1

Kanunlar, örümcek ağlarına benzerler; küçük sinekler yakalanır, büyük sinekler ağı delip geçerler.” (Marcus Aurelius – Romalı Stoa Filozofu) 

 

İnsanın Hürriyet Problemi

Size Raskolnikov’dan bahsetmek istiyorum. Cahit Zarifoğlu’nun bir şiirinde “Raskolnikov müthiş bir Allah ağrısı çekmektedir” dediği kişiden. Zarifoğlu, şiirin daha sonraki basımlarında bu ağrıyı iman ağrısı olarak değiştirse de aynı kapıya çıkmaz mı? Evet, Raskolnikov. İnsanoğlunun iç dünyasında varolan bütün sınırları kaldırmaya çalışarak adeta Tanrıyla kavgaya girişen, çektiği ızdırap ve iç çatışmayla beşerî ve uhrevî ilimlerin ilgi sahasına giren, yaşadığı ‘Suç ve Ceza’ ikilemiyle, hemen herkesin insan temelinde kendinden bir şeyler bulabildiği, Rasim Özdenören’in ifadesiyle, “Edebiyat tarihinin en mükemmel tiplemesi” olan Raskolnikov. Asla tatmin olmayan bir kalp, sinirleri cinnet hamuruyla yoğuran bir akıl, bütün kalıpları parçalamak isteyen bir zekâ, Tanrı’nın iradesine savaş açan bir ruh, akılla vahiy arasında med-cezirler yaşayan bir ontolojik muhasebe ile Raskolnikov, dışarıda en yalnız, içerde en kalabalık hayatlardan birini yaşamış bir insandır.

Önce yazar

Rus Edebiyatı’nın en büyüklerinden Fyodor Mihayiloviç Dostoyevski, 30 Ekim 1821 Moskova doğumludur. Annesi tüccar kızı, babası askerî doktor olan yazarın, pek de iyi bir çocukluk yaşadığı söylenemez. Astığım astık, kestiğim kestik bir baba, sert ve katı bir disiplin ve bunun üstüne fakir bir ortamda yetişen Dosto’nun, arkadaşsız, tecrübesiz ve hürriyetten uzak bir çocukluğa sahip olduğu söylenebilir. Babasının tercihiyle yazıldığı Askerî okulu terkedip kendini yazı hayatına adamasında, hürriyet özlemi belki de birinci nedendir. Zaten onun bütün eserlerinde, çocukluğunda yaşadığı fakirlik, katı aile disiplini, özgürlük problemi, geçirdiği epilepsi nöbetleri, değişik kahramanların hayatına serpiştirilmiş bir şekilde yaşar. İlk eseri ‘İnsancıklar’ı yazmaya başladığı dönemdeyiz. Kitap tamamlanıp Nekrasof’a sunulduğunda, devrin ünlü eleştirmeni Belinski’ye, “Yeni bir Gogol doğdu” müjdesi verilir. Yüz elli yıl sonra bile, eserleri hâlâ tartışılan, dünyanın her tarafında adı konuşulan Dostoyevski’yi, edebiyat dünyasına kazandıran kişi Belinski olur.

grafik

Gençlik yıllarında Sosyalist ütopyayla ilgilenen Dostoyevski, 28 yaşında, bir gece ansızın kapısı çalınıp apar topar askerler tarafından götürülür ve idama mahkum edilir. 22 Aralık 1849 sabahı, idam edilmek için sıraya dizildikleri sırada, son anda Çarın emriyle idamdan kurtulup Sibirya’da 4 yıl kürek, 5 yıl da sürgün cezasına çarptırılan Dostoyevski’nin mahkumiyet hayatında, İncil’den başka hiçbir kitap yer almaz. Cezası bitip St. Petersburg’a döndüğünde, artık başka bir adamdır Dostoyevski. 38 yaşındadır ve bundan sonraki eserlerinde mistik unsurlar çoğalmakta, Tanrı inancı, kaybedilen özgürlük teması ve insanın var olmak problemi gibi konular yer almaktadır romanlarında. Özellikle “Yeraltından Notlar” (1864), çaresiz modern insanın hayat karşısında tutunamamasının, ruhsal olarak yaralanmasının, varoluşunu dünyaya haykırmak isterken, giderek kabuğuna çekilmesinin hikayesidir.

‘Suç ve Ceza’, Dostoyevski’nin 1866’da (45 yaşında) yayınlanan ustalık eseridir. Tahlil kısmına geçmeden önce Dostoyevski’yi ve bu romanı tanımaya çalışalım. Rasim Özdenören, “Dostoyevski’nin İlhamı” isimli yazısında şunları söylüyor:

“Dostoyevski’nin yapabildiğini, yapabilmek için, onunki kadar nüfuzlu bir göze sahip olmak gerekir. Söylendiğine göre, o, suç ve ceza romanının konusunu basit bir gazete haberinden ilham almıştı. Her gün hepimiz, gazetelerde buna benzer nice haberlere rastlıyor, belki de adi zabıta haberlerinden sayarak okuma gereğini bile duymuyoruz; okusak bile o vakanın arkasında yatan, toplumumuza ve insanımıza ait gerçekleri görebildiğimiz söylenebilir mi? Dostoyevski’ye ilham veren zabıta vakası şuymuş: Bir üniversite öğrencisi tefeci bir kadını öldürmüş, sonra yakalanıp tutuklanmış. Suç ve Ceza romanı, bu kadar basit bir vakıadan kaynaklanmıştır. Ancak o romanda, Dostoyevski, suça ve cezaya ait, sonradan kriminologların araştırmalarına konu olan pek çok kuramı dile getirmiş, romanın kahramanın Raskolnikov’un kişiliğinde belli bir cani tipini sergilemiş, Freud’dan önce bilinçaltını kurcalamaya başlamış, dahası eserleriyle Freud’dan, kriminolog Ferri’ye, filozof Bergson’a, yirminci yüzyılın belli başlı bütün yazarlarına ilham vermiş, kaynaklık etmiştir.”

 Ve Cemil Meriç. “Dosto ve Biz” adlı yazısından:

“Suç ve Ceza, baştan sonuna kadar okuduğum, büyük bir kısmını çevirdiğim, daha doğrusu çevirdiğimi sandığım ilk yabancı kitap. Bu bir keşifti. Kristof kolomb’un önüne Amerika’yı çıkaran kader, benim karşıma da Dosto’yu çıkarmıştı, Dosto’yu yani sonsuzu. Bu girdaplar ve zirveler dünyasında, tek başıma dolaşacak yaşta değildim. Kıyıdan seyrettim ummanı. Aylarca Raskolnikov’u yaşadım. Sonya’yı sayıkladım aylarca… Bir ölüyü öldürmüştü Raskolnikov, bir abesi yok etmişti… Anlayamazdım Dosto’yu. İnsanın kendi kendisi ile kavgasını anlayamıyordum. Dünyada iyiler ve kötüler vardı. Raskolnikov, gençti ve acı çekiyordu. Niçin yaşadığı belli olmayan bir tecritti tefeci kadın. Elbette izale edilecekti, hayatın kanunuydu bu. Dosto’nun dünyası, uçakla üzerinden geçilecek herhangi bir harita parçası değil. Dosto, insanlığın ezelî davalarını mihraklaştıran bir romancı. Balzac’ın kahramanı onunkiler yanında tek buutlu; birer ‘komedi’ kahramanı hepsi de, terbiyeli ve uslu birer kahraman. Fransız romancısının delileri bile akıllı. Mükemmelin romancısı Balzac, mütekâmilin romancısı. Kucağında yaşadığı toplum da sıhhatli, kendisi gibi. Sıhhatli, yani bir tarafı noksan. Biz, Balzac’tan fazla Dosto’ya yakınız. Acılarımızla, zilletlerimizle, hayal kırıklıklarımızla. Dosto’yu anlayabilir miyiz? Evet. Hem de Batı’nın bütün romancılarından çok. 1968’den beri kurbanı veya seyircisi olduğumuz trajediyi, bütün çıplaklığı, bütün eziciliği ile Ecinniler’de yaşıyoruz. Sosyalizm, anarşizm, batıcılık… Dosto, bütün dertlerimizin üstünde düşünmüş, tabiî bir Rus milliyetçisi olarak.”

3

Başka bir açıdan bakalım ve “Dostoyevski ne zaman okunur?” sorusuna yanıt arayalım bir de. Hermann Hesse’i dinliyoruz:

“Ancak tükenmişsek, artık acı çekme kabiliyetimizin sonuna değin acı çekmişsek ve yaşamın bütününü kor gibi yakan tek bir yara olarak hissediyorsak, eğer çaresizlik soluyorsak ve umutsuzluğun ölümlerini ölmüşsek, işte o zaman okumalıyız Dostoyevski’yi.

Ancak tükenmişlikten ötürü yapayalnız kalmışsak ve yaşama, felce uğramışçasına bakıyorsak, o yaşamı artık vahşî, güzel acımasızlığıyla kavrayamıyorsak ve ondan artık hiçbir şey almak istemiyorsak, işte o zaman bu korkunç ve gizemli yazarın müziğine açığız demektir… Ancak o zaman onun korkutucu ve çoğu zaman da cehennemden farksız dünyasının olağanüstü anlamını yaşayabiliriz.”

 Ve bir sinema dehası. Kamera arkasından dünyayı yorumlayan Akira Kurosawa. Bir de onu dinleyelim:

“İnsanoğlunun çekebileceği acı ve bunalımların en ağır ve katlanılmaz gibi görünenlerini en ince ayrıntılarına dek irdeleyip işleyen Dostoyevski’nin bakışlarındaki ölçüsüz sevecenlikte insanüstü bir özellik vardır. Ondan başka hiçbir romancı, hiçbir zaman insanoğlunu böylesine namusluca, böylesine derinlemesine ve böylesine sevgiyle tanımlamamıştır. Dostoyevski, insanoğlunun davranışlarını en yalın durumdan ele alıp acıların son kertesine dek araştırır ve çözümler; işte bu nedenle de onun kahramanları gerçekten olağanüstü kişilerdir.”

4

Şimdi eser

Ve “Suç ve Ceza.” Dış dünyanın tek düzeliğine kapılan romanı başka bir sahaya çeken, insanın iç dünyasına inen, ruhunun girdaplarında dolaşan Dostoyevski. Özetleyelim:

Raskolnikov, fakir, içine kapanık, kalabalığa karışmayı sevmeyen ama iç dünyasında muhteşem bir kalabalıkla yaşayan, hukuk fakültesinden ayrılmış başarılı bir öğrencidir. Avrupa kaynaklı siyasî ve felsefî düşüncelerin etkisi altındadır. İnsanları “Sıradan ve olağanüstü” olmak üzere kafasında ikiye ayırmaktadır. Onun dünyasında, “Sıradan insanlar acı çekmeyi beceremezler. Ancak büyük insanlar büyük acılara katlanabilirler.” Ve bu olağanüstü insanların gayeleri uğruna işlediği cinayetler ve döktüğü kanlar suç değildir. İçinde bir deha taşıdığına inanmaktadır Raskolnikov. Bu amaçla, güçlü ve güçsüz insanlar karşıtlığında, kendi yerini tespit edebilmek için, zaten borçlu olduğu bir tefeci kadını kendine kurban olarak seçer. Bu kararı uygularken pek de rahat olmamasına rağmen, tefeci kadını, baltayla kafasını yararak öldürür. Ne ki, karşısına ummadığı bir kişi daha çıkar, o da tefeci kadının üvey kızkardeşi Lizavetta. Raskolnikov, masum kızı da, baltayla alnını yararak öldürür. Birkaç ufak engeli de aşıp, kimseye görünmeden eve gelir ve yatağa serilir. İşte her şey bundan sonra başlar. Artık ikiye bölünmüştür. Bazen kendisinin, bazen de öldürdüğü kocakarının avukatlığını yaparak, kafasını duruşma yeri haline getirir.

Ben ve Öteki Dostoyevski hakkında kitabı bulunan Henri Troyat, onun için şöyle bir tespitte bulunur: “Dostoyevski, gökle yer arasında asılı kalmıştır. Hem gök, hem de yer tarafından etkilenmiştir.” Bunu göze alarak “Suç ve Ceza”nın kahramanı Raskolnikov’un taşıdığı psikolojiye bir göz atalım: Raskolnikov, her şeyden önce kendini sosyal hayattan soyutlamış bir gençtir. Fakülteyi terketmiş, bir pansiyon odasında tek başına yaşamaya başlamıştır. İç dünyası dengesizliklerle doludur. Bir tarafta geleneksel Hristiyanlık kültürüne, diğer tarafta Rusya’yı kasıp kavuran Avrupa kökenli felsefî ve siyasî (Sosyalist) düşüncelere sahiptir. Buradan yola çıkarak dengesiz bir ruha sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca sık sık nöbetler geçirmektedir ki, ruh sağlığı yanında beden sağlığı da iyi değildir. Dul bir kadın olan annesinin güçlükle gönderdiği parayla geçimini sürdürmekte, bunun yanında parasız kaldığı vakit, eşyalarını tefeci bir kadına rehin vererek ondan faizle borç para almaktadır. Genellikle vaktini bu pansiyon odasında geçirmekte, bazen günlerce dışarı çıkmamakta, zamanını düşünerek ve uyuyarak, bazen çıkıp dolaşarak geçirmektedir. İnsanları değerlendirirken, araya bir çizgi çeker Raskolnikov. Bir tarafta sıradan, basit insanlar vardır. Dünyevî olan her şeyi paylaşarak yaşamaya çalışan sıradan insanlar. Kendisi bu (kendi tarifiyle bir bit veya bir örümcek olan) insanlardan değildir. Çizginin diğer tarafında, üstün insanların arasında yer alır. Aykırı bir bakışa sahiptir, kalabalığın dışında, evrenin bir kenarında yapayalnızdır, ne ki bundan garip bir zevk de duyar. “Ben tek başınayım, onlar hep birlikte” demektedir. İşadamlarını, mevki sahiplerini, para kazanabilenleri inceleyip durmaktadır. Bu sağlam sinirli kişilerin düşünceden tamamen yoksun kişiler olduğu kanaatindedir.

Belirlenmiş kalıpların, kabul edilmiş kuralların içinde, hayatın emrettiği yolda yürüyen bu insanların dünyasında her şey bellidir: “Afedersiniz, başkaldırmak olanaksızdır. İki kere iki dört eder. Doğa size danışmaz; sizin isteklerinizle uğraşmaz, yasaklarının sizin hoşunuza gidip gitmediğine kafa yormaz. Onun için siz duvarı ve onun sonuçlarını olduğu gibi kabullenmek zorundasınız. Duvar bir duvardır.” İşte Raskolnikov, çizginin öte tarafından buna itiraz eder: “Ama ya ben, şu ya da bu nedenle bu yasalardan hoşlanmıyorsam? Doğanın ve aritmetiğin yasalarının bir işe yaramadığını düşünüyorsam? Bu duvarı yıkacak yeterli güçlerim olmadığına göre, onu alnımla parçalamayacağım elbette; ama bu bir taş duvardır ve benim de güçlerim yeterli değildir. Üstelik bu koca duvar, iki kere iki dört eder gibi, akılcı bir temel üzerine örülmüş diye, insanlara bir yatışma, küçük bir mutluluk sağlıyor diye onunla uzlaşmayacağım.” Başka bir ifadeyle Raskolnikov, yasak bölgeye saldırmaktadır. Duvarı aşıp öte tarafa geçmeye niyetlidir. Yani yaşadığı çatışma, insanlarla değil, aslında Tanrı ile arasında cereyan etmektedir. Sosyal hayatın kurallarını reddeden ve bu hayatı yaşayan sıradan insanları bir örümceğe benzeten Raskolnikov, onlardan biri olmadığını, üstün bir dehaya sahip olduğunu kendine ispatlamak için tefeci kocakarıyı öldürmeye karar verir. Bu, onun diğer insanlarla arasında farklar bulunduğunu görmek için kendine seçtiği bir yoldur.

İnsanoğlunun en temel meşgalesi olan hürriyet (iradenin hürriyeti ve sınırları) problemini ağırlıklı olarak sorgulayan romanda, Raskolnikov’un, işlediği suçun temellerine inersek; öncelikle bunun, varlığını anlamlı kılma (özgürleştirme) ve meşrulaştırma problemi olduğunu kaydedelim. Her şeyden önce Raskolnikov, kendi içinde çift kişiliğe sahip bir karakterdir. Bu, Dostoyevski’nin hemen her roman kahramanında rastlanabilen bir durumdur. Raskolnikov, bir yandan iki insanı, kafasını baltayla yarıp öldürecek kadar katı ve cani, diğer yandan bir çocuğu kurtarmak için alevler içindeki bir eve gözünü kırpmadan girecek kadar şefkatli, arabanın altında ezilerek ölen Marmeladov’un karısına cenaze masraflarını karşılaması için cebindeki bütün parayı verecek kadar da merhametli bir karakterdir.

Durkheim’ın tarifine göre “Suç, toplum halinde yaşama şartlarına yönelmiş her türlü saldırıdır.” Genel bir ifadeyle söyleyecek olursak suç; sosyal düzenin adaletsizliğine bir başkaldırıdır, diyebiliriz. Tabi bu o dönem içinde Rusya’nın Sosyalist aydınlarının görüşüdür. Bu tanımları Raskolnikov, fakülteden arkadaşı Razumihin, polis memuru Porfiri Petroviç arasında geçen konuşmayı değerlendirerek ele lalalım. Ortada bir tartışma vardır. O da suçun unsurları ile ilgilidir. Razumihin, Sosyalist aydınların yukarıdaki görüşünü şöyle anlatır: “Onlara göre, bütün kötülüklerin sebebini ‘çevrenin bozukluğunda’ aramak lazım. Şayet toplum, normal biçimde düzenlenecek olursa, ortada protesto edilecek bir şey kalmayacağına göre, bütün suçlar hemen kalkıverecek. Herkes bir anda âdil oluverecek…” Polis memuru Petroviç de bu görüşe katılmaktadır. Ona göre, kırk yaşındaki bir adamın on yaşındaki bir kızı kirletmesinde en önemli faktör çevredir. Ancak Raskolnikov suç kavramı üzerinde farklı düşünmektedir. Raskolnikov’a göre, fevkalade insanların (dehaların) kendi ideallerini gerçekleştirmek uğruna vicdanının sesine uyarak kanunu çiğnemeleri suç değildir. “İnsanlar tabiat kanunları gereğince, umumiyetle iki sınıfa ayrılırlar: aşağı sınıf (alelade insanlar) dediğimiz insanlar ki, biricik ödevleri, kendileri gibi birtakım varlıkların çoğalmasına yarıyacak materyal vazifesi görmekten ibarettir. Bir de kendi çevrelerinde ‘yeni bir söz söylemek’ kabiliyet ve istidadını kendinde gören insanlar…..” “Bu birinci grup insanlar daima bugünün; ikinci grup insanlarsa yarının efendileridir.” Hemen belirtelim ki, Raskolnikov’un görüşünde en ilginç husus, (ki polis memuru Petroviç’in dikkatini çeken nokta da budur) ideal sahibi (Mesela bir Kepler, Newton, Neron, Napolyon gibi) insanların gayeleri uğruna, hem de vicdanının sesine uyarak kan dökmelerinin suç olmayışıdır. Ancak bu şekilde topluma bir yenilik katabilirler. Burada suçun unsurları haliyle değişmektedir. Öncelikle bir eylemin suç sayılabilmesi için Raskolnikov’a göre, o işi yapan insanın alelade bir insan olması ve toplumun geçerli kurallarına uyması gerekmektedir. Buraya geri dönmek kaydıyla devam edelim.

Tanrının Adaleti: “Acı Çekmek Ruhun Fiyakasıdır”

Raskolnikov, içinde yaşadığı cemiyetin bir ferdi olarak kurulu düzene karşı isyan içindedir. Peki bu isyanında haklı mıdır? Dostoyevski’nin roman içinde Petersburg yaşamına dair verdiği ipuçlarına göre değerlendirirsek, Raskolnikov’u anlamak kolaylaşır.

6

Örneğin romanda geçen, bir meyhanede rastlayıp Raskolnikov’a hayatını anlatan Marmeladov. Aç karısının, açlıktan bağrışan çocuklarının parasını çalıp içkiye verecek kadar alçalmış, yaşadığı fakirliğin boyutları sefalete varmış, memurluğundan olmuş, çaresizlikten kendini içkiye vermiş bir ayyaştır. Onun şu sözleri, yaşadığı hayatı gözler önüne sermektedir: “Fakirlik ayıp değil; bunu bilirim. Sarhoşluğun da bir fazilet olmadığını daha iyi bilirim. Ama sefalet muhterem efendim, ayıptır. Fukaralıkta yaradılışınızın soylu duygularını koruyabilirsiniz! Sefalette ise, bunu hiç kimse, hiçbir zaman yapamamıştır. Sefalete düşmüş bir kimseyi toplum dışına atmak için sopayla kovmazlar da, süpürgeyle süpürürler; bu, onu daha alçaltmak içindir.” Diğer taraftan, sarhoş babasına rakı, üvey annesine, üvey kırkardeşlerine bir lokma ekmek tedarik etmek için vücudunu pazara çıkaran iyi yürekli, Tanrıya inanan Sonya (Soneçka). Raskolnikov için kendini feda edip durumu iyi olan bir adamla evlenmeye hazırlanan ablası Dunya (Duneçka)… ev kadınları… sarhoşlar… polis komiserleri… pomatlı kaytan bıyıklı polisler… randevucu Lavizalar… çapkın ve kumarbaz Svidrigaylov’lar… menfaatçi Lujin’ler… tefeci kocakarılar… barlarda çalışan küçük yaştaki fahişe kızlar… Özetle Petersburg, toplumun sadece bir kesimi para ve saltanat içinde yaşayan, diğer kısmı zor geçinen, çoluk çocuklu ailelerin bile tek odalı pansiyonlarda yaşamaya çalıştığı bir şehirdir. Ülkeyi saran Sosyalist ütopya, bilhassa aydın kesimini büyülemiş, halkın dine olan inancı zayıflamıştır. Bir batılı yazarın ifadesiyle, “insanların haça duyduklarını güveni, artık makinenin motorunda bulmaya başladıkları” dönem başlamıştır. Bu anlamda özelde Petersburg, genelde Rusya bir geçiş dönemi yaşamaktadır ve bütün bir toplum bu kargaşanın acısını (özellikle yoksul halk sefalet boyutunda) çekmektedir. Nitekim Raskolnikov, halkın yaşadığı bu sefalet adına çektiği ıstırabın bir göstergesi olarak, Sonya’yla yaptığı bir konuşma esnasında (ki bu konuşma cinayet işlendikten sonraki vicdan azabı aşamasındadır ve Sonya ve ailesinin çektiği sefalet ve Tanrı’nın adaleti üzerinedir), durup dururken vesikalı bir fahişe ama dindar bir kız olan Sonya’nın eğilip ayaklarını öper. Bu hareketi karşısında şaşkına dönen Sonya’ya ise aynen şöyle der: “Ben sana secde etmedim, ben bütün insanlığın ıstırabı karşısında secdeye vardım.”

 Raskolnikov bağlamında, işlenen suçta çevrenin etkisi var mıdır, yok mudur? sorusuna cevap aramaya çalışalım. Henry Thomas Buckle’ın bir sözüyle başlayalım: “Suçu toplum hazırlar, suçlu işler.” St. Petersburg’da insanlar fakirdir ve sosyal dengesizlik had safhadadır. Hele ki Sonya’nın durumu (ailesi için fahişelik yapmak zorunda kalması) Raskolnikov’un bizzat müşahede ettiği bir olaydır. Binlerce, yüzbinlerce insan açlık sınırında yaşamaktadır. Cana kıyma, zina, yalan söyleme gibi büyük günahlar artmış, insanların can, mal ve namus güvenliği azalmış, haliyle kolay kazanmak için hırsızlık, kumar, faiz gibi suçlar çoğalmıştır. Hatta cinayeti işlemeden önceki gün, bir meyhanede iki adamın tefeci kocakarı ile ilgili (onu öldürüp parasını almak üzerine) konuşmaları Raskolnikov’u cinayete hazırlayan etkenler olarak düşünülebilir. Yalnız bir nokta var ki, Raskolnikov’un bu cinayeti işleme fikri çok önceden beri zihninde mevcuttur ve Marmeladov, Sonya gibi insanlar hayatına sonraki aşamada karşısına çıkmıştır. Bir başka ifadeyle çevre faktörü, Raskolnikov’un işlediği cinayette arka sıralarda yer almakta, belki de sadece tahrik unsuru olarak yer almaktadır. Bir başka husus, Seneca’nın “Hiçbir suç hazırlıksız işlenmemiştir.” sözünü değerlendirelim; Raskolnikov, öldürdüğü kocakarıyı (ki bu fikir uzun zamandır kafasında yer etmiş, katil, çeşitli bahanelerle kocakarıyı ziyaret edip, cinayeti defalarca tasarlamış, hayalinde her şeyi hazırlamıştır) bir bit olarak görmekte, ona hiçbir değer vermemektedir. Zira bu kadın, topluma hiçbir faydası olmayan, üretmeyen, sadece birikmiş paraları sayesinde, insanlara faizle para veren, borçlarını ödemeleri için de mallarını rehin alan, cimri, aynı zamanda zalim (kızkardeşi Lizavetta’yı daima döven, azarlayan, hiçbir yere yollamayan, kendi işlerini görmeye zorlayan) bir kadındır. Ayrıca servetini öldüğü zaman bir kiliseye bağışlayacağı bilinmektedir.

7

Bir İnsan, Bir Hayat ve Bir Prensip

Meselenin temeline dönersek; Ortada bir suç vardır. Bunun için katil önceden hazırlık da yapmıştır, ki toplum da (yani çevre; her ne kadar katilin niyeti başka da olsa) suça müsait bir haldedir. Raskolnikov bir cinayet işlemiştir. Fakat yaptığı bu işi, yaşadığı vicdan azabına mukabil, suç olarak görmeyecek bir zihnî yapıya da sahiptir. Kendine sürekli “Ben suçlu olmayacağım” demekte ve bununla teselli bulmaya çabalamaktadır. “İki kere dört eder” diye bu kurala uymak zorunda hissetmez kendini. Çoğunluğun sulh ve selameti için bir kişinin, hem de zararlı ve gereksiz bir kişinin canına kıymak suç olamaz. Burada Raskolnikov’un kendi zihin dünyasında yaptığı tanımlamaları kabul edip etmemek bir yana, bu durumu onun kendi varlığını (özgürlüğünü) meşru ve anlamlı kılma ve yeryüzündeki yerini tespit etme gayreti olarak görebiliriz. Tabi bunu yaparken de Avrupa kaynaklı siyasî ve felsefî görüşlerin etkisinde kaldığını hesaba katarak. Aslında Dostoyevski’nin, gençlik yıllarındaki Sosyalist ütopyasını, inandığı ama kaybettiği özgürlük problemini, Batı hayranı Rus entelijansiyası hakkındaki yorum ve eleştirilerini ve de Tanrı inancı ile ilgili sorgulamalarını Raskolnikov’un macerasında gözler önüne serdiği iddia edilebilir. “Eser müessirden bağımsız değildir” diye düşünürsek, bu doğal bir olaydır. Devam edelim. Raskolnikov, kendini diğer insanlardan üstün görmekte, Napolyon, Neron, Sezar gibi olağanüstü insanlar kategorisinde değerlendirmektedir. İçinde bir deha taşıdığına inanmaktadır. Toplumsal düzene muhaliftir ve bu yüzden halktan uzak bir hayat sürmektedir. İşlediği cinayete karşı kendini haklı görmektedir, çünkü hiçbir işe yaramayan ve insanlardan faiz alarak onlara zulmeden bir tefeci kadını öldürmüştür. Ve bu kadının parasını alıp fakirlere yardım etmeyi tasarlamaktadır. Böylece toplumsal düzenin eşitsizliğini bozmak konusunda kendini huzurlu hissedecektir.

Kahramanımız, kafasında kurduğu mahkemede kendini savunurken aynen şöyle söylemektedir: “Bir insanı öldürmedim ben, bir prensibi öldürdüm.” Bu prensib, tanrının herkese bahşettiği yaşama hakkıdır. Doğanın kanunu da diyebiliriz buna. Deyim yerindeyse, kahramanımız kendi zihin dünyasında kanaat önderliğine (ve de kanun koyuculuğa) soyunmuş, doğaya, devlete ve yasalara başkaldırmıştır. İşte bu yüzden asıl mesele, Tanrı ile arasında cereyan etmektedir. Çünkü Raskolnikov (her ne kadar polis memuru Petroviç’in sorusuna cevaben Tanrıya inandığını söylese de) içindeki Tanrı’nın (Tanrı inancının) varlığını, onun adaletini sorgulamaktadır. Nitekim, Sonya ile aralarında geçen (bahsettiğimiz) konuşmanın bir yerinde, Raskolnikov iyice zorlar Sonya’yı ve onun, “Hayır, hayır böyle bir şey olamaz. Bu kadar iğrenç bir şeye Allah razı olamaz.” (Sonya’yı böyle bir feryada zorlayan acı, kızkardeşi Poleçka’nın da kendisi gibi bir akıbetle karşılaşma ihtimalidir) feryadına Raskolnikov, gülerek; “Belki de hiç Allah yoktur.” der. Sonya susar ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar.

Bu, yeryüzünde yaşayan hemen her insanın (içte veya dışta) yaşadığı (ve iman durumuna göre bir cevap verdiği) bir muhasebedir. Raskolnikov’un farkı belki de, yaşanan kötülükleri ve çaresiz insanların sefaletini yine inancını kaybeden insanlara veya artık uygulanmayan kanunlara değil de Tanrı’ya ve onun düzenine atfetmesidir. Stefan Zweig’in Dostoyevski biyografisinden yola çıkarak söylersek, aslında Dostoyevski, “Tanrıyı en fazla inkâr ettiği anda insanlara kiliseyi ve Tanrıya inanmayı tavsiye etmiştir. Zira bu sorguyu bizzat yaşayan Dostoyevski’nin kendisidir.” Tanrıyla (onun düzeniyle) baş etmeye, onu (ve iradesini) yenmeye, haksız çıkarmaya çalışmakta, fakat yenemeyeceğini gördüğü için de, özellikle ‘Yeraltından Notlar’dan sonraki romanlarında, ideal ve mutlu bir insan tablosu olarak Tanrı’ya inanan tipleri göstermektedir. Suç ve Ceza’da Raskolnikov’un gözünde çilesi ve fedakârlığı devleşen Sonya ve ‘Karamozof Kardeşler’deki Alyoşa tiplemesi bunun örnekleridir.

8

Cinayet mi? Ne cinayeti?

Romandan biraz uzaklaşıp ‘Suç ve Ceza’ kavramlarına dönersek; bu, kişinin (bireyin) hürriyet problemidir, diyebiliriz. Bir insanın hayatında suç ve ceza kavramlarının varolabilmesi için, o insanın zihninde kabul edilmiş ilâhî veya beşerî birtakım kanun ve yasaların bulunması gerekir. Filipinler’de yaşayan ve 1970’li yıllarda varlıkları keşfedilen Tasadaylar kavmini ele alalım: “Tasadaylar verilen bilgilere göre, (ilkel çağ olarak bildiğimiz dönemde olduğu gibi) hâlâ toplayıcılıkla hayatını sürdüren bir kavimdir. Bu insanların hayatında suç ve ceza diye bir şey yoktur. Çocukları yaramazlık yaptığı zaman onları dövmüyorlar, çünkü suç nedir bilmiyorlar, dolayısıyla hayatlarında ceza anlayışı da yok. Öğrenerek, tabiattan beslenerek yaşıyorlar. Beşerî veya ilahî bir kanunları yok.” Belki de kanunlar, insanın yeryüzünde fesat ve bozgunculuk yapmasında ve bunun ardı sıra duyduğu huzursuzlukta birincil sırada yer alabilirler. Suçluları yaratan yasaların, onları cezalandıran yasalardan fazla olmadığını kim iddia edebilir? Zira, bir insana neler yapmaması gerektiğini söylemek, bir anlamda neler yapabileceğini ona hatırlatmaktır. Hem neden Raskolnikov’un işlediği cinayet suç olsun? “Cinayet mi? Ne cinayeti?.. Fakir fukaranın kanını emen, katilinin, vaktiyle işlemiş olduğu kırk günahı affedilen, kimseye lüzumu olmayan tefeci bir kocakarı, iğrenç, zavallı bir biti öldürmem cinayet mi sayılır?…” Doğrudur, Raskolnikov bir insanı öldürmüş, kan dökülmüştür. Fakat bu o kadar da tuhaf ve yadırganacak bir şey değildir. “Herkesin döktüğü kanı, şu yeryüzünde bir çağlayan halinde dökülen ve her zaman dökülmüş kanı! Onu bir şampanya gibi akıtanlar, sonradan Capitole’de taç giyip insanlığın velinimeti ilan edilmediler mi?..” Konumuza dönersek, suç varsa ceza da vardır ve bir eylemin suç sayılması için onun suç olarak ilâhî veya beşerî bir kanunla tespit edilmiş olması gerekir. Bu görüşü, evvelden beri hukuk literatüründe var olan “Kanunsuz suç ve ceza yoktur” prensibiyle destekleyebiliriz. Burada temel husus, insanın ferdî ve ictimâî anlamda huzurlu ve de mutlu bir hayat sürmesi için, kanunlara ihtiyacı olup olmadığı, kanun koyucu (belirleyici) olarak kimi veya neyi kabul edip etmediğidir. Bu, Hazret-i Adem’den bu yana insanlığın tartıştığı bir problemdir. İnsanların birarada yaşamak için (Tasadaylar kavmi gibi istisnaları saymazsak) kanunlara ve kanun koyuculara ihtiyacı olduğu (bu başka bir tartışma konusudur) sosyal hayatın bir gereği olarak kabul edildiğine göre, asıl mesele ikinci husustur.

Semavî dinler, insana mutlak güç ve kanun koyucu olarak Allah’ı göstermekte, beşerî dinler (ideolojiler) ise, (özellikle Rasyonel ve Pozitivist akımlardan bu yana) insanın kendine ve topluma aklıyla ve de aklıyla ürettiği kanunlar sayesinde yeterliğini ispat etmeye çalışmaktadır. En temel olarak suç, insanın Tanrı ve Marks’ın ifadesiyle “Tanrı’nın yeryüzündeki yürüyüşü” olan devlet ile arasındaki güç mücadelesinin bir ürünüdür, diyebiliriz. Eğer insan, Tanrıya inanmıyor ise pekâlâ onun adına veya onu kullanarak hakimiyet kuran devleti de reddedebilir, kanun koyucu ve belirleyici olarak kendisini (beşerî aklı) ve kendi kurallarını (beşerî aklın hakimiyetini) koyabilir. Nitekim ‘üstinsan’ teziyle bilinen, insanı ‘Tepki veren bir hayvan’ olarak tanımlayan ve ‘Tanrı öldü’ diyen Nietzsche’yi ve ‘Üstinsan’ kavramanı buna örnek verebiliriz. Diğer taraftan “Eğer Tanrı yoksa her şey mübahtır” cümlesini ele alırsak, Dostoyevski’nin bu konuda, nihai vardığı nokta olarak “Tanrıya inanmayan insan her şeyi yapabilir.” fikrini savunduğunu da iddia edebiliriz. Çünkü insan başıboş değildir ve asla bırakılmayacaktır. İnsanın (bugünkü anlamda bireyin) tahammül edemediği, kurtulmak için çırpındığı gerçek budur. Bu noktada İslam’ın “Yoksa insan başıboş bırakılacağını mı zannediyor?” düsturunu bir örnek olarak gösterebiliriz. Burada bir ikilemi ortaya koymak istiyoruz. Roma, Yunan ve Latin kültürüyle beslenen Batı dünyasının, gelinen aşamada kanun koyucu ve belirleyici olarak Tanrı’yı inkârı ve yerine kendi aklıyla ürettiği evrensel kanunlarla yaşamaya çalıştığı (hatta üstün olduğu ama huzursuzluk yaşadığı) önceden beri bilinen bir iddiadır. Buna karşın Asya’yı içine alan Doğu dünyasının ilâhî kanunlarla beslendiği, mutlu ve huzurlu ama güçsüz ve zayıf olduğu söylenir. Ax Orient Lux. ‘Işık Doğu’dan gelir.’ Ne ki yine Latinlere göre söylersek, “Kanun da Batı’dan gelir.” Cemil Meriç’in ifadesiyle, “Doğu bütün vahiylerin kaynağı, Peygamberler Asya’nın çocuğu, yorumcular Avrupa’nın… Doğulunun asıl farkı dinsel oluşunda değildir, fakat onda kanun kavramı yoktur. Onun için doğanın değişmeyen hiçbir yanı yoktur.”

Bu dünyada bir insanın hem zengin ve güçlü hem de keder ve hüzünden uzak, huzurlu bir hayat sürmesi mümkün değildir. Hem din, hem de dünya işlerinde başarılı olmak, nadir devletlere (ve insanlara) nasip olmuştur. Günümüz dünyasında Asya’nın nakil, Avrupa’nın ise akıl önceliğinde bir hayat sürdüğünü söylersek… Rusya, yeryüzündeki koordinatları itibariyle Asya’ya göre Batı, Avrupa’ya göre Doğu sayılan bir ülkedir. Bu konum hassas dengeleri de içinde barındıran bir hayat arz eder. Raskolnikov’un yaşadığı çatışma belki de bu ikilemin bir ürünüdür. Onun iç dünyasında vahiyle akıl, felsefe ile din, cevher ile araz, madde ile mânâ, Tanrı ile insan mücadele etmektedir.

9

İnsan Masum Değildir

Romana dönersek, Rusya’da Sosyalizm dalgası yaşanan bir dönemdir ve bu ideoloji, Tanrının varlığını inkâr etmekte, beşerî akılla üretilmiş ideal bir toplum ve devlet modeli öngörmektedir. Dostoyevski bu meseleyi ele alır: “İnsan Tanrı değildir ve dolayısıyla eylemlerinde özgür değildir. Özgürlüğe ancak ahlâkî bir arınma ve Tanrı yolunda ilerleme sayesinde varabilir.” düşüncesini hikayenin arka planına gizleyen (gizlemek zorunda kalan) Dostoyevski’nin bu görüşü, Hristiyanlığın mistik (Varoluşçuluk) felsefesine dayanmaktadır. “İnsan masum değildir, acı çekerek ruhunun kirlerinden arınabilir.” Böylece Dostoyevski, Sosyalist aydınları ve görüşlerini eleştirmekte, bu sistemin (en azından Rus toplumu için) insana huzur getirmekten uzak olduğunu ileri sürmektedir. Nitekim Raskolnikov, kabul etmediği bir sosyal düzeni yıkmaya çalışmaktadır ve mücadelesi bu yöndedir, fakat bu mücadelesinde kendisine, vicdanına, en nihayetinde içindeki Tanrının varlığına (irade ve kudretine) yenik düşmüştür. “Bir insanı öldürmedim ben, bir prensibi öldürdüm! Öldürmesine öldürdüm ama onu aşıp öte yana geçmedim, bu yanda kaldım gene…” Burada Eric Fromm’un Raskolnikov’la ilgili yorumunu da aktaralım: Fromm’a göre, “Raskolnikov’u suça iten id, suçu gerçekleştiren ego, pişman olup teslim eden süper ego’dur.” Kavramları açalım: Suça iten id; Fromm’un dünyasında id, nefsanî arzuların tamamını ifade eder. Burada sınır yoktur ve id (bir başka ifadeyle içgüdü), her şeyi ister, hatta hayvanca olsa dahi. Raskolnikov’a dönersek, onu bu suça iten, insan bilincinde var olan işte bu alandır. Suçu gerçekleştiren ego; Bilinin içinde bu alan akıl ve muhakeme alanıdır. Diğer anlamda benlik. Pişman eden ise süper ego; Toplumsal düzeni ve sosyal hayatın kurallarını (ki buna din inancını, yasaları, âdet ve gelenekleri örnek verebiliriz), ve bu çerçevede oluşan ma’şerî (kamusal) vicdandır. Kişinin ahlâk anlayışı ve vicdanı da bu doğrultuda şekillenir. Fromm’un diliyle söylersek, Raskolnikov’un duvarın öte tarafına geçmesine izin vermeyen, pişman olup itirafını sağlayan süper ego (toplumsal düzen-kamu vicdanı) faktörüdür. Kahramanımız, Fromm’a göre sosyal hayatın dayatmasına kendi vicdanında karşı koyamamıştır. Acaba öyle midir? Devam ediyoruz.

Bize göre, burada Raskolnikov’un durduğu yer çok önemlidir. Burası öyle bir noktadır ki, insan ruhunun derinliklerinde varolan yasak bölgenin sınırında (insanın bittiği Tanrının başladığı yerde) durmaktadır Raskolnikov. Meselâ kahramanımız, parasız, fakir bir insan olduğu halde Sonya’nın annesi, (Marmeladov’un karısı) Katherina İvanovna’ya cenaze masrafı için cebindeki bütün parayı vermiştir vermesine, fakat daha sonra düşününce bunun bir aptallık olduğunu da kendi içinde itiraf etmiş, hatta kendine yine kızmıştır. “İnsanın böyle bir yardım yapmaya hakkı var mıdır?” Öyle ya, zaten yardıma muhtaç bir insanın yardım etmesi ve cebini boşaltmasını akıl, aptallık olarak görür. (Ki Lujin, yani Sonya’nın evlenmeye razı olduğu adam, bu olayı görmüş ve Raskolnikov’un dengesiz ve hasta olduğuna kanaat getirmiştir). Bu konuyla ilgili kızkardeşi Dunya’nın, yukarıdaki soruya evet, cevabı vermesi Raskolnikov’u öyle şaşırtır ki aynen şöyle der: : “Sonunda öyle ileri gideceksin ki Dunya, o çizgiyi aşmazsan mutsuz olacaksın, aşarsan belki daha mutsuz…” İşte burası, akıl ile vahyin tam orta noktasıdır. Bir insana böyle bir yardımı ancak din yaptırabilir ve Dunya dindar bir kızdır.

10

Varolmanın Boyutları ve Bir Günah Keçisi: Şeytan

Raskolnikov, (bir ihtimal yaşadığı toplumla beraber kendi sefaletinden dolayı) insan olmak ve doğanın (burada doğa Tanrı’nın adaletini ifade eder) kurallarına uymaktan rahatsızdır ve kendi içinde Tanrı’yı (onun izniyle akıp giden hayatı) yenip yerine kanun koyucu olarak kendini koymak istemektedir ki, bunda başarısız olur (vicdanına yenik düşer) ve gidip suçunu polis memuru Porfiri Petroviç’e itiraf eder. Bir cümleyle, insan olmak Raskolnikov’a yetmez. “Sadece var olmak ona her zaman az görünmüş, o daima bundan fazlasını istemişti.” Vicdanına yenik düşüp yaptığı itiraf, bir anlamda Raskolnikov’un şahsında beşerî gücün iflasıdır. Tek başına, hiçbir kural, değer ve yasa tanımadan yaşayabileceğini ve bu alanda bazı haklara sahip üstün bir şahsiyete sahip olduğunu kendine göstermek istemektedir. ‘Sınırsız özgürlük’ alanının peşinde koşmak isteyen biridir Raskolnikov. Batı karşıtı görüşleriyle bilinen ve Batı’dan transfer edilen ideolojinin (Sosyalist ütopyanın) Rus halkına huzur ve güç kazandırmayacağını önceden gören Dostoyevski, araç olarak göreceğimiz bir cinayet etrafında Raskolnikov’u insan ruhunun yasak bölgelerinde gezdirmekte, onu, kazanılması asla mümkün olmayan mutlak özgürlüğün peşinde koşturmakta, iç hesaplaşma ve vicdan azabıyla, böyle bir hayatın mümkün olmadığını ortaya koymaktadır. Nihayet insan Tanrı değildir ve olamaz da.

Raskolnikov’un niye cinayeti işlediğini, Sonya’ya yaptığı kendi itirafından dinleyelim: “Akla, vicdana danışmadan kendim için, sadece kendim için öldürmek istedim…. Anneme yardım etmek için öldürmedim. Boş laf! Maddî imkânlara ve iktidara sahip olmak, insanlığa hizmet etmek için de öldürmedim. Laf! Ben düpedüz öldürdüm, kendim için öldürdüm.” Fakat öldürülen kişi aslında kocakarı değil, Raskolnikov’un kişiliğidir. İnsanlığını, masumiyetini yitirmiştir Raskolnikov ve bunun farkındadır: “Sanki ben o mendebur kocakarıyı mı öldürdüm? Ben kendimi öldürdüm, kocakarıyı değil!.. Böylece ebedî olarak kendimi mahvettim… Kocakarıya gelince, onu ben değil, şeytan öldürdü.” Hatırlatalım, Raskolnikov, kocakarıyı öldürdüğü için asla pişman olmamıştır. Gidip teslim olduğu zaman bile kocakarının bir bit veya bir örümcek olduğu kanaatinden vazgeçmemiştir. Duyduğu ıstırap, toplumsal düzene ve yasalara karşı değildir yani. Ona suçunu itiraf ettiren şey, “Bütün idealist çabalar, dönüp dolaşıp Tanrıya varmak zorundadır.” gerçeğidir. Gerçi bu cümlenin, Dostoyevski’nin sonraki eserlerinde yaptığı bir tespit olduğunu söyleyelim. Bu bağlamda, son aşamada Raskolnikov, suçunu itiraf etmeye gitmeden önce, Sonya’dan iki tane haç alır ve önce Tanrı’nın huzurunda ıstavroz çıkarır, tevbe edip arınır. Boynuna taktığı haç, onun acıyı kabullendiğinin göstergesidir ki, o da Sonya’ya böyle söyler. “Bu, benim acıyı yüklenişimin sembolüdür.”

11

Bu sahne, Raskolnikov’un (belki de Sosyalist ütopyanın) teslim olduğu, Tanrı olmadığını ve Tanrının kurallarına karşı duramayacağını anladığı andır. Fakat onun bu teslimiyeti, doğaya, kanunlara veya toplumsal düzene değil, Tanrının iradesinedir ki, derdini paylaşmak ve daha sonrasında suçunu itiraf etmek için, mahkemeye veya kiliseye değil, en önce dindar ve fedakâr bir kız olan Sonya’ya gitmiştir. Burada duralım. Neden bir rahip, tertemiz bir din adamı, polis memuru değil de, bir genç kıza gitmiştir? Hem de fahişeliği vesikayla sabit ama Allah inancı olan fedakâr olan genç bir kız. Bunu en iyi Dostoyevski bilir. Belki de Dostoyevski, her şeye rağmen Tanrı’yı da biraz kirli bulmaktadır ve onu böyle kabul etmektedir. Sanki hayatın içinde yaşamak isteyen Tanrı kirlenmek zorundadır. Bunu Varoluşçu felsefeye dayandırmak mümkün olsa gerek. Zira, eğer insan doğuştan suçlu ise ve doğar doğmaz vaftiz ediliyorsa, onu bu dünyaya kirli bir halde gönderen ve ilk günahın bedelini ödemeye mecbur eden de Tanrı’dır. İnsan ruhunun özgürleşmesi için acı çekmesi gerekiyorsa, onu böyle bir hayata sürükleyen de Tanrı’dır. Dostoyevski’nin roman içinde gizlediği “İnsan masum değilse Tanrı da masum değildir” yaklaşımı samimî bir Hristiyan’ın kabul edebileceği bir şey olmasa gerek. Zaten Dostoyevski için ihlâslı bir Hristiyan olduğunu söylemek de mümkün değildir. Ki, bize göre Dostoyevski, aynen Raskolnikov gibi kendi içinde Tanrı’ya yenik düştüğü için Tanrı’dan yanadır. Henri Troyat’ın onun için yaptığı, “Hem gök, hem de yer tarafından etkilenmiştir.” tespitini hatırlayalım. Nihayet, insan asla özgür ve masum değildir onun için, ne ki, Tanrı da bu işin içindedir ve o da mutlak anlamda masum değildir. Romanda bu konudaki bir diğer ayrıntıyı sunarsak; polis memuru Petroviç, cinayeti Raskolnikov’un işlediğini başından beri bilmektedir ve kendi gelip suçunu itiraf ederek ruhunu yüceltmesini beklemektedir, nihayet romanın sonuna doğru bunu açıkça kendisine teklif de eder ki, Petroviç Raskolnikov’un kendi ruhunda acı çektiğini, derin ıstıraplarla kıvrandığını bilmektedir ve yapması gereken tek şey, bunu insanlığa ilan edip, masumiyetini meşrulaştırmasıdır.

Dostoyevski için bu noktada (her ne kadar Raskolnikov teslim olup suçunu itiraf etse de) şunu söyleyebiliriz: Dostoyevski, ülkesinde (veya dünyada) varolan ve insanı huzura kavuşturmaktan uzak sosyal hayatın faturasını insanlardan ve kanunlardan çok Tanrı’ya çıkartmakta ve onun adaletini sorgulamaktadır ki, romanda Sonya’nın dul, fakir ve parasızlıktan delirecek hale gelen annesi Katherina İvanovna’nın Tanrıya isyanı buna yöneliktir: “Senin adaletin yok mu? Bizi, bu yetimleri korumadıktan sonra kimi koruyacaksın? Ama görüşürüz. Yeryüzünde de mahkemeler var adalet var! Evet var. Mahkemeye vereceğim. Yeryüzünde adalet var mıymış, yok muymuş, göreceğiz.” Ne ki, Katherina’nın çabası boşa çıkmıştır, Tanrıya inat, gittiği beşerî makamlardan kovulmuş, sonunda delirerek, kan kusarak ölmüştür. Yine de cenaze merasimi kiliseye uygun yapılmıştır. İşte bu, klasik bir Dostoyevski kahramanının yaşaması gereken trajedidir. Gökle yer arasında asılı kalmak da diyebiliriz buna.

Buraya kadar özetleyelim: Raskolnikov bir cinayet işlemiştir. Fakat kocakarıyı öldürdüğü için asla pişman değildir ve Sibirya’ya gittikten sonra dahi pişman olmamıştır. Hatta bütün bunlara rağmen hâlâ kocakarıdan ve alelâde insanlardan nefret etmektedir. Asıl gidip teslim olduğu ve aptal kanunlara kendini teslim ettiği için pişmandır. Eğer açlıktan cinayet işlemiş olsaydı, pişman olabilirdi ve bunu kendisi de biliyordu. Bu yüzden kürek mahkumiyetinde ona yeni çileler çektiren bir şey daha vardı ki, o da kendisini yine de suçlu görmüyor oluşuydu. “Ah, kendi kendisini suçlandırabilseydi ne kadar mutlu olacaktı! O vakit her şeye, utanç ve yüz karasına bile katlanabilecekti.” diyen Dostoyevski, Raskolnikov’u hâlâ topluma, devlete ve yasalara hatta Tanrıya karşı savunmaktadır. Onun tek suçu; cesaret gösterememektir. Kocakarıyı öldürdükten sonra, bunun üzerinde hiç düşünmeden, tıpkı bir Napolyon gibi yoluna devam etmesi gerekirdi. Ama onun yapamadığı şey, işte bu gözü karalık, bu büyük insanlarda var olan cesareti göstermekti. “Onu bilhassa küçülten şey, Raskolnikov çapında bir adamın, kör talihin rastgele bir kararı ile böyle budalaca, böyle ümitsizce, böyle körü körüne ve silik bir biçimde mahvolması ve biraz olsun huzura kavuşmak istiyorsa böyle (saçma) bir karara boyun eğmesi, ona kendini teslim etmesi idi.” Madem ki durum böyledir, o halde soralım: Peki bir Napoleon veya Newton, Sezar veya Neron, tarihin akışını nasıl değiştirmiştir? Tanrıyı hayatlarından silerek mi, yahut taştan daha sert bir yürek taşıdıkları için mi? Onları başarılı kılan şey, gözünü kırpmadan bir şehri yerle bir ettiren şey, Tanrı tanımaz, dolayısıyla toplumsal düzen, sosyal hayatın kuralları gibi konulara aldırış etmiyor oluşları mıdır? Dostoyevski bu sorunun cevabını daha sonraki romanlarına bırakıyor. Suç ve Ceza’nın sonunda, Raskolnikov’un içindeki uhde bitmemiş, kaderle arası henüz düzelmemiş, içindeki acıya son verebilmek için pişman olmayı bile dilemiş, ne ki öfkesi henüz dinmemiştir: “Bari kader ona pişmanlığı olsun çok görmeseydi.” Bu yüzden çile henüz tamam değildir. “İşte onun bu işte kendisine yüklediği biricik suç; sonuna kadar dayanamayıp teslim oluşu idi.”

12

Cezanın Caydırma Gücü: İnsan Vazgeçer mi?

Bir diğer konu: Ceza. Peki Raskolnikov’un cezası, hafifletici sebepler ve mahkumun itirafı, ayrıca hastalığı göz önünde bulundurularak verilen 8 yıl Sibirya’da mahkumiyet midir? Elbette bu işin görünen (zahir) tarafı. Fakat aslında Raskolnikov, mahkeme başlayıp, duruşmaların ardından kendi cezası kesinleşmeden çok zaman önce kendi cezasını yine bizzat kendisi vermiş, işi mahkemeden önce bitirmiş, “Ben ise merhametsizce kendimi yargıladım.” düşüncesiyle de tekrar öfkesini kendi içine yöneltmiştir. Onun cezası sıradan bir insan olduğunu anlamaktır. Bu ise, Raskolnikov gibi bir adamın kendine vereceği (verilecek) en büyük cezadır. Çünkü bir karar vermiş, ne ki bu kararında sonuna kadar gidememiş, ruhunda taşıdığı olağanüstü kişiliği ortaya çıkaramamış, sıradan insanlar sınıfına düşmüştür. Kimsenin kendisini görmediği ve geride bir iz bırakmadığı halde, Raskolnikov müthiş bir tedirginlik içine düşmüştür. Kendi gidip itiraf etmese, (ki onun bu itirafından önce başka biri gidip cinayeti kendisinin işlediğini itiraf etmiştir) belki de onu yargılamak için polis asla gerekli delilleri elde edemeyecek, delil yetersizliğinden beraat edecekti. Bir başka ifadeyle Raskolnikov, çok başarılı bir cinayet işlemiş, devlete, kanunlara ve mahkemeye, kendisini yargılatacak hiçbir malzeme ve ipucu bırakmamıştır. O kendi kendini yargılamış, kendi kendinin kurbanı olmuştur.

 Ara verelim ve Prof. Dr. Şahin Uçar’ın ‘Suç ve Ceza’ ile ilgili görüşlerine yer verelim: “Suç ve Ceza, cemiyet üzerinde serbest bırakılmış ‘hür iradenin’ neticelerini tahlil eder ve aynı zamanda hür iradeyi frenleyecek bir güç bulmaya çalışır. Bu güç Tanrıdır, fakat bu durumda kendi kendine mütenakız bir vaziyete düşer. Nasıl ki beşerî saadetin rasyonel bir tarzda organizasyonu gayreti, hür iradenin bir sosyal strüktür tarafından tahrip edilmesi neticesiyle karşılaşırsa, aynı şekilde, Tanrı da hür iradenin tahripkâr karakterini frenlemek için hürriyeti imha etmiş olacaktır. Bu dilemma ve bunun için bir çözüm yolu arayış, Suç ve Ceza’yı takip eden büyük romanları dramatik bir şekilde haber vermektedir.” Raskolnikov’a dönersek, bir insan olarak o, hür olmak ve tam manasıyla hür olmak istemiştir. Ona göre, bir şahsiyete sahip olmanın vazgeçilmez şartı da budur. Buna sahip olup olmadığını anlamak için de bir cinayet işlemiştir. Ne ki, insan Tanrı tarafından tahdid edilmiş, kuşatılmış, sınırlandırılmıştır. İşte bu anlamda Dostoyevski, Raskolnikov bağlamında şu soruya cevap aramaktadır: “Neye cevaz vardır ve neye müsaade edilmemiştir?” Raskonikov’a verilen veya onun kendisine verdiği cezayı şöyle anlatabiliriz: İnsan sınırlı bir varlıktır, asla aşamayacağı bazı sınırlarla kuşatılmıştır. Bu yüzden de salt kendisiyle asla hür olamaz. Raskolnikov’a suçunu itiraf ettiren ve ona ceza olarak verilen gerçek de budur zaten. Bir iktidar isteniyorsa, o iktidarın sahibine boyun eğmek şarttır. Nitekim Raskolnikov, Sonya’ya yaptığı itirafta bunu kabul ettiğini söyler: “O zaman anladım ki Sonya, iktidar, ancak eğilip onu anlamak cesaretini gösterenlere verilir. İş cesaret göstermekten ibaretti. Bütün mesele yalnız bu idi.” Nihayet, Raskolnikov’un öğrenmek istediği şey, “Titrek bir hayvan mı idim, yoksa hak sahibi bir insan mı idim” sorusunun cevabı idi. Ve başarısızlığını görmüştü. “Ben sana sadece bir noktayı: beni o zaman oraya şeytanın sürüklediğini, sonra da, oraya gitmeye hakkım olmadığını, çünkü benim de herkes gibi bitten başka bir şey olmadığımı öğrettiğini, anlatmak istedim. Şeytan benimle alay etmişti.”

Raskolnikov’un işlediği suç karşısında aldığı kürek mahkumiyetinin de, onu pişman etmeye yetmediğini öğrendiğimizde, yeni bir problem çıkıyor karşımıza: Cezanın caydırıcı etkisi. Raskolnikov şeytana uymuş, Tanrıya başkaldırmış, üstünlük taslamış, yenilmiş ve cezalandırılmıştır. Fakat, romanın sonunda görüyoruz ki, suç işlediği için değil, sonuna kadar dayanamadığı için pişman olmuştur. İçinde bir deha taşıdığına hâlâ inanmaktadır. Romanın sonunda kahramanımızın uslanıp sıradan insanlar arasına hâlâ girmediğini, yine küskün, yine öfkeli bir ruh taşıdığını ve yine sadece var olmakla yetinmediğini, hikayenin ucu açık bittiğini bilerek soralım: O halde Dostoyevski ne yapmak istemektedir? “Ceza kaldırılabilir; ama suç insanın içinde sonsuza kadar yaşar” diyor Ovidius. Yazarın, “Suç ve Ceza” kavramları bağlamında, aslında Tanrı’yı ve iradenin hürriyetini sorguladığını artık biliyoruz. Beşerî iradenin hangi sınıra kadar gidebildiğini araştıran yazarımız, henüz bu konuda tatmin olmamış görünüyor ki, insaflı olalım, bu noktada haklıdır. Ceza dediğimiz olgunun içinde birçok tartışmalı konu bulunur: Birincisi denklik sorunu. Bir kere verilen ceza suçu karşılayabilmekte midir? İkincisi cezanın caydırma gücüdür. Kirkegaard’ın, “Ceza, suçu başka bir zamana daha şiddetli bir şekilde ertelemekten, hatta suçu azdırmaktan başka bir şey değildir” tanımını düşünürsek, cezanın caydırıcılığı konusunda, beşeriyetin hâlâ kesin bir çözüm bulmadığını iddia edebiliriz.

13

“Kanunlar Örümcek Ağlarına Benzerler”

İnsan vazgeçer mi? Hayır, vazgeçmez. Neden? Çünkü insanın (aslında nefsinin) hür olmak isteği ancak ölümü tatmakla son erer ve dünyadaki varlığı sürdükçe daima bunun için (hür olmak için) duvarı zorlamaya isteklidir. Bir insanın zinadan sakınması, karşılığında alacağı beşerî bir cezadan (ki bu ceza hapis, sürgün, toplum tarafından dışlanma bile olsa) dolayı değil, Tanrı tarafından dışlanmak, cehennemde yanmak ve ebedî saadetten mahrum olmak korkusundandır. İnsanı ancak Allah durdurabilir ki, bir dine ve öte dünya inancına sahip toplumlarda aile kavramının kutsallığının ve zina oranının düşüklüğünün nedeni budur. Zira insan beşeriyet perdesini yırtmadıkça asla Tanrı’dan kurtulamaz. Nietsche’nin “İnsan pekâlâ Tanrılık iddia edebilirdi, belden aşağı olmasaydı” demesi, nihayet Tanrı olmak için Tanrıyı inkâr etmenin yetmeyeceğini anlamış olmasındandır. Hemen burada Dostoyevski’nin “Bütün ideal çabalar dönüp dolaşıp Tanrıya varmak zorundadır” sözünü hatırlayalım. İnsan, kabul etse de etmese de sınırlı ve de kusurludur. Zaafiyetleri vardır ve bunlardan kurtulması için normal insanın dışına çıkması gerekir. Ki, Raskolnikov bunu denemiş ve başaramamış bir insandır. Ve onun, Tanrı’nın gücüne teslim olması onu kabul ettiği, tasdiklediği anlamına gelmez. O, içinde sonsuza kadar hissedeceği bir huzurun peşindedir ve vazgeçmeye de niyetli değildir. Yani henüz Tanrıyla barışmamış, sadece ona yenik düşmüştür. Dolayısıyla Tanrının gücü karşısında boyun eğmeyen ve ona teslim olmayan hiç kimseyi hiçbir zaman kendi fikrinden caydıramazsınız. Sadece onu erteler ve güçlenip geri gelmek için savaş alanından çekilir. Çünkü Romalı filozof haklıdır: “Kanunlar, örümcek ağlarına benzerler; küçük sinekler yakalanır, büyük sinekler ağı delip geçerler.” Nitekim Raskolnikov, “Ben kocakarıyı değil, kendimi öldürdüm” demiştir. Ve yeniden dirilinceye (büyük sineklerden oluncaya değin) beklemesi gerekecektir. Romanın sonunda, Tanrı ile insan arasındaki mücadele sona ermemiş, Dostoyevski, Tanrı ile buluşmayı sonraki eserlerine bırakmıştır.

1 Mayıs 2010

Kaynak:  http://www.magaradergisi.com/edebiyat/285-suc-ve-ceza-arasinda-raskolnikov