Akademik kökenli olmamakla birlikte akademik felsefeye de katkı yapan bir düşünür olarak bilinen Vehbi Hacıkadiroğlu’nun özelliği, felsefenin en önemli konularını çok sade bir dille gözler önüne serme becerisidir. Onun yazıları, felsefeye uzak duran insanlarda bile merak uyandıracak bir dil özelliğine sahiptir. Hukuk ve özgürlük Hacıkadiroğlu’nun önem verdiği konuların başında gelir. Hatta bu ilgisini “Özgürlük Hukuku” adı altında bir kitapla da zirveye taşımıştır. Hukukla ilgili, dergiler arasında kalmış değerli yazılarını okurla tanıştırmak en büyük dileğimizdir ( Hukuk Politik).                                                                                                           

                                                                                                         ***

İnsanların mutluluğu bakımından o insanlar arasındaki ilişkilerin iyi düzenlenmesinin önemi açıktır. Ancak bu ilişkilerin iyi düzenlenebilmesi için insanı insan yapan özelliklerin iyi bilinmesi gerekir. Bu yazıda, insanı insan yapan “özgürlük” kavramından yola çıkarak insan konusunu açıklamaya çalışacağız. Günümüz düşüncesinde bütün önemli kavramların olduğu gibi insan kavramının da temelinde Eski Yunan düşüncesinden izler buluruz. O düşüncenin başlıca temsilcisi sayılan Aristoteles bütün canlılar gibi insanların da kendi zamanında nasılsalar öyle yaratıldıklarına inanıyordu. Öyle ki ona göre, o günlerde Yunan nüfusunun çoğunluğunu oluşturan köleler köle, efendiler de efendi olmak üzere yaratılmışlardı.

O tarihlerde yine Yunanistan’da “Yalnız Yunanlılarla Yunanlılar değil, Yunanlılarla Barbarlar da eşit yaratılmıştır” diyebilen Sofistler de düşüncelerini yaymaya çalışıyorlardı. Ancak Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi dev düşünürlerin karşı çıkması yüzünden Sofistlerin düşünce tarihinde önemli bir etki yapamadan gelip geçtikleri söylenebilir. Böylece Eski Yunanda insanın, tıpkı Aristoteles’in düşündüğü gibi, biri beden öteki de ruh olmak üzere iki varlıktan oluştuğunun kabul edildiği söylenebilir. Böyle bir insan anlayışı Orta Çağ boyunca önemli bir değişme göstermeden Batı Avrupa felsefesine egemen olmuştur. Batı Avrupa felsefesinde bilgi konusuyla ilgili bütün kavramların sorguya çekildiği Rönesans döneminde de insan kavramıyla ilgili olarak kökten bir görüş değişikliğine rastlanmamaktadır.

Nitekim çağımız felsefesinin öncülerinden olduğu kabul edilen Descartes’a göre de insan, tıpkı Aristoteles’e olduğu gibi, biri özdeksel öteki de tinsel olmak üzere iki varlıktan oluşmaktadır. Descartes’ın bütün çabası bu iki tür varlığın birbiriyle nasıl uyuştuğunu, özdeksel varlığın nasıl olup da tinsel varlığın düşündüklerini uygulamaya koyabildiğini açıklamaktadır. Bu iki türden oluşan insan anlayışı Descartes’tan sonra da sürmüş ve Kant’ta yeni bir açıklama biçimi kazanmıştır.

Kant’a göre de insan biri özdeksel öteki de tinsel olmak üzere iki ayrı varlıktan oluşur. Özdeksel varlığın sıkı bir nedensellikle bağlı olmasına karşın düşünsel varlık nedenselliğe bağlı değildir. Bu kabul Kant’ı isteme bakımından nedenselliğe bağlı olamayan bir insan kavramına götürmüş ve buradan da istenç özgürlüğü kavramı doğmuştur. Böylece Kant nedenselliğe bağlı olmayan bir özgürlük anlayışını pek zavallı bulur ve “O zaman istenç kararlarımızın hesabını nasıl verirdik? Ahlak ve hukuk bakımından bu kararlarımız için nasıl sorumlu tutulabilirdik?” (1) diye sorar.

Kant’ın, kendisinin kabul etmemesine karşın bu “özgür istenç” kavramını dinlerden aldığı söylenebilir. Gerçekten Musevilik, Hristiyanlık ve İslamiyet gibi yaygın dinlerde Tanrı insanlara kimi eylemleri yasaklamış ve o eylemleri gerçekleştirenlerin cezalandırılacağını bildirmiştir. Bu dinlere göre, suç işleyen birisinin “Ne yaptımsa Tanrının istencine uygun olarak yaptığıma göre niçin cezalandırılıyorum?” demesi durumunda ona “Tanrı insanlara özgür istenç vermiştir, sen de insan olduğuna göre kendi istencine göre davrandın, suçlusun” denebilmektedir.

Locke da inançlı bir düşünür olmasına karşın bu özgür istenç kavramının anlamsızlığını belirtmiş “Bir kimsenin istencinin özgür olup olmadığını sormanın onun uykusunun çevik ya da erdeminin kare olup olmadığını sormak kadar anlamsız olduğunu” (2) öne sürmüştür. Ancak bu görüşünde haklı olan Locke insanda bir tür özgürlük bulunduğu konusunda öteki ünlü filozoflardan farklı düşünmüyordu.

Gerçekten Locke da Hobbes gibi, insanların başlangıçta tek başına yaşarlarken tam bir özgürlük içinde bulunduklarını kabul ediyordu.

Böyle bir özgürlük başka insanları öldürme özgürlüğünü de içerdiğinden bu özgür insanlar bir yandan da öldürülme korkusu içindeydiler.

Bu korku o insanları, özgürlüklerinin bir bölümünden vazgeçerek bir egemenin koruması altına girmeye zorlamış ve toplumsal yaşam böyle başlamış oldu.

Özellikle Amerikan Bağımsızlık Hareketi ve Fransız Devrimiyle yayımlanmaya başlayan İnsan Hakları bildirgelerinde özgürlüğe büyük önem verilmiş ve bu bildirgelerin hepsinde “İnsan özgür doğar” görüşü belirtilmiştir. Bu görüşün, bu bildirgelerin düzenlenmesinde etkili olan politikacılardan çok ünlü filozoflardan geldiğini yukarıdaki açıklamalarımızın yanında J. J. Rousseau’nun şu tümcesinden de anlayabiliriz: “İnsan özgür doğar, fakat her yerde zincirlenmiştir” (3)

Böyle doğuştan bir özgürlük anlayışının “yaratılışçı” adı verilen “Tanrının yarattığı insan” kavramından kurtulmuş sayılamayacağı açıktır. Bu durumda, Hukuk’un ve Etik’in vazgeçilmez kavramı olan “sorumluluk”’un temelinde bulunan özgürlüğün Evrim kuramına uygun bir açıklaması yapılmadıkça adaletli bir toplumsal ilişkiler sisteminin sağlanmış olduğu söylenemez. Bu konunun aydınlatılmasına “insan” ve “hayvan” kavramları arasındaki farkı belirterek girmeye çalışacağız.

İnsan kavramı ile ilgili olarak “iki ayrı varlıktan oluşma” gibi ilkel bir görüşü ileri süren Descartes’ın, hayvan kavramı üzerine öne sürdüğü bir görüşü günümüz bilimi de kabul etmektedir: “Hayvan davranışları dışarıdan gelen etkilere tepki olarak gerçekleşmektedir”. Buna karşı insanların dışarıdan gelen etkiler karşısında değişik tepkiler gösterdiğini gerek kendi deneyimlerimizden gerekse başkaları üzerindeki gözlemlerimizden bilmekteyiz. Böylece sorun insanın “özgürlük” adını verdiğimiz bu “değişik tepki gösterme” gücünün nereden geldiğini saptamaktadır.

Nasıl davranacağına kendi karar veren insan bu özgürlüğü, nasıl davrandığında nasıl bir sonuç alacağını bilme gücüne dayanarak kazanabilir. Yani insan özgürlüğü bilgiye dayanmaktadır ve bilgi arttıkça bu özgürlük de artar.

Bunu bir örnekle şöyle anlatabiliriz. Bir ağaçta hem insanların hem de kimi hayvanların elde etmek istediği bir meyvenin bulunduğunu düşünelim. Bu meyvenin görünüşünün etkisi altında hayvanların nasıl davranacağı bellidir. Uçabilenler uçarak, tırmanabilenler de tırmanarak meyveye ulaşmaya çalışacaklardır. Oysa insan, kendisinde tırmanma yeteneğinin bulunmasına karşın, meyveye ulaşmak için başka yöntemlere de baş vurabilir. Söz gelişi ucu çatallı bir sırıkla dalı kendine çekebilir ya da bir taşınır merdivenden yararlanabilir. Böylece bir insanın davranış özgürlüğünün, bir amaca ulaşma yolunda değişik yöntemleri bilmekten kaynaklandığını görüyoruz.

Bu örnek insan özgürlüğünün salt bilgi ürünü olduğunu açıkça göstermektedir. Amacına ulaştırabilecek türden üç yöntem bilen insan üç davranış türünden birini seçmekte özgürdür. Bu, bir davranışta bulunacak olan insanın amacına ulaştıracağını bildiği yöntemlerin sayısı oranında özgür olduğu anlamına gelir. Böylece insanın bir konudaki bilgisi arttıkça o konudaki özgürlüğü de artmaktadır. Bilgi, canlı varlıklar arasında yalnızca insanda olduğuna göre özgürlük de salt insana özgü bir güçtür.

Özgürlüğün doğruca bilgiye bağlı olduğunu saptadıktan sonra şimdi de bilginin nasıl kazanıldığını saptamak gerekiyor. Bilginin ancak deney yoluyla elde edildiğini biliyoruz. Ancak bir insan bir ömür boyunca önemsiz ölçüde bilgi edilebilse bile o insanın ölümüyle o bilgi de yokluğa karışacağından yalnız yaşayan insanların bilgi biriktirme olanağı yoktur. Bu durumda yalnız yaşayan insanların tam bir özgürlük içinde bulundukları ve toplumsal yaşamın insanların özgürlüğünü sınırladığı biçimindeki görüşlerin tümüyle yanlış olduğunu kabul etmek gerekiyor.

Ancak toplumsal yaşamın da bireylere doğruca bilgi ve bu yüzden de özgürlük vermesinin olanaksız olduğu unutulmamalıdır. Bir koyun sürüsündeki koyunlar salt kendi cinslerinden koyunlarla birlikte yaşamaları yüzünden bilgi ve özgürlük kazanamazlar. Bilgi kazanmak için, birlikte yaşayan bireylerin konuşma gereksinimi duymaları, bunun için de avlanma ya da yırtıcı hayvanlardan korunmada başarı sağlayacak bir işbirliğine girmiş olmaları gerekir. İşbirliği konuşma gereksinimini doğuracak, konuşma bir kuşağın üyeleri arasında bilgi alış verişini ve gelecek kuşaklara bilgi aktarımını sağlayacak, bu yoldan gerçekleşen bilgi birikimini de özgürleşmeyi ve insanlaşmayı getirecektir.

Bu süreç içinde en zor, bir bakıma olanaksızmış gibi görünen durum, henüz insanlaşmaya adım atmamış olan canlıların işbirliğine girmesidir. Gerçekten, hayvanlar üzerindeki kimi gözlemler, insanlaşma sürecine girmemiş olan hayvanların işbirliğine girmesinin olanaksız denecek kadar zor olduğunu göstermektedir. Bu konuda eski Kurban Bayramlarında çok sık görülen, seyrek de olsa günümüzde de rastlanan bir durum konuyu açıklamaya yetebilir: Birkaç kurbanlık koyun birbirine yakın ağaçlara bağlanmış kesilme sıralarını beklemektedir. Elinde büyük bir bıçakla oraya gelen kasap, koyunlardan her birini arka arkaya yatırıp öteki koyunların gözleri önünde boğazlamaktadır. Başka koyunların boğazlandığını gören her koyun elinde bıçakla kendisine yönelen kasabın gelişini telaşsız seyretmektedir. Bir koyun ancak bıçağın kendi boğazına dokunuşundan sonra debelenmeye başlamaktadır.

Bu türden örneklerin de gösterdiği gibi, sürü oluşturan hayvanlar bile, kendi türünden hayvanlarla işbirliğine girmek şöyle dursun, onlarla birlikte bulunduğunun bile bilincinde değildir. Bu durumda hayvanların düşman karşısında ya da av arkasında işbirliği yapmalarının olanaksız olduğu görüşüne karşı çıkmak hiç de kolay görünmüyor. Ancak işbirliği olmadan konuşmanın, konuşma olmadan da insanlaşmanın olanaksız olduğu görüşüne de karşı çıkılamayacağına göre söz konusu işbirliğinin kimi rastlantılar sonucunda gerçekleşmiş olabileceğini de kabul etmek gerekiyor. Nitekim çakallar, kurtlar gibi kimi yabanıl hayvanların dört ya da beş tanesinin sıkışık durumlarda birlikte avlanarak bilinçsiz de olsa bir işbirliğine giriştikleri görülmektedir.

Bu durumda, ileride insanlaşacak olan fakat henüz insanlaşma yolunda bir adım bile atmamış olan bir hayvan türüne “primat” adını verirsek insanlaşmanın, primatların bir işbirliği oluşturmasıyla başladığı sonucuna varırız. Bu işbirliği başlangıçta, tıpkı bir takım yabanıl hayvanlarda olduğu gibi, çevrenin zorlamasıyla rastlantısal olarak başlamış ve zaman içinde sürekli bir biçim almış olmalıdır.

Bir kez işbirliği sürekli biçimde yerleştikten sonra artık insanlaşma kendiliğinden gelecek demektir. İşbirliği konuşma gereksinimi doğuracak, konuşma bilgi birikimini sağlayacak, bilgi birikimine koşut olarak özgürlük ve insanlık ortaya çıkacaktır.

Artık yaratılışçılık inancıyla hiç ilgisi olmayan, tümüyle evrim sürecinin doğal sonuçlarından biri olan insanların oluşturduğu bir toplumsal biçimi karşısındayız. Bundan sonra bilgi artışına koşut olarak özgürlük ve insanlığın da sürekli gelişmesi dönemi başlayacak ve bilgi artışının sonu gelmeyeceğine göre gelişme sonsuza dek sürecek demektir.

Böylece yalnız Tanrının yarattığı insan değil, kendi kendini yaratan insan gibi yanıltıcı kavramlardan da kurtulmuş oluyoruz. İnsanı insan yapan toplumsal işbirliği yani bu işbirliğinin üyeleri olan başka insanlardır. Demek ki insanlığımızı ve özgürlüğümüzü kendilerine borçlu olduğumuz varlıklar söz gelimi ünlü filozof Hobbes’un “İnsan insanın kurdudur” diye tanımladığı, bizim de uzun bir insanlaşma tarihinin aldatıcı koşullarının etkisi altında her birini ekmeğimize göz dikmiş yaratıklar olarak görmeye alıştığımız çevremiz insanlarıdır. Böylece insan ve toplum ilişkileri konusunda yepyeni bir anlayış kazanmış oluyoruz.

Artık insanların toplumsal yaşama salt öldürülme korkusundan kurtulmak için özgürlüklerinin bir bölümünü feda ederek girdikleri türünden görüşlerin anlamsızlığı ortaya çıkmıştır.

Toplumsal yaşam insanların özgürlüğünü kısmakta değil, tersine üyelerinin özgürleşmesini sağlamaktadır. Toplumsal yaşamın özgürlükleri kısmak zorunda kaldığı zaman da kısılan özgürlük bireylerin doğuştan gelen özgürlükleri değil, toplumsal yaşamın kendisine sağladığı özgürlüktür.

Bir toplumun gelişmesi o toplum üyelerinin özgürlüğünün de büyümesini sağlayacağından, her insan için en yararlı davranış toplumun gelişmesini sağlayan yani başka insanlar için de en yararlı olan davranıştır. Bu, toplumsal yaşamda bencilliğin en üstün biçiminin özgecilik olduğu anlamına gelir. Böylece, hukuk açısından bir toplum üyelerinin davranışlarını değerlendirme olanağı da bulunmuş olur.

Toplumsal işbirliğinin güçlenmesini sağlayan davranışlar iyi, işbirliğine zarar veren davranışlar kötüdür. Böylece hukuk alanında toplum üyelerinin davranışlarının değerlendirilmesini sağlayan bir yöntem de bulunmuş oluyor.

İnsan doğası bir işbirliği ürünü olarak belirlendiğine göre, işbirliğini güçlendiren davranışları ödüllendirip işbirliğini zayıflatan davranışları cezalandıran bir hukuk insan doğasına uygun bir hukuk olacaktır. Böyle bir hukuk tümüyle konulmuş yargılardan oluşsa bile, buna “Doğal Hukuk” adını vermekte bir sakınca olamaz. Yeter ki davranışların değeri doğru saptanmış olsun. Yani doğru değerlendirmelere dayanarak konulmuş yargılardan oluşan bir hukuk gerçek bir “Doğal Hukuk”tur.

Buradaki doğru değerlendirme suçla cezanın ya da fedakârlıkla ödüllendirmenin iyi değerlendirilmesi anlamına gelir ki bu sorunun kolay bir çözümünün bulunmadığının unutulmaması gerekir. Önce, doğru çözüme yalnızca yasa koyucuların konularını iyi bilmeleriyle ulaşılamaz. Ulaşılması olanaksız denecek kadar zor olan bu sorunun yanında, çözümü ondan da daha zor olan bir sorun daha vardır ki o da bu yasaların uygulanacak olduğu bireylerin bilgi düzeyi sorunudur. Gerçekten, belli bir davranışta bulunan bir kimsenin cezalandırılmasının adaletli bir uygulama olabilmesi için o kimsenin o davranışta bulunurken özgür olması gerekir. Özgürlük bilgiyle kazanıldığına göre, aynı türden davranışta bulunan kişilere aynı cezaların verilebilmesi için davranışta bulunan kişilerin aynı bilgi düzeyinde olmaları gerekir.

Günümüzün gelişmiş toplumlarında bile yasaların, aynı türden davranışta bulunanlara aynı cezanın verilmesine göre düzenlendiğini biliyoruz. Tek ayrıcalık belli bir yaşa erişmemiş kimselerin cezalarının hafifletilmesi ya da daha da küçük olanlara hiç ceza verilmemesi durumunda ortaya çıkıyor. Oysa belli bir yaşı geçmiş olan kimselerin hepsinin, hiçbir toplumda aynı bilgi düzeyinde bulunmadıkları bir gerçektir. İnsanların eğitim düzeyini toplumun eğitim ve öğretim kurumları belirlediğine göre bir toplumun bireylerinden bir bölümünün belli alanlarda yeterince bilgili olmamasının nedeni yeterli eğitim ve öğretim olanağını bulamamalarından kaynaklanmaktadır.

Bu durumda Bilgisizlik yüzünden yeterince özgürleşemedikleri için davranışlarından sorumlu tutulmamaları gereken toplum üyelerini cezalandırmakla yöneticiler kendi suçlarını bireylere yüklemiş oluyorlar. Bu, günümüzün gelişmiş toplumlarında bile henüz adaletli bir hukuk düzeninin çok gerilerinde bulunulduğu anlamına gelir. Böylece ortaya koymaya çalıştığımız bu yeni hukuk düzeni birçok sorunların çözümünü olanaklı kılmasına karşın birçok yeni sorunların doğmasına da yol açmaktadır. Bundan sonra bu yeni sorunların açıklanıp bunların çözümlerinin araştırılmasına geçmemiz gerekiyor.

Dip notları:

  1. Bedia Akarsu, Ahlak Öğretileri, 1982, s: 243

  2. J.Locke, İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme, Çev. V.Hacıkadiroğlu, I,xxi,14

  3. J.J.Rousseau, The Social Contract, Çev. G.D.H.Cole,1950,s.3

  • Bu makale Hukuk ve Adalet dergisi sayı: 6-7’de yayımlanmıştır (2005).