3713 s. Yasanın 7/2 maddesinde tanımlanan “terör örgütü propagandası suçu” bugünlerde HDP vekilleri, siyasi parti yöneticileri, gazeteciler, akademisyenler başta olmak üzere, siyasi muhaliflerin yargılamalarında giyotin işlevi gören ceza maddelerinden biri haline geldi. Uzun yıllar hak mücadeleleri ve AİHM ihlal kararlarının sonunda, ifade özgürlüğü lehine yasada yapılan olumlu değişiklikler, pratikte işlemez hale getirilmek isteniyor. Bu yazıda, propaganda suçuna dair yargılamaların hukuki çerçevesine dair bir inceleme yapmış olacağız.

Propaganda suçunun, Terörle Mücadele Kanunu yanında Anayasa, Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, TCK hükümleri ile ilişkisine ortaya koyacağız.

Demokratik Hukuk Devleti İlkesi Gereğince Bir Hakkın Kullanımı Suç Olarak Değerlendirilemez

Hukuk devletini, otoriter “yasa devleti”nden ayıran en temel özelliği, Anayasa’nın temel insan hak ve özgürlüklerini koruyacak şekilde düzenlenmesidir. İlaveten, kamu otoritelerinin tamamının Anayasa, yürürlükteki yasalar ve uluslar arası hukukun toplamından oluşan hukukla bağlı olması anlamına gelir.

1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2. maddesinde, cumhuriyetin nitelikleri açıklanmış; “insan haklarına saygılı, demokratik bir hukuk devleti” olduğu tarif edilmiştir.

Düşünce ve ifade özgürlüğü; özgür eleştiri, demokratik siyasal sistemin temel koşuludur. Demokratik sistemlerde, politik görüşler sadece Meclis’te seçilmiş vekiller tarafından değil, tüm politik partiler ve tüm yurttaşlar tarafından geniş bir ifade özgürlüğünden yararlanır. Aksi halde, demokratik bir toplumda, düşüncelerin serbestçe oluşması, yönetimin halk tarafından denetlenmesi ve nihayet yönetimin demokratik siyasal yollardan değiştirilmesi imkanı kalmaz.

Siyaset, bir toplumda, yönetenler ve yönetilenler arasındaki ilişkiye dair düşünce ve uygulamaların bütünü olarak da tarif edilebilir. Demokratik rejimlerde, bireyler, örgütler, kurumlar, siyasal iktidarı etkileyebilmek, taleplerini/beklentilerini siyasal iktidara duyurabilmek için konuşma, yazı, toplantı, gösteri, basın araçları gibi çeşitli yöntemlere başvururlar. Siyasi partiler aracılığıyla kendi yönetim alternatiflerini ortaya koyar, bu alternatiflerin kamuoyunda çoğunlukla benimsenerek iktidar olmasının olanakları yaratılır. Bu olanak, bir dönem azınlık olan görüşlerin, başka bir dönem çoğunluk olma fırsatını sağlar.

Hükümetin benimsediği resmi görüş veya çoğunluğun benimsediği görüşler dışında, muhalif ya da azınlıkta kalan görüşlerin de serbestçe ifade edilememesi halinde; kamuoyunun serbestçe oluşması hali gerçekleşmeyeceği gibi, yurttaşların bilgilenme hakkı da gerçekleşmez. Eleştirilemeyen, tartışılamayan yönetsel düşünceler ve uygulamalar değiştirilemez hale gelir; siyasi tabular oluşur. Demokratik bir siyasal sistemde, değiştirilemez, eleştirilemez düşünce ve uygulamalara yer yoktur.

Anatole France, “en büyük mutluluk, hür düşünceli olmaktır” derken, Jean Jaurès, “insan için kutsal, yani irdelenmesi, tartışılması yasaklanmış hakikât yoktur; dünyada en değerli şey düşünce özgürlüğüdür; iç ya da dış hiçbir kuvvet, hiçbir iktidar, hiçbir dogma aklın sürekli araştırma çabasını sınırlayamaz; insanlık evrende büyük bir soruşturma kuruludur. Bizden gelmeyen her hakikât kuşkuludur; bağlandığımız şeyler karşısında dahi eleştiri duyumuz hep uyanık kalmalı, bütün tasdiklerimize ve bütün düşüncelerimize gizli bir başkaldırma karışmalıdır” önerisinde bulunmuştur. Bertrand Russell “düşünce, çoğu zaman var olan birtakım dış yönlendirici etkenlerden bağımsız ise özgür olur” derken, Euripides “köle düşüncesini söyleyemeyen insandır”değerlendirmesini yapmıştır. Voltaire ise büyük Fransız devrimine kaynaklık eden düşüncelerinde, “sizin düşüncelerinize katılmıyorum, ama sizin düşüncelerinizi söyleyebilmeniz için gerekirse canımı verebilirim” vurgusuyla, düşünce özgürlüğünün hayati önemine dikkat çekmiştir. Oscar Wilde “tehlikesiz bir fikir, fikir denemeyecek kadar değersizdir” demiştir.

İnsanlık tarihi boyunca, pek çok deneyim ve uzun süren hak mücadelelerinden sonra, her türlü otoriter rejim karşısında, bir temel hak olarak düşünce ve ifade özgürlüğü, bağlı olarak basın özgürlüğü haklarına yer verilmiştir.

Anayasa Mahkemesi, ifade özgürlüğünün, Anayasa’da tanımlanan diğer hak ve özgürlüklerle ilişkisine dair şu tespitleri yapmıştır:

İfade özgürlüğü, Anayasa’da güvence altına alınan diğer hak ve özgürlüklerin önemli bir kısmı ile doğrudan ilişkilidir. Görsel ve yazılı medya araçları yoluyla fikir, düşünce ve haberlerin yayılmasını güvence altına alan basın özgürlüğü de düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğünün kullanılma araçlarından biridir. Basın özgürlüğü, AİHS’de ifade özgürlüğüne ilişkin 10. maddenin altında koruma altına alınmışken, Anayasa’nın 28-32. maddelerinde özel olarak düzenlenmiştir.” (Emin Aydın Başvurusu: 2013/2602, Karar Tarihi: 23/1/2014; İlhan Cihaner Başvurusu: 2013/5574Karar Tarihi: 30/06/2014; Fatih Taş Başvurusu: 2013/1461Karar Tarihi: 12/11/2014)

Anayasa’da tanımlanan ifade özgürlüğü hakkının kullanılması söz konusu olduğunda; TCK 26/1 maddesi uyarınca, “hakkını kullanan kimseye ceza verilemez

İfade Özgürlüğünün Genel Çerçevesi

a-Anayasa’nın 25 ve 26. maddelerinde ise, düşünce ve düşünceyi açıklama özgürlüğünün çerçevesi tanımlanmıştır. Bu tanımlarda özellikle, “resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliği”ne de vurgu yapılmıştır. Anayasa’nın “söz konusu hükümleri şöyledir:

MADDE 25. – Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir.

Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.”

MADDE 26. – Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar. Bu fıkra hükmü, radyo, televizyon, sinema veya benzeri yollarla yapılan yayımların izin sistemine bağlanmasına engel değildir.”

Anayasa Mahkemesi, 04.06.2015 tarih ve 2013/9343 sayılı Mehmet Ali Aydın kararında demokratik bir toplumda ifade özgürlüğünün sadece “hoşa giden” düşünceler için değil “Devletin veya toplumun bir bölümünü eleştiren, onlara çarpıcı gelen, onları rahatsız eden ifadeler” görüşler için de geçerli olduğunu kabul etmiştir.

74. Anayasa’nın 26. maddesi bağlamında, kamunun çıkarlarına ilişkin siyasi konuşmaların veya toplumsal sorunlara ilişkin tartışmaların sınırlanmasında kamusal yetki kullanan makamların çok dar bir takdir marjı olduğuna işaret etmek gerekir (aynı yönde görüş için bkz. Başkaya ve Okçuoğlu/Türkiye, B. No: 23536/94, 24408/94, 8/7/1999, § 62).

84. Bir siyasetçi olan başvurucunun sözleri gibi açıklamaların sınırlanmasında kamusal yetki kullanan makamların çok dar bir takdir aralığı olduğuna işaret etmek gerekir. Kamu otoriteleri veya toplumun bir kesimi için hoş olmayan düşüncelere, şiddeti teşvik etmediği, terör eylemlerini haklı göstermediği ve nefret duygusunun oluşmasını desteklemediği sürece sınırlama getirilemez.”

Anayasa Mahkemesi’nin 04.06.2015 tarih ve 2014/12151 sayılı Bekir Coşkun kararında “hükümetler kullandıkları kamu gücünden dolayı kendilerine yöneltilmiş en ağır eleştirileri bile hoşgörü ile karşılamak zorunda” olduğu içtihat edilmiştir.

57. .. başvurucunun ifade özgürlüğüne yapılan müdahalenin Anayasa’nın 26. ve 28. maddelerini ihlal boyutuna ulaşıp ulaşmadığı incelenirken soyut bir değerlendirme yapılmayıp; başvurucunun kullandığı ifadelerin türünün, kamusal tartışmalara katkı sunma kapasitesinin, ifadelere yönelik kısıtlamaların niteliğinin ve kapsamının, ifadelerin kimin tarafından dile getirildiğinin, kime yöneldiğinin ve kamuoyu ile diğer kişilerin kullanılan ifadeler karşısında sahip oldukları hakların ağırlığının gerektiği gibi değerlendirilip değerlendirilmediğine bakılmalıdır.

  1. İfade özgürlüğü büyük ölçüde eleştiri özgürlüğünün güvence altına alınmasını hedeflemektedir. Bu nedenle, düşüncelerin açıklanması ve yayılması sırasında kullanılan ifadelerin sert olması doğal karşılanmalıdır. Öte yandan siyasi tartışma özgürlüğünün “tüm demokratik sistemlerin temel ilkesi” (bkz. Lingens/Avusturya, B. No: 9815/82, 8/7/1986, § 41-42) olduğu göz önüne alındığında diğer ifade türlerine nazaran, siyasi ifade özgürlüğüne ayrıca önem vermek gerekmektedir. AİHM de kararlarında sıklıkla siyasi bir tartışmayı savunmanın demokratik bir toplumda temel bir unsur olduğunu vurgulamaktadır. AİHM, zorlayıcı nedenler olmadıkça siyasi ifadeye kısıtlama getirilmemesi gerektiğini kaydetmektedir (örnek bir karar için bkz.Feldek/Slovakya, B. No: 29032/95, 12/7/2001, § 83).”

Anayasa Mahkemesi, 25.06.2014 tarih ve Başvuru No: 2013/409 sayılı Öcalan kararında, siyasal açıklamalarda kamu otoritelerinin takdir yetkisinin dar olduğuna işaretle, toplatılmasına karar verilen kitabın bütününde, barışçıl çözüme ilişkin görüşlerin sunulması nedeniyle “nihai savaş aşamasına geçileceğine” ilişkin ifadelerin, şiddete teşvik değil, siyasal öngörü olduğu değerlendirmesiyle, Anayasa 25-26. maddelerinin ihlal edildiğini değerlendirmiştir.

107.  Kitabın toplatılmasına gerekçe olarak gösterilen düşüncelerin bir kısmı, toplumun büyük kesimi ve devlet yetkilileri için kabul edilemez olmakla birlikte bir bütün olarak kitapta yer alan düşünceler, başvurucunun ifadesiyle Kürt gerçeğinin tanınması ve silahlı yöntemlere başvurmak yerine Kürt sorununun çözülmesi için barışçıl yöntemlerin kullanılması çerçevesinde temellendirilmiştir. Başvurucu, söz konusu kitabın kapağında bulunan resmin amacının, yeni bir siyasal sınırın gösterilmesi olmadığını, kitapta ele alınan konuların geçtiği coğrafyayı gösterdiğini; bu coğrafyadaki siyasal, toplumsal ve ekonomik dönüşümlerin demokratik usullerle gerçekleştirilebileceğini ileri sürmüştür.Terör örgütü PKK üzerindeki etkisi devam eden başvurucu, temel olarak, demokratik çözüm olanaklarına şans verilmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu itibarla kitapta yer alan ve demokratik çözümün gerçekleşmemesi halinde “nihai bir savaş aşamasına geçilebileceği” yönündeki ifadeler, kitabın yazıldığı bağlam ile birlikte değerlendirildiğinde, başvurucunun şiddeti teşvik ve terör eylemlerinin yapılmasına çağrıda bulunduğu anlamına gelmemektedir. Başvurucunun bu sözlerinin, demokratik çözümün gerçekleşmemesi halinde Güneydoğu Anadolu’daki şiddetin yeniden canlanabileceği öngörüsü niteliğinde olduğu değerlendirilmiştir.

108.  Kitap bir bütün olarak incelendiğinde şiddeti övdüğü; başvurucunun kavramsallaştırmasına göre “önümüzdeki süreçte” kişileri terör yöntemlerini benimsemeye başka bir deyişle şiddet kullanmaya, nefrete, intikam almaya veya silahlı direnişe tahrik ve teşvik ettiği yönünde değerlendirilmemiştir. Aksine, bir süredir güvenlik güçleri ile silahlı çatışmaların olmadığı bir ortamda başvurucu, kendi bakış açısıyla Kürt meselesini analiz etmekte; silahlı çatışmaya son verilmesini ve demokratik çözüm konusunda uzlaşılmasını talep etmektedir. Başvurucunun kitapta dile getirdiği meseleler gibi kamunun çıkarlarına ilişkin siyasi açıklamalar veya toplumsal sorunlara ilişkin tartışmaların sınırlanmasında kamusal yetki kullanan makamların çok dar bir takdir aralığı olduğuna işaret etmek gerekir. Kamu otoriteleri veya toplumun bir kesimi için hoş olmayan düşüncelere, şiddeti teşvik etmediği, terör eylemlerini haklı göstermediği ve nefret duygusunun oluşmasını desteklemediği sürece (bkz. § 105) sınırlama getirilemez. Bu sebeple, başvuruya konu kitabın toplatılmasına gerekçe gösterilen nedenlerin başvurucunun düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü ve bu kapsamda basın özgürlüğüne yönelik müdahalenin demokratik bir toplumda gerekli ve ölçülü olmadığı sonucuna varılmıştır.”

Belirtmek gerekir ki, Anayasa Mahkemesi ve AİHM’in ifade özgürlüğünün ihlaline ilişkin kararlarında, sadece mahkumiyet halinde değil, hükmün açıklanmasının geri bırakılması veya erteleme gibi, hükmün askıda bulunduğu haller de ihlal kabul edilmektedir.

Anayasa Mahkemesi’nin Fatih Taş (Başvuru no: 2013/1461) kararında, AİHM’in Taner Akçam/Türkiye, Lombardo ve Diğerleri/Malta kararları örneklenerek, hemen ceza infazı söz konusu olmasa dahi denetim altında tutmaya ilişkin kararların, ifade özgürlüğünü kesintiye uğratıcı, dondurucu etkisine dikkat çekilmektedir.

Mevcut başvuru ifade özgürlüğüne ilişkin olup, başvurucunun denetim altında tutulma durumunun bilinmesi başvurucu açısından bazı güçlükler yaratmaktadır. Bu güçlükler, mağduriyet statüsünün belirlenmesinde dikkate alınmalıdır (bkz. Altuğ Taner Akçam/Türkiye, B. No: 27520/07, 25/10/2011, § 67). Yaptırıma maruz kalma endişesinin kişiler üzerinde kesintiye uğratıcı bir etkisi vardır ve sonunda kişinin isnat edilen suçlardan aklanma ihtimali bulunsa bile kişinin bu etki altında ilerde düşünce açıklamalarından veya basın faaliyetlerini yapmaktan imtina etme riski bulunmaktadır (benzer değerlendirmeler için bkz. Lombardo ve Diğerleri/Malta, B. No: 7333/06, 24/4/2007, § 61).”

b-AİHS 10. Maddesi uyarınca “herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir”

Anayasa’nın 90/5. maddesi uyarınca “ Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle: 07/05/2004 – 5170 S.K./7.mad) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.”

Avrupa. İnsan Hakları Sözleşmesi 10.3.1954 günü, 6366 sayılı kanunla onaylanmış ve 19.3.1954 günlü Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiş olmakla, Anayasa’nın 90/5. maddesi uyarınca üst hukuk niteliği kazanmıştır.

AİHM içtihatlarında; “ifade özgürlüğü”, sadece kendi başına önemli bir hak olmakla kalmaz, ama aynı zamanda, Sözleşme çerçevesindeki diğer hakların korunması bakımından da belirleyici rol oynar. AİHM, ifade özgürlüğünün, demokratik bir toplumun ilerlemesi ve her bir bireyin gelişmesi için temel koşullardan biri olduğunu ortaya koymuştur.

AİHM, Handyside/İngiltere kararında (no: 72/5493):

Düşünceyi açıklama özgürlüğü, bir toplumun ilerlemesi ve kişilerin kendilerini geliştirmeleri için önemli ve gerekli haklardan biridir. Bu özgürlük, yalnızca bilgi ve fikir düzeyinde olan, farklılık oluşturmayan ya da saldırgan olmayan düşüncelere değil, aynı  zamanda saldırgan, devleti ya da nüfusun bir kesimini rahatsız edici, şoka uğratıcı düşüncelere de tanınmalıdır. Çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirliliğin olmadığı bir yerde, demokratik toplumdan söz edilemez” kararı vermiştir.

AİHM, Sözleşme hükümlerini yorumladığı pek çok kararında, düşünce ve ifade özgürlüğünün demokratik bir ülkede kabul edilebilir sınırlarına işaret ederken, “şiddete teşvik eden, şiddete çağıran” düşünceler dışında diğer düşünce açıklamalarının en geniş özgürlükten yararlanmasını, özellikle politik eleştiri ve önerilerin daha da geniş yorumlanması gerektiğine dikkat çekmiştir.

AİHM, Sürek/Türkiye kararında (no: 24762/94); 3713 s. yasanın 8. mad. uyarınca mahkumiyet yönündeki DGM kararını ifade özgürlüğünün ihlali saymıştır:

58. Mahkeme, makalelerde kullanılan kelimeler ve bu kelimelerin yayınlanmış olduğu bağlam üzerinde özellikle duracaktır. Bağlam açısından, kendisine sunulan davaların tarihçelerine, özellikle terörizmin engellenmesine ilişkin sorunları dikkate alacaktır. (bkz. yukarıda belirtilen Incal – Türkiye kararı, s. 1568, 58. Madde).

… Kabul edilmelidir ki, metin “hesaplaşma vaktinin geldiğini” belirtmektedir. Ancak, Mahkeme bu göndermenin şiddete çağrı yerine makalenin genel edebi ve benzetme stili şeklinde değerlendirilmesi gerektiği görüşündedir. Ayrıca, söz konusu röportajın (bkz. Yukarıdaki 13. madde) Türk yetkililerine karşı “gerçek terörist Türkiye Cumhuriyeti’dir” gibi sert eleştiriler içerdiği de doğrudur. Ancak Mahkeme açısından bu bir şiddete çağrıdan ziyade taraflardan birinin çatışmaya karşı olan sertleşmiş tutumunun bir yansımasıdır. Aslında, aynı paragraf içindeki (bkz. yukarıdaki 12. paragraf) ERNK’nın “ateşkes de dahil olmak üzere, her türlü insancıl, siyasi çözüme açık olduğunun” belirtilmesinin ton açısından uzlaşmacı olduğu bile söylenebilecektir. Bir bütün olarak, makalelerin içeriği daha fazla şiddete teşvike neden olabilecek şekilde yorumlanamayacaktır. ….

60. Mahkeme, medya profesyonelleri tarafından ifade özgürlüğü hakkının kullanılmasının beraberinde gelen “görev ve sorumlulukların” çatışma ve gerginlik ortamlarında daha fazla önem kazandığını vurgulamaktadır. Medyanın husumet içeren konuşmalar ile şiddetin teşviki konusunda araç olarak kullanılmasının engellenmesi için devlete karşı şiddete başvuran örgütlerin temsilcilerinin görüşlerinin yayınlanmasında özel bir ihtimam gösterilmelidir. Aynı zamanda, anılan görüşler bu şekilde sınıflandırılamadığında, Sözleşmeci Devletler toprak bütünlüğü veya milli güvenliğin korunması veya suç ve asayişsizliğin engellenmesine atıfta bulunarak meydanın üzerine ceza kanununun yüklenmesi suretiyle halkın bilgi alma hakkına sınırlama getiremez.

61. Yukarıdaki hususları dikkate alan Mahkeme, başvuranın mahkumiyetinin ve cezasının amaçlanan hedefler ile orantısız olduğu ve bu nedenle “demokratik bir toplumda zaruri” olmadığı sonucuna ulaşmıştır. Bu sebeple, bu dava konusu şartlar altında Sözleşme’nin 10. maddesi ihlal edilmiştir.”

AİHM Ceylan/Türkiye kararında da (no:94/23556), siyasi söylem ve kamu çıkarı ile ilgili konularda, Hükümetle ilgili eleştirilerde ifade özgürlüğü sınırlarının geniş, kısıtlamanın dar olduğu hatırlatmasıyla, AİHS 10. maddenin ihlal edildiğine karar vermiştir.

33. Söz konusu makale içeriği ve kullanılan ifadelerin çeşidiyle siyasi söylem niteliğini kazanmıştır.

.. Makalenin mesajı şöyledir “kanunlar tarafından yapılan bütün engellemelere rağmen, birlikte çalışmanın mümkün olduğu bütün demokratik kuruluşlarla, siyasi partilerle ve her birey veya kuruluşla birlikte hareket etmek suretiyle “katliamlara” ve “devlet terörüne” karşı çıkarak ve “örgütlenmenin ve işbirliğinin bütün gücünü kullanarak birlik sağlamalıyız”.

Devlet terörü” ve “katliam” kelimelerinin kullanılmasının da gösterdiği gibi, ülkenin ilgili bölgelerinde Türk yetkililerinin fiilleri hakkındaki eleştiri sert, kullanılan dil ise keskindir. (bkz.yukarıdaki paragraf 8)

34. Buna rağmen Mahkeme, Sözleşmenin 10. maddesinin 2. paragrafı bağlamında, siyasi söylem veya kamu çıkarı ile ilgili konulardaki kısıtlamanın küçük olduğunu hatırlatmıştır. (Bkz. 25 Kasım 1996 tarihli Wingrove Birleşik Krallık’a Karşı Kararı Raporlar 1996-V, s.1957 para. 58). Ayrıca Hükümet ile ilgili olarak yapılmasına müsaade edilen eleştirinin sınırı, bireyler veya siyasetçiler hakkında yapılan eleştiriye oranla daha büyüktür. Demokratik bir sistemde, Hükümetin fiilleri ve ihmalleri sadece yasama ve yargı otoritelerinin değil, aynı zamanda kamuoyunun da incelemesine açık olmalıdır. Ayrıca, Hükümetin güçlü pozisyonu, özellikle düşmanların eleştirilerine ve haksız saldırılarına başka yöntemlerle karşılık vermenin mümkün olduğu hallerde, ceza davası başlatma konusunda çekimser davranmasını gerekli kılmaktadır.

36. Mahkeme, başvuranın sendika lideri ve bir siyasetçi olarak yazdığını ve bu makaledeki sert uslüba rağmen, şiddeti, silahlı direnişi ya da isyanı teşvik etmediğini gözlemlemiştir. Mahkemenin görüşüne göre bu gözönünde bulundurulması gereken önemli bir unsurdur.

37. Mahkeme başvurana verilen 1 yıldan 8 aya kadar hapis ve 100.000.-TL. para cezasının ağır olduğuna dikkati çekmiştir (bkz. yukarıdaki prg. 11). Mahkumiyetinin sonucu olarak, başvuranın Petrol İşçileri Sendikası’ndaki başkanlık görevini kaybetmesi gibi, bir takım siyasi ve medeni haklarını da kaybetmesi dikkate alınmıştır (Bkz. prg. 14 ve 17). Bu bağlamda Mahkeme, müdahalenin ölçüsü değerlendirilirken verilen cezanın şiddetinin ve çeşidinin gözönünde bulundurulması gereken unsurlar olduğunu belirtmiştir.

38. Sonuç olarak, Sn. Ceylan’ın mahkumiyeti takip edilen amaçlara ve “demokratik bir toplumda gereklilik” ilkesine uygun değildir. Bu nedenle Sözleşmenin 10. Maddesi ihlal edilmiştir.

AİHM Gözel ve Özer/Türkiye kararında, 3713 s. TMK 6. maddesinin uygulanması bağlamında genel ilkelere yer verdiği önceki kararlarına atıfta bulunmakta olup, TMK 7/2 maddesine nümas yargılamalar için de yol gösterici niteliktedir.

AİHM’in kanaatine göre ne yasaklanmış bir örgütün mensubu olan bir kişinin konuşması ya da açıklama yapması, ne de herhangi bir kimsenin hükümetin politikalarını sert bir şekilde eleştirmesi, ifade özgürlüğü hakkına müdahale edilmesini haklı kılamaz. AİHM, metinlerin bütünüyle ele alındığında şiddete teşvik edip etmediğinin belirlenmesi için, metinde kullanılan terimlerin ve hangi bağlamda yazıldığının da dikkate alınmasının uygun olacağını her zaman vurgulamıştır (bakınız, örneğin, Türkiye aleyhine Özgür Gündem davası, no 23144/93, prg. 63, CEDH 2000-III, Türkiye aleyhine Sürek davası (no 4) [GC], no 24762/94, prg. 12 ve 58, 8 Temmuz 1999, ve Türkiye aleyhine Sürek ve Özdemir davası [GC], no 23927/94 ve 24277/94, prg. 61, 8 Temmuz 1999).”

..

Bu konuyla ilgili olarak AİHM’in içtihadından çıkan sonuca göre, görüşler şiddete tahrik içermediği sürece –yani şiddet eylemlerine ya da kanlı bir intikama başvurmayı savunmuyor, partizanlarının hedeflerini gerçekleştirmesi amacıyla terör eylemlerini haklı göstermiyor ve kimliği belli kişilere karşı derin ve mantıksız bir nefret duygusunun oluşmasını desteklemiyor ise– Sözleşmeci Devletler, toprak bütünlüğü, milli güvenliğin korunması veya suç ve asayişsizliğin engellenmesine atıfta bulunarak medyanın üzerine ceza kanununun yüklenmesi suretiyle halkın bilgi alma hakkına sınırlama getiremez (bakınız, mutatis mutandis, Sürek (no. 4), ilgili bölüm, prg. 60).

Bu davalarda, yasadışı terör örgütü PKK (Kürdistan İşçi Partisi ) yöneticilerinin, Türkiye’deki tutukluluk koşulları ve Türk ordusunun Irak’ın kuzeyinde yapacağı olası bir müdahale (Yıldız ve Taş (no 1), ilgili bölüm, prg. 7 ve 32), AİHM önünde görülen bir davanın koşulları (Yıldız ve Taş (no 2), ilgili bölüm, prg. 6 ve 34), Irak’ta bir siyasi parti başkanı olan Talabani’nin Türkiye ziyareti (Yıldız ve Taş (no 3), ilgili bölüm, prg. 6 ve 33), Kürt sorunu hakkında Türk yetkililerin yürüttüğü politikalar (Yıldız ve Taş (no 4), ilgili bölüm, prg. 6 ve 35), uluslararası kadın günü (Kanat ve Bozan, ilgili bölüm, prg. 7 ve 18) ya da örgütün görüşlerini ifade eden bir PKK yöneticisiyle yapılan söyleşi ve dünya barış günü münasebetiyle PKK’nın bir beyanatı (Demirel ve Ateş, ilgili bölüm, prg. 6, 17 ve 38, Karakoyun ve Turan, ilgili bölüm, prg. 9 ve 28, ve Çapan, ilgili bölüm, prg. 8 ve 41) hakkında yaptıkları açıklama ya da konuşmalar söz konusu olmuştur.

Bu davalarda, mevcut davada olduğu gibi, ulusal hakimler yazıların içeriğini ve hangi bağlamda yazıldığını dikkate almadan, sadece terör örgütünün açıklamalarını yayınladığı için medya profesyonellerini mahkûm etmiştir. AİHM, yaptığı analizde ayrıca bu yazılardan hiçbirinin şiddet kullanımını, silahlı direnişi ya da ayaklanmayı teşvik etmediğini ve kin güden bir söylem içermediğini tespit etmiştir.

. Özellikle, amaçları ya da kamuoyunun çelişik durumlara farklı bir görüş açısıyla bilgilendirilme hakkı göz önüne alınmadan medya profesyonellerine yukarıda belirtilen hüküm gereği mekanik bir baskı uygulanması (Jersild, ilgili bölüm, prg. 36 ile karşılaştırınız), bilgi ve fikir alma ya da verme özgürlüğü ile bağdaşamaz.

Bu itibarla, AİHS’in 10. maddesi ihlal edilmiştir.

c-Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmenin 19 uncu maddesi gereğince düşünce ve ifade özgürlüğü, imzacı üye devletler için bağlayıcıdır.

1. Herkes, kimsenin müdahalesi olmaksızın istediği düşünceye sahip olma hakkına sahiptir.

2. Herkes, düşüncelerini açıklama hakkına sahiptir; bu hak, herkesin, ülkesel sınırlara bağlı olmaksızın her çeşit bilgiyi ve fikri, sözlü, yazılı ya da basılı biçimde, sanat eserleri biçiminde ya da kendi seçeceği herhangi bir başka biçimde araştırma, edinme ve iletme özgürlüğünü de içerir”

.

d- Kişinin siyasi eleştiri niteliğindeki beyanları nedeniyle hakkında kamu davası açılması, iddianamenin kabulü ile ceza tehdidi altında tutulması, Anayasa ve AİHS ile korunan ifade özgürlüğünün özünün ihlali niteliğindedir.

AİHM ve AYM kararları ışığında, ifade özgürlüğünün sınırlanma kriterleri belirlenmiştir. Buna göre;

a-Sınırlamanın kanuniliği ve öngörülebilir olması

b-Sınırlamanın meşru bir amaç taşıması,

c-Hakkın özünü ortadan kaldırmayacak şekilde, zorunlu tedbirler olarak başvurulması,

d-Sınırlamanın ölçülü olması gerektiği, kabul edilmektedir.

Demokratik bir toplumda, ifade özgürlüğü alanı son derece geniş yorumlanmaktadır. İfade özgürlüğüne getirilecek sınırlamaların sadece kanunla düzenlenmiş ve öngörülebilir olması, Anayasa ve AİHS’te öngörülen milli güvenlik, kamu düzeni, genel sağlık vb. meşru bir amaç taşıması yetmez, aynı zamanda demokratik bir toplum düzeni için zorunlu ve ölçülü tedbirler olması gerekir.

Anayasa Mahkemesi, 04.06.2015 tarih ve 2013/9343 sayılı Mehmet Ali Aydın kararında hakkın özüne dokunma, zorunluluk ve ölçülülük kriterleriyle ilgili olarak AİHM içtihatlarına atıfta bulunarak şu değerlendirmeyi yapmıştır:

68. Öze dokunma yasağını ihlal etmeyen müdahaleler yönünden gözetilmesi öngörülen “demokratik toplum düzeninin gerekleri” kavramı, öncelikle ifade özgürlüğü üzerindeki sınırlamaların zorunlu ya da istisnai tedbir niteliğinde olmalarını, başvurulabilecek en son çare ya da alınabilecek en son önlem olarak kendilerini göstermelerini gerektirmektedir. Demokratik toplum düzeninin gerekleri“nden olma, bir sınırlamanın demokratik bir toplumda zorlayıcı bir toplumsal ihtiyacın karşılanması amacına yönelik olmasını ifade etmektedir.  Buna göre, sınırlayıcı tedbir, zorlayıcı bir toplumsal ihtiyacı karşılamıyorsa ya da başvurulabilecek en son çare niteliğinde değilse, demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun bir tedbir olarak değerlendirilemez. (Bu konudaki AİHM kararı için bkz. Handyside/Birleşik Krallık, B. No: 5493/72, 7/12/1976, § 48)

70. Hak ve özgürlüklere yapılacak her türlü sınırlamada devreye girecek bir başka güvence de Anayasa’nın 13. maddesinde ifade edilen ölçülülük ilkesidir. Bu ilke, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin başvurularda öncelikli olarak dikkate alınması gereken bir güvencedir. Anayasa’nın 13. maddesinde demokratik toplum düzeninin gerekleri ve ölçülülük ilkeleri iki ayrı kriter olarak düzenlenmiş olmakla birlikte bu iki kriter arasında sıkı bir ilişki vardır. Temel hak ve özgürlüklere yönelik herhangi bir sınırlamanın, demokratik toplum düzeni için gerekli nitelikte, başka bir ifadeyle güdülen kamu yararı amacını gerçekleştirmekle birlikte, temel haklara en az müdahaleye olanak veren ölçülü bir sınırlama niteliğinde olup olmadığının incelenmesi gerekir. (AYM, E.2007/4, K.2007/81, K.T. 18/10/2007)”

AİHM Lingens/Avusturya kararında değinildiği üzere ;

siyasal tartışma özgürlüğü, Sözleşme’nin her noktasına egemen olan demokratik toplum kavramının tam da merkezinde yer alır.”

AYM ve AİHM kararlarında, ifade özgürlüğü sınırlamaları değerlendirilirken, kamu yararı ve siyasal eleştiri, Hükümetlere karşı eleştiri söz konusu olduğunda kamu otoritelerinin sınırlama yetkisi dar, ifade özgürlüğünün sınırları daha da geniş olarak yorumlanmaktadır.

3713 Sayılı TerörleMücadele Kanunu 7/2 Maddesindeki Düzenleme Gereği, Açık ve Yakın Tehlike, Somut Şiddet Çağrısı İçermeyen Beyanların Suç Olarak Değerlendirilmesi Mümkün Değildir

3713 s. yasanın 7/2 maddesi 11.04.2013 tarih ve 6459 sayılı Kanunun 8. maddesi ile değiştirilerek, AİHM kararlarıyla uyum ihtiyacıyla yeni bir düzenleme yapılmıştır. Maddenin yeni düzenlemesinde, “terör örgütünün” soyut olarak propagandası kavramı yerine, “cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterme, övme ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propaganda” tanımı getirilmiştir. Bu yeni tanım uyarınca, şiddet çağrısı veya şiddete teşvik içermeyen beyanların TMK 7/2 maddesinde tanımlanan suçu oluşturması mümkün olmayacaktır.

(Değişik ikinci fıkra: 11/4/2013-6459/8 md.) Terör örgütünün; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapan kişi, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu suçun basın ve yayın yolu ile işlenmesi hâlinde, verilecek ceza yarı oranında artırılır. Ayrıca, basın ve yayın organlarının suçun işlenmesine iştirak etmemiş olan yayın sorumluları hakkında da bin günden beş bin güne kadar adli para cezasına hükmolunur. Aşağıdaki fiil ve davranışlar da bu fıkra hükümlerine göre cezalandırılır:

a) (Mülga: 27/3/2015-6638/10 md.)

b) Toplantı ve gösteri yürüyüşü sırasında gerçekleşmese dahi, terör örgütünün üyesi veya destekçisi olduğunu belli edecek şekilde;

1. Örgüte ait amblem, resim veya işaretlerin asılması ya da taşınması,

2. Slogan atılması,

3. Ses cihazları ile yayın yapılması,

4. Terör örgütüne ait amblem, resim veya işaretlerin üzerinde bulunduğu üniformanın giyilmesi.

Kişilerin yargılamaya konu beyanlarının, bu unsurları taşıyıp taşımadığı, suçun kanuniliği anlamında, tipe uygun hareket bulunup bulunmadığı tartışılmalıdır.

Yargıtay Kararları Çerçevesinde İfade Özgürlüğü

Çeşitli Yargıtay kararlarında, cebir ve şiddet çağrısı, cebir ve şiddet yöntemlerinin övülmesine dair içerik taşımayan beyanlar, ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmiştir.

Yargıtay 9. CD, 22.01.2014 T, 2013/7004 E, 2014/632 K. Sayılı kararında; siyasi parti faaliyetlerinin örgütlenme özgürlüğü kadar ifade özgürlüğü bağlamındaki önemine dikkat çekilmiştir.

Avrupa kamu düzeninin temel bir özelliği olan Demokrasi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nce tasarlanan ve sözleşmeyle bağdaşabilen yegane politik modeldir. Siyasi partiler ise, Anayasamızın 68/2. maddesinde de vurgulandığı

gibi, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır.

Siyasi partiye üye olma ve bir siyasi partinin çatısı altında siyasi faaliyetlerde bulunma örgütlenme özgürlüğü kapsamında iken, özgürlüğün topluca kullanımı bağlamında ifade özgürlüğü ile de ilişkilidir.

Bir faaliyetin siyasi faaliyet-örgütlenme özgürlüğü kapsamında değerlendirilebilmesi ve Anayasa ile Sözleşmenin korumasından yararlanabilmesi için gerçekleştirilmekte olduğu bağlam ile birlikte cebir ve şiddet ile ilişkisi, kullanılan yöntem ve takip edilen amacın hukuk ve demokrasi kurallarına uygun olup olmadığı ve bir terör örgütü ile amaç veya yöntem bakımından ya da yapısal bir bağlantısının bulunup bulunmadığına bakılmalı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin …“Sadak ve diğerleri” kararında yaptığı ayrım da dikkate alınmalıdır.

Yargıtay 16. CD, 17.06.2015 tarih ve E. 2015/2742, K. 2015/2316 sayılı kararında; TMK 7/2 maddesinde tahdidi olarak sayılan ve cebir-şiddet unsurunun varlığı karine kabul edilen durumlar bakımından dahi, şiddet çağrısı ve somut-yakın tehlike unsuru yönünden değerlendirme yapmak suretiyle, AİHM kararları ışığında yorumlamıştır.

Toplantı veya gösteri yürüyüşünde olsun veya olmasın; yazı veya sözler (atılan slogan, taşınan pankart veya giyilen üniforma) ile verilen mesajın şiddete çağrı, tahrik ve teşvik edici ya da silahlı direnişe ve isyana davet şeklinde veya insanda saldırgan duygular oluşturacak biçimde anlamsız bir nefret yaratarak şiddetin doğmasına uygun bir ortamı kışkırtacak nefret söylemi olup olmadığı değerlendirilmeli, doğrudan veya dolaylı şiddete çağrı var ise sanığın kimliği, konumu, konuşulan yer ve zamanı gibi açık ve yakın tehlike testi bakımından analize tabi tutulmalıdır…

Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde, sanığın nevruz etkinlikleri sırasında bulunduğu araç camından dışarıya sarkarak terör örgütü lehine sloganlar attığı, daha sonra içinde bulunduğu topluluğun cebir ve şiddete başvurmadan kendiliğinden dağıldığı olayda propaganda suçunun oluştuğu gerekçesiyle mahkumiyet hükmü kurulmuş ise de atılan sloganların terör örgütlerinin cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek, övecek ya da teşvik edecek nitelikte olmadığı bu sözlerin ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiği halde, yasal olmayan gerekçeyle propaganda suçundan mahkumiyet hükmü kurulması,

Kanuna aykırı olup, sanık müdafiinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan, hükmün bu sebeplerden dolayı BOZULMASINA” karar vermiştir.

Yargıtay 16. CD 17.06.2015 tarih ve E. 2015/2767, K. 2015/1838 sayılı kararında da aynı yönde karar vermiştir.

Keza Yargıtay 16. CD 08.04.2015 tarih ve 2015/423 E. 2015/719 K. sayılı ilamında;

Suçun oluşumu için terör örgütü ile ilgili bir öğreti, düşünce veya inancı başkalarına tanıtma benimsetme ya da yayma amacıyla yapılmasının yanında, terör örgütünün cebir, şiddet ve tehdit içeren yöntemlerini meşru göstermeli veya bu yöntemleri övmeli ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde yapılması gerekmektedir. 

Diğer taraftan; toplantı ve gösteri yürüyüşü sırasında gerçekleşmese dahi terör örgütünün üyesi ya da destekçisi olduğunu belli edecek şekilde; “a- Örgüte ait amblem, resim veya işaretlerin asılması ya da taşınması, b- Slogan atılması, c-Ses cihazları ile yayın yapılması
d- Terör örgütüne ait amblem, resim veya işaretlerin bulunduğu üniformanın giyilmesi” şeklinde tahdidi olarak sayılan hareketler ile başka bir unsurun varlığına bakılmaksızın bu suç tipini ihlal edeceği anlaşılmaktadır.

Somut olayda sanığın terör örgütünün üyesi veya destekçisi olduğunu belli edecek şekilde slogan attığı belirlenemediğine göre, ”gerilla marşının” anılan Kanunun 7. maddesinin 2. fıkrasının ilk cümlesi kapsamında kalmadığı, .. anlaşılmakla, unsurları oluşmayan suçtan beraati yerine yazılı şekilde mahkumiyet hükmü kurulması,

Kanuna aykırı, sanık müdafinin temyiz itirazları bu nedenle yerinde görülmüş olduğundan hükmün bu sebeplerden dolayı BOZULMASINA” karar vermiştir.

Yukarıda anılan Anayasa Mahkemesi, AİHM ve Yargıtay kararları ışığında, bireylerin cebir-şiddet çağırısı içermeyen, somut ve yakın tehlike yaratmayan beyanları nedeniyle cezalandırılması; bu beyanlar ne kadar sert, şok edici, sarsıcı olursa, egemen görüşlere karşıt olursa olsun; demokratik bir toplumda kamu yararı için zorunlu ve ölçülü olmayacaktır.

Kişiler hakkında, şiddet-cebir-tehdit çağrısı içermeyen, bu yöntemleri teşvik etmeyen beyanları nedeniyle kamu davası açılması veya mahkumiyet kararı verilmesi Anayasa’nın 2. maddesi ile teminat altına alınan demokratik hukuk devleti ilkesini; keza Anayasa 25 ve 26. maddeleri ile AİHS 10. maddesi ve BM Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesinin 19. maddesi ile korunan düşünce ve ifade özgürlüğünün ihlal edici niteliktedir.

Milletvekillerinin Beyanları Yasama Sorumsuzluğu (Mutlak Dokunulmazlık) Kapsamında Olup Yargılamaya Konu Edilemez

Bugünlerde HDP’li vekillerin çeştli beyanları nedeniyle, dokunulmazlıkların da kaldırılmış olması nedeniyle TMK 7/2. maddesi çerçevesinde yargılamalarına tanık oluyoruz. Bu yargılamalar, ifade özgürlüğü ihlali yanında, yasama sorumsuzluğunun da ihlalidir.

Milletvekili, temsil ettiği toplumsal kesimlerin düşüncelerini kamu yararına en geniş şekilde açıklama görevi ve yetkisiyle donanmıştır. Anayasanın 83. maddesi gereğince, milletvekili, yasama dönemi boyunca verdiği siyasal içerikli demeçleri, konuşmaları nedeniyle hiçbir şekilde cezai yaptırıma uğratılamaz. Bu kapsamda yasama sorumsuzluğu (mutlak dokunulmazlık) söz konusudur.

Dokunulmazlıkların Kaldırılmasına İlişkin olarak 20.05.2016 tarih ve 6718 s. Kanunun 1. maddesi ile Anayasa’ya eklenen geçici 20. madde; Anayasa’nın 2, 10,13, 25, 26, 67, 83 Maddelerine, ayrıca AİHS’in 9,10,11,14. Maddelerine ve Yine AİHS’e ek 1 Nolu Protokole, AİHM emsal kararlarına, Venedik Komisyonu Kriterlerine tamamen aykırıdır.

Ancak, Anayasa’ya aykırı olan söz konusu kanun maddesi; doktrinde “mutlak dokunulmazlık” olarak tanımlanan yasama sorumsuzluğunu da ortadan kaldıramaz.

Anayasanın 38. maddesine göre; “Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; kimseye suçu işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez.”. Anayasanın bu hükmü ile paralel bir düzenleme 5237 sayılı TCK’nın 2. maddesinde yer almaktadır.

Keza AİHS 7. maddesi uyarınca da “hiç kimse, işlendiği zaman ulusal ve uluslararası hukuka göre suç sayılmayan bir fiil veya ihmalden dolayı mahkum edilemez. Yine hiç kimseye, suçun işlendiği sırada uygulanabilecek olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez.” AİHS’in bu hükmü, sözleşmenin 14. maddesi ile getirilen istisnaların dışında yer almakta olup, hiçbir surette aleyhine düzenleme ve uygulama yapılamaz

Suçların ve cezaların kanuniliği ilkesi gereğince; milletvekili sıfatıyla yapılan siyasal açıklamaların bir suç atfıyla ceza davasına konu olması, zaman bakımından imkansızdır.

Anayasa Mahkemesi 2012/1272 B.Nolu, 04.12.2013 tarihli tutuklu milletvekili Mustafa Balbay hakkında verdiği kararda, Anayasa’nın 83. maddesinin amir hükmü, 14. madde ile birlikte yorumlandığında, sadece milletvekili seçilmeden önce hakkında soruşturmaya başlanmış olmak kaydıyla, doktrindeki tartışmalara uygun olarak 5237 s. TCK Dördüncü bölümde 302-308, Beşinci bölümde TCK 309-316, Altıncı bölümde TCK 317-325, Yedinci bölümde TCK 326-339 maddeler arasında düzenlenen suç tiplerinin, Anayasa 14. maddesi kapsamında hak ve özgürlükleri kötüye kullanma kapsamında değerlendirilebileceğini ve milletvekili hakkında yargılama yapılabileceğini tespit etmektedir.

Sayılan bu suç tipleri arasında 3713 s. TMK 7. maddesi yer almamaktadır. O halde, milletvekili seçilmeden önce soruşturmasına başlansa dahi hakkında yargılama yapılamayacak olan bu suç tipi için, isnata konu fiilin milletvekilliği döneminde olması halinde, mutlak imkansızlık olduğu kabul edilmelidir.

Anayasanın 67. maddesi; seçme ve seçilme hakkı yanında siyasi faaliyette bulunma hakkını da kapsamaktadır. AİHS’e ek 1 nolu protokolün 3. maddesi de seçme ve seçilme hakkını güvence altına almaktadır. Bir muhalefet partisi milletvekili olarak siyasi meselelere dair ortaya koyduğu beyanların cezalandırılmak istenmesi, Anayasa’nın 67. maddesi ve AİHS 1 nolu protokolün 3. maddesinin de ihlali niteliğindedir.

Bu nedenle, milletvekillerinin yargılamasında, öncelikle, Anayasa 83. maddesi çerçevesinde kamu davasının reddi düşünülmelidir.

KAYNAK: HUKUK POLİTİK