlatımlarında sıkça başvurulan süreklilik içinde kopuş kategorisinden bir hayli uzaktadır. Bu meselenin konumuz açısından önemi şuradadır: Hem Norman Geras hem de Lucien Sève Marx’taki insan doğası kavramının, farklılaşmasına karşın,sürekliliğini ileri sürmektedirler. Ayrıntılı tartışma için bak.: Taner Timur,Marksizm, İnsan ve Toplum.)
[26] Güriz, s.152.
[27] Pasukanis, s.117-118.
[28] Pasukanis, s.113.
[29] Pasukanis, s. 122.
[30] Balibar, Marx’ın Felsefesi, s.96.
[31] Pasukanis, s.85.
[32] Pasukanis, s.64. (Vurgu sonradan eklendi.)
[33] Pasukanis, s.113 (Dipnot 12)
[34] Pasukanis, s. 158.
[35] David Harvey, Postmodernliğin Durumu, Çev.: Sungur Savran, 3. Basım, İstanbul: Metis Yayınları, 2003, s.376
-Bu makale http://www.teorivepolitika.net/index.php/arsiv/item/390-hukuk-ve-ozne-oznenin-materyalist-bir-tanimi linkinden alınmıştır.