Sorun, başkanlık rejimi değil. Sorun, başkanlık rejimini öngören yeni anayasanın tam kalbine yerleştirilen adalet anlayışı…

Dinsizlik, imansızlık ve ahlaksızlık rejimi komünizmle savaştığı için sıkı bir Amerika hayranı olan Hasan Basri Erzurumî’nin 1965 yılında bastığı kitapçığının başlığı, Mutlak Adâlet Zulümdür. Hasan Basri’nin mutlak adaleti komünizm olarak gördüğü açık. Ama aslında, hukuk ile kurulan bağ üzerinden düşündüğümüzde, bu başlığın can alıcı noktası, Hasan Basri’nin iflah olmaz anti-komünist olması değil, hukukun temelinde adaletin olması.

Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, Almanya Adalet Bakanı Heiko Maas’ın kendisine gönderdiği mektuba cevaben, 17 Mart’ta açıklama yaptı. Maas mektubunda, 14 Şubat’ta İstanbul’da gözaltına alınan ve sonrasında (PKK) terör propagandası yaptığı için mahkeme tarafından tutuklanan Türk asıllı Alman gazeteci, Taksim ist überall (Her yer Taksim) kitabının yazarı Deniz Yücel’in serbest bırakılmasını talep etmiş ve tutuklu yargılanmasının adlî yargılamaya uygun olmayacağını yazmış.
Bunun karşılığında Bozdağ şu cümleleri söyledi:
“‘Yargıya müdahale edin, eğer etmezseniz sizin yargınızın âdil olduğuna inanmayız’ diyorlar. Kusura bakmasınlar Türk yargısı tartışmasız Alman yargısından daha âdil, daha bağımsız, daha tarafsız bir yargıdır.”
Bozdağ’ın geliştirdiği Türkiye ve Almanya arasındaki karşılaştırmalı hukuk teorisini bir kenara bırakalım ve Hasan Basri’nin, kitabın kendisinde değilse bile başlığında anlatmaya çalıştığı –ve hattâ kendiyle de çeliştiği—o can alıcı noktaya dönelim.
Hukukun temeli nedir?

Herhalde bunun tek bir cevabı yok. Bin yıldan fazladır süregelen hukukun temeli tartışmasına, 1900’lerin başında büyük hukukçular HLA Hart ve Lon Fuller arasındaki ve devamında Kelsen, Dworkin gibi birçok iyi hukukçunun hukukî pozitivizm ile ilgili katkıları da eklendikten sonra bu sorunun olası cevabını bulmak, iyice içinden çıkılmaz bir hâl aldı. Böylesine büyük bir tartışmada taraf tutup cevap arayacak değilsem de, Bakan Bozdağ’ın hukuktan ne anladığını tartışmak açısından kısa bir özet geçmek yerinde olabilir.

Modern devletlerin hukuk yapısını anlatan hukukî pozitivizm, ki işte 1900’lerin başında ortaya çıkmış, hukukun ne olduğu üzerine düşünen akımlardan biridir, genel anlamıyla hukukun birbirine uygun kurallardan ve kurumlardan oluşan büyük bir normlar (hukuki kurallar) sistemi olduğunu anlatır. Yani bir hukuk sisteminin meşru olabilmesi için, temelinde ne olduğu önemli değildir: Nazi sistemi de meşru bir hukuk sistemidir. Hukuk dediğimiz şeyin geçerliliği (meşruiyeti), bir kuralın, kendi üzerindeki diğer kurallara uygun olup olmadığı ile ilgilidir. Bir örnek vermek gerekirse, en küçük şeyi düzenleyen bir yönetmeliğin, o konuyla ilgili yönetmeliğe izin veren kanuna, o kanunun da kendi üzerindeki diğer kanunlara ve tabii ki anayasaya uygun olma zorunluluğu vardır. Buna “normlar hiyerarşisi” denir. Bu normların adalet ile ya da diğer “değer” diyebileceğimiz herhangi bir olgu ile alakası yoktur. Kural, kuraldır ve sadece normlar hiyerarşisinde üzerinde olanlara uygun olmak ile yükümlüdür. Nazi kuralları da kanunlarına, kanunları da kendi anayasasına uygundu ve bu silsileye her biri kendinden üstündekinin “lafzına ve ruhuna” uygun şekilde işliyordu: Bu pozitivist hukukî bir yaklaşıma göre meşru demekti.
Şimdi, Vecdi Aral’ın hukuk tanımına dönelim: Hukuk, adalete yönelmiş, sosyal düzen yaratan bir kurallar bütünüdür. Demek ki, adalet hukukun bir yerlerinden tutmak zorunda. Ya da tam tersi belki de: Hukuk, adaletin bir yerine asılmak zorunda!
Adalet hukukun neresinde?

Böyle bir tasavvurda, adalet hukukun merkezinde duruyor tabii ki. Yani adalet, kurallar-kanunlar-anayasa zincirinin en tepesinde, anayasanın yapım sürecinde konuşlanmış. Bir ülke ve bir hukuk sistemi kurduğunuzu düşünün: Önce anayasayı yapmanız gerekir ki, diğer bütün kurallar ve kanunlar bu ana çerçeve metine göre yapılsın. O anayasayı kim yapacak? İşte adalet, hukukun tam burasında duruyor. O anayasayı yapan kişi, adaletini o metne verir. Dolayısıyla o anayasa, belirli bir adalet anlayışının ürünüdür. O anayasa, kendi adalet anlayışı ile mahkemelerini, kurumlarını, vergi dairelerini, insanlar arası ilişkilerin düzenlemesini yapan kanunlarını, ordusunu kurar.

Bu anayasa, bir kere yapıldıktan sonra, yapan kişinin adaleti, sınırları içinde yaşayan herkesi etkileyecektir artık; bu defa silsileye uygun kanunları, mahkemeleri ve kurumları yoluyla.
AKP hükümeti artık bir kurucu iktidar olma iddiasında. Yani, yeni bir ülke kurma çabasında. Ha, önceki çok mu farklıydı, değildi; değilmiş ki hem cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar hem de bugün defalarca tanık ya da mağdur olduğumuz zulme ve baskıya izin verdi, bunlara sadece alan açmak ile kalmadı aynı zamanda (kendisi için) meşrulaştırdı.
AKP yeni bir ülkeyi, yeni bir anayasa ile kurmaya çalışıyor ve işte bu anayasanın tam ortasına, kendi adalet anlayışını yerleştirecek. Yani aslında sorun AKP’nin konuyu tamamen bir usul problemiymişçesine çekmeye çalıştığı ya da CHP’nin de hâlâ kurallarını AKP’nin belirlediği bir jargonla güya karşı çıktığı başkanlık rejimi değil. Sorun, başkanlık rejimini öngören yeni anayasanın tam kalbine yerleştirilen adalet anlayışı ve bu adalet anlayışının kime ait olduğu. (Ek bilgi: Bu kalbe grundnorm denir. Yani o ilk metnin hazırlanacağı zaman, dayanak olarak kullanılacak olguların, yani anayasanın kalbinin tanımıdır.)
Kimin adaleti?
İşte sorun tam da burada başlıyor. Anayasanın kalbine ne koyacaksınız?
İster büyük bir soykırımdan ve ağır bir faşist süreçten çıkmış 50-60 yıl öncesi Avrupa’nın yaptığı gibi kolektif çabalarla insanın hakkını koyarsınız bu “hukukun özüne,” ister İslam’ı, ister demokratik ve insan hayatına saygı duyan bir ideolojiyi, ister Türkiye’deki amorf milliyetçilik-sosyal ayrımcılık-dincilik kombinasyonunu, isterseniz Recep Tayyip Erdoğan’ı. Bunların hepsinden ‘’meşru’’ sistemler yaratabilirsiniz pek tabii ki. Bunların hepsi ‘’adaletli’’ de olacaktır. Yani, üstüne basarak söyleyeyim: Bunların hangisini hukukun kalbine yerleştirirseniz yerleştirin, adaletli bir hukuk sistemi elde edebilirsiniz.
Niye mi? Çünkü adaletin de hukuk sisteminin de herkesin diline pelesenk olmuş, hükümetin retoriğinde artık sıkıcılığı geçip boğucu ve baskıcı bir şeye dönüşen o “adalet ve hukuk” ile alakası yok.
Adalet kişiseldir. Benim adaletime göre Kürtlerin kafasına bomba atılmamalıdır, binalarda yakılmamalıdırlar, Romanlar istemiyorlarsa zorla entegre edilmemelidir, küçüğün de otonomisi kabul edilmelidir, gazeteciler ve avukatlar işlerini ifa ettikleri için terör örgütü üyeliğinden tutuklu yargılanmamalıdır.
Anayasayı ben yazsaydım temeline bunları ve bunlar gibi, kendi adaletimin birçok diğer unsurunu koyardım. Başkasının adaleti farklı olabilir; mesela eve girip eylemdeki çocuğunu gözünün önünde vurmak, Newroz kutlamalarına katılan çıplak genci sırtından kurşunlamak, bütün gücü kendinde toplamak istemek, o kişiye göre gayet adaletli olabilir. Dolayısıyla adalet dediğiniz şey, bir yerde aslında muktedirin zulmünü meşrulaştırma çabasıdır.
Adalet ile, vicdan ile muhalefet hele hele hiç yapılamaz. Adalet anayasanın kalbine konan bir objektif değer de olamaz. Olsa bile, içinde taşıdığını iddia ettiği kapsayıcı, saygılı ve herkesin çeşitli haklarını tanıyan bir sistemi karşılamaz. Adalet bu açıdan, politika ve kanunda boş bir kelimedir.
Zaten, adalet bir kere anayasanın kalbine, yani grundnorm’una konulduktan ve bu anayasa kendi mahkemelerini oluşturduktan sonra, bu mahkemelerin işleyişiyle adalet pek alakalı değildir. Nasıl mı? Yargı adalet dağıtmaz, var olan ve sisteme işlemiş adaleti uygular. İnisiyatif alanı azdır. Hâkimin adaletli olma hali, ancak anayasanın kalbindeki adalete tabiidir. Yani mesela bütün tavşanların katledilmesi ilkesini anayasanın kalbine koymuş bir anayasanın mahkemesi çıkıp bir tavşanın yaşamasına karar veremez. Ancak hapiste ne zaman infaz edilebileceğine karar verir; tavşanı korumak istiyorsa da ancak ölümünü geciktirir
Mahkemelerin adaleti
O zaman, mahkemelerinizin âdil olduğunu ancak şu şartlarda söyleyebilirsiniz:
– Ya anayasanın kalbine hiçbir şey koymamışsınızdır ve devleti hâkimler yönetiyordur (ki mahkemelerin kurulması için ana bir yasanın varlığı şart olduğundan bu ihtimal imkânsızlaşır);
– Ya bir adalet bakanı olarak söylediklerinizin bir önemi yoktur, hâkimler kafalarına göre “adalet dağıtıyorlardır” ve anayasanın kalbindeki o adaleti uygulamak yerine kendi adaletlerini uyguluyorlardır, yani başka bir deyişle ülkeyi yönetemiyorsunuzdur artık;
-Ya da, “mahkemelerimiz âdil” gibi bir retorik safsata ile, sanki mahkemeler kanunlara uymuyormuşçasına ve adalet dağıtıyormuşçasına yönetiminizin ne kadar iyi olduğunu vurgulamaya ihtiyaç duyuyor ve bu şeklide “algı operasyonu” yapıyorsunuzdur.
Tabii, AKP’nin anayasayı ve kanunları uygulamayan ve dolayısıyla anayasayı –her ne kadar antidemokratik de olsa 1982 anayasası da bir anayasadır—yok sayan pratiklerini de düşününce, yukarıdaki şıklardan hangisini yapıyor olduğu açık.
Sanırım hiçbirimizin bir başkasının adaletine ihtiyacı yok. Başkalarının adaletinin lütfuna kalıyoruz, tabii, o başka.
Son olarak, Benjamin’in yasayı koruyan şiddeti ile yasa koyucu şiddet ayrımını, özellikle anayasanın kalbine konmaya çalışılan bir ruhu eleştirirken es geçmeyelim. Yasayı uygulanan şiddet koruyamaz diyor Benjamin. Anayasanın kalbine, o şiddet öznesinin ruhunu taşıyan, yasa koyucu iddiasındaki kişinin şiddetini ilelebet normal ve meşrulaştıran yasalar yaratmak, şiddet yanlısı bir iktidarın ekonomik ve meşruiyet olarak işine, var olan yasaları şiddetle uygulamaya, dönüştürmeye ya da uygulanmasını engellemeye çalışmaktan çok daha kolay olsa gerek.

– Bu yazı 28.03.2017 tarihinde P24Blog (Bağımsız Gazetecilik Platformu) sitesinde yayımlanmıştır.