10 Cumhuriyet gazetesi mensubu yaklaşık üç aydır cezaevinde. Arama, gözaltı, polis tutanakları, savcılık sorgusu ve tutuklama kararının yer aldığı koskoca bir klasörün içine kilitlendiler ve bekliyorlar. İddianame henüz ortada yok; üç ay geçmiş olmasına rağmen ne zaman yazılıp tamamlanacağı da bir muamma. Hepsi durmuş bir zamanın, bilmem kaç metreye bilmem kaç metre küçük dikdörtgenlerin içinde nefes almaya çalışıyorlar.
Savcı o koca klasörü döke saça iddianamesini hazırlayadursun, biz de kendimizce açıp yakından bakalım dava dosyasına, en azından bazı kısımlarına. Çünkü neresinden tutsanız elinize gelen ve başından sonuna, üzerine kitap yazılacak kadar tuhaflıklar içeren bir soruşturma bu. Umarım bir gün birisi üşenmeyip öfkelenmeden bunu yapabilir.
MEDYA DA BİZDEN SORULUR
Tüzel kişilerin ya da kurumların cezai ehliyeti olsaydı büyük ihtimalle “yargı”, tüzel kişinin kendisini cezalandırmayı, hatta bir binayı dahi içine alacak genişlikte büyük cezaevleri yapıp kurum binalarını da bu yapılar içine hapsetmeyi yeğ tutardı. Böylelikle meseleyi kökten çözer, bir kurumu külliyen içeri tıkardı. Aslında halihazırdaki iktidarın inşaat sektöründeki “başarıları” göz önüne alınırsa hiç de akıl almaz bir durum değil. Geriye kalan yasal düzenleme de yapıldıktan sonra yargı tek tek kişilerle uğraşmak yerine kurumun kendisini derdest ederek kendi işini kolaylaştırmanın yolunu açabilir. Somut durumda da soruşturmanın öznesi Cumhuriyet gazetesini, bir medya kuruluşunu bu yolla bertaraf edip daha hızlı ve daha pratik bir yargı sürecine kavuşabilir.
İktidar muhalif seslerden hoşlanmaz, bu her zaman böyledir. AKP iktidarı da Cumhuriyet gazetesinden pek hazzetmiyor, bunda da şaşılacak bir yan yok. Ama iktidarların yaşayabilmesi, ayakta kalabilmesi için de egemenlik altına alınmayan bazı boşluklar bırakması gerekir. Bu noktada külli bir egemenlik değil, etkili bir egemenliğin iktidarın yararına olacağı muhakkak. Hayatın tüm alanlarını otoritesi altına alacak ve böylelikle totaliter nitelik kazanacak bir yönetim anlayışını tercih ettiğinde egemenliği altından “kaçan” her başkaldırının kendi zararına olacağı ve oradan buradan patlak veren bu başkaldırıların birbirine eklemlenerek delinmez denilen totalitede azımsanmayacak bir boşluk yaratacağını tarihin her evresinde gördük. İktidarın bununla savaşmak ve savaşarak güç kaybetmek yerine daha düşük yoğunluklu ama etkili ve sürdürülebilir bir egemenlik anlayışını yeğ tutması akla yakın olanı. Bütün “modern demokrasiler”in yaptığı da budur; bir şeyler iktidardan her zaman “kaçar”, ama daha büyük tahrifata uğramak istemeyen iktidar bu kaçaklara göz yumar.
Ama görüyoruz ki AKP iktidarı bu hususu pek gözetmiyor ve egemenliği altında herhangi bir kaçış noktasına ya da boşluğa katlanamıyor. AKP iktidarının tahayyülündeki gazete ya da medyanın nasıl bir şey olması gerektiğine dair elimizde çok veri, çok gazete, çok TV ya da radyo vs var. AKP iktidarı herhangi bir boşluğa, bir kör noktaya, muhalif sese ya da kaçışa katlanamadığında yaptığı gibi, egemenliği dışında kalan her unsuru yasaklayıp egemenliği içine aldığı gibi- kürtaj yasağı tasarılarını hatırlayınız- muhalif basın organlarını, gazeteleri, internet sitelerini, televizyonlarını ya da Cumhuriyet’te olduğu gibi mensuplarını kapatarak hiçbir kaçış noktası bırakmamaya çalışıyor.
Polis tutanaklarından, savcılık soruşturmasından ya da Sulh Ceza Mahkemesinin tutuklama kararından öğrendiğimize göre, “FETÖ” ya da PKK ile ilgili haber yapmak suç. Bunlar hakkında bir haber yapılacaksa zaten yandaş medya ziyadesiyle yapıyor ve milletçe öğrenmemiz gereken her şeyi bu medyadan zaten öğreniyoruz. Bu durumda yandaş medya dışında, muhalif bir basın organının yapması gereken tek şey bunlarla ilgili ya yandaş medyanın attığı başlıklar altında aynı içerikle yayıncılık yapmak ya da aslında “yokmuş” gibi davranmak. “FETÖ” ilgili bir haberi bu tarzda yayımlamayacaksanız eğer ne haddinize objektif haber cümleleri kurmak, üstüne üstlük de yanına Fethullah Gülen’in fotoğrafını iliştirmek. Sabah ya da Star çizgisinde konuşmak içinize sinmiyorsa da havadan sudan konuşabilirsiniz. Zaten mevsim kış; beyaz kabus, çocukların kardan adam coşkusu vs.
Uzun lafın kısası AKP iktidarı, “temsili demokrasi” de ifade bulan egemenlik oyununu kuralına göre oynamıyor. Dağıtması gereken mavi boncukları dağıtmıyor. Bütün boncukları kendine saklıyor. Her kıstığı sesle kendi nefesi açılıyor belki ama yaşam savaşı herkes için kıymetli ve herkes o nefesi almak için mücadeleye devam edecek; ama belli ki henüz bunun farkında değil iktidar.
BİR TUHAF SORUŞTURMA
Gadamer der ki: “ Yargının derdi adalet değildir, hüküm vermektir”. Hep bildiğimiz bir şeydir; söylemekten sıkıldığımız, sıkıldığımız halde çaresizlikten ve/veya güçsüzlükten daha radikal bir talebi dile getiremediğimiz şeydir adalet. Hukuk denilen şeyin tarih içinde nasıl oluştuğunu, hangi aşamalardan geçtiğini, kime nasıl hizmet ettiğini gayet iyi bildiğimiz halde yine de yargıdan talep etmekten “çaresizce” vazgeçmediğimiz şeydir. Adaletin modern ulus-devlet yargısından beklenmeyecek bir ideal olduğunu bilmemize rağmen elimizde maalesef bu yargıdan başka bir şey yok.
Yine de devlet yargısının yalnızca hüküm verdiğini, adalet peşinde koşmadığını bilmemize rağmen, “modern temsili demokrasi” içinde yaşıyorsak, bir devletimiz ve bu devletin de bir yargısı varsa adil değilse de makul bir yargı anlayışı beklememizin mantıksız hiçbir yanı olmamalı. En azından bunca yargıç, savcı, adliye memurunun ömür tükettiği o devasa binalarda, yurttaş ya da vekilinin o modern devletin bahşettiği hakların peşinde koşarken ufak da olsa bir beklentisi, bir umudu olmalı. Yoksa ne diye onca masraf yapmalı ki Bakanlık. Kapatalım gitsin.
Buraya da bir üç nokta koyup devam edelim, zira modern devlet yargısı üzerine söylenecek tonlarca söz var.
Kimse Aydın Engin’in yerinde olup da “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” başlıklı yazısı ile 15 Temmuz darbe girişiminin “Yurtta Sulh Konseyi” arasında bağlantı kurulduğu bir soruya yanıt vermek istemez. Kimse, hiçbir gazeteci “FETÖ” ile ilgili bir haberde neden Fethullah Gülen’in fotoğrafının kullanıldığı sorusuna yanıt vermek istemez. Hiçbir avukat zamanında Gülen Cemaati mensubu bir hastanede çalışan ve kendisine boşanma davası için gelen müvekkili dolayısıyla “FETÖ” ve kendi arasında bir bağ kuran soruyu yanıtlamak istemez. Aklı başında her soran ve sorulan için bu sorulara yanıt vermek zuldür, başka da bir şey değildir.
Adalet beklemeseniz ve yargının yalnızca “hüküm veren “ bir merci olduğunu kabul etseniz dahi verilen hükmün en azından “kabul edilebilir”, mantıklı bir hüküm olması gerektiğini düşünürsünüz.
Yukarıda sayılan ve benzerlerinin onlarca fazlasının dava dosyasında yer alan örneklerinden yola çıkan mahkeme 10 Cumhuriyet mensubunu “örgüt propagandası” suçundan tutukladı. Adalet peşinde koşmadığımız muhakkak, o zaman verilen bu hükme bakalım:
Bir taşınmaz davasında vekil bir avukatsanız süregelen gayrimenkul hukukunun nasıl eşitsiz şartlarda oluştuğunu, mülkiyeti nasıl koruduğunu ve mülk sahibine mülk sahibi olmayan karşısında nasıl ayrıcalık tanıdığını bilirsiniz. Ya da işçi ve işveren sözleşmelerinin eşitsizliğini, zayıf ile güçlü olanın aynı şartlarda sözleşme yapmasının imkansız olduğunu bilmenize rağmen mahkemenin zaten eşitsiz ve hiç de adil olmayan bir şekilde lafzedilmiş kanun metinlerini uygulayarak bir hüküm verdiğini kabul edebilirsiniz. Adil olmasına adil değildir ama verilen hüküm yasaldır. Meşru olması da ayrıca gerekir elbette. Pekiyi; objektif bir basın basın faaliyetinin “örgüt propagandası” olarak tanımlanıp verilen hükmün de yasal ve /veya meşru olduğunu kim, hangi gerekçeyle söyleyebilir?
Halihazırdaki hukuk sistemi yapısı gereği adil olmasa da ve bir yargıç yasallık zemininden ayrılmayarak işin içine herhangi bir yorum ya da somut olayın öznelliğini katmayarak bire bir kanunun sözünü hükmüne esas alsa da yaptığı şey rasyoneldir. Tercihimiz yargıyı dünyaya uydurmasıdır, her somut olayda o olayın özelliğine göre yorum yapması ve davayı iki satır kanun içine hapsetmekten imtina etmesidir. Ama dünyayı yargıya uydurması da abes değildir. Çünkü dünyayı yargıya uydururken hiç olmazsa elinin altında bir yargı, bir hukuk, bir kanun vardır; sorsanız o hakime çarşaf çarşaf yasal gerekçe yazar, bir şey diyemezseniz; tercihiniz bu olmasa bile.
Ama dünyanın yargıya uydurulmasının başka bir yolu daha var. Bir yargıç olarak yargılama yapmakta işin asgarisi olan yasal zemine, formel hukuka sadık kalmayı tercih etseniz bile; bundan dahi vazgeçip somut olayla somut norm arasında bir illiyet bağı kurmanızın dahi gerekmediği bir hal. Bir nevi “akıl tutulması”. Bir bağ kurmanız gerekli elbette, yaşamda vuku bulan fiil ile yasada yazılı kural arasında. Ama bu bağ illiyet bağı değil. Bu durumda aslında suçun olmazsa olmaz unsurlarından biri olarak “illiyet/nedensellik bağı”nı , başka bir deyişle suçun kanundaki tanımı gereği, fail ve fiil arasında neden-sonuç ilişkisini kuramadığınızda kurmanız gereken bağı “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” yazı başlığı ile “ Yurtta Sulh Konseyi” arasında kurarsınız. Yargıcın yaptığı da tam olarak bu. Bir yargıç olarak ne suçun kanuni tanımı, ne bu suçu işleyen bir fail ne de suça uyan bir fiil derdiniz değil.
Evet, bu bağ çok gevşek, çünkü adı illiyet bağı değil. O yüzden fiille suçun arasını bulup birbirine bağlamak için başka bir tutkal gerekiyor. İktidarın tutkalı. Mahkeme, yargıyı dünyaya uydururken neyi nereye bağlayacağını, fiil, fail ve suç arasındaki nedensellik (illiyet) bağını düşünmek zorunda kalmıyor böylelikle. İktidar binlerce Japon yapıştırıcısı gücünde hazır ve nazır. Yargı siyasallaşıyor; bütün dokusu yavaş yavaş iktidarın/yürütmenin dokusuyla birleşip bir daha ayrılmamacasına birbirine yapışıyor. İktidar bütün yargıya bulaşıyor, yapışıyor ve çıkmıyor.
Yoksa hangi yargıç yargıçlığından şüphe duymaz ki böylesi akıllara zarar sorular sormakla? Hangi yargıç bu sorular karşısında aldığı cevaplarla tutuklama kararı vermekte bir beis görmez? Değil dünyayı yargıya uydurmak, değil yargıyı dünyaya uydurmak; bunlar tartışılabilir. Ama yargıyı iktidara uydurmak, iktidarın uydurduğu yargıda iktidarla ayrılmamacasına birbirine yapışmak, bütün bunların bir parçası olurken hala kendine yargıç diyebilmek nasıl mümkün olabilir? Gazetede yer alan darbe girişimi haberine ilişkin olarak “Demokrasisine sahip çıkan, darbe tehditini püskürtmek için sokaklara inip geleceğine sahip çıkan millet üzerinden toplumu kalıplaştırmaya neden olabilecek haberde Cumhurbaşkanımızın tanka asılan posterinin manşet yapılarak sokağa çıkıp demokrasisine sahip çıkma hadisesinin tehlike olarak görüldüğü…” gerekçesiyle tutuklama kararı veren yargıcın vicdanı nasıl rahat eder ve en önemlisi bu tür sorularla ve gerekçelerle yapılan soruşturmadan ve verilen tutuklama kararından sonra halk nasıl olur da “hukuk güvenliği” içinde yaşadığını düşünebilir? Mümkün müdür?
KAYNAK : HUKUK POLİTİK