Platonov’un Can romanı, kendi Türkmen topluluğundan ayrılarak SSCB’de eğitimini alan Nazar Çagatayev’in, steplerde yaşayan topluluğu için yıllar sonra görevlendirilmesi ve topluluğun hayatta kalmasını tüm zorlu koşullara rağmen sağlamaya çalışmasının kurgusudur. Söz konusu romanı Agamben’in Kutsal İnsan kitabı ve Hannah Arendt’in biyopolitkası doğrultusunda incelemeyi düşündüm. Ayrıca yaşadığımız dönem itibari ile biraz biyopolitika üzerine çalışmak ve bahsetme istemektedim. Söz konusu topluluğun kendini Can olarak adlandırılmasının sebebi:
“Can. Ruh ya da tatlı hayat anlamında. O halkın, ruhundan ve kadınların, anaların ona bağışladığı tatlı hayatlarından başka şeysi yoktu-halkı doğuran analardır çünkü.” (Platonov, 28) şeklinde belirtilmiş. Romanı ele almamdaki bir diğer sebep Stalin dönemi Rusya’sının ülkemizde bazı kesimlerde kemikleşmiş olan genel kanısının aksine son derece totaliter bir yapılanma olduğunu düşünen düşünürlerle paralel bir çizgide olmam ve kısaca bu konuya da değinmek istemem. Kitap ve yazar bu konuda da imkân sağlamakta. Keza Platonov kendisi komünist olmasına rağmen, Stalin’in yönetimi altındaki Rusya’da Stalin’e eleştirel yaklaştığı için yazdığı dönem zarfında ülkesinde yasaklanmış bir yazar. Sanırım kabul edebileceğimiz gibi hangi ideolojiye olursa olsun, ifade özgürlüğünün olmadığı, bu şekilde sansür uygulayan bir ülkenin faşizme karşı zafer kazanmış olması onu özgürleştirici yapmamakta, totaliter bir yönetim şekline sahip olduğu gerçeğini de görünmez kılamamaktadır.
Giorgio Agamben’in Kutsal İnsan’ı kaleme almasının sebebi hukuksal, kurumsal iktidar ve biyosiyasetin kesiştiği alanda muğlaklık olması ve konuya ilişkin daha önceki düşünürlerin bu muğlaklığı tam olarak cevaplamaması. (Agamben, 15) Ayrıca biyosiyaset kavramı literatüre her ne kadar Michel Foucault sayesinde girmiş olsa bile biyosiyaset kavramını kullanmayan Arendt’in de bu alana katkısı olduğunu, çünkü çıplak hayatı merkeze almaktan kurtulamayan siyasi iktidarın en uç noktada faşizm, Nazizme evrildiği ve en önemli etkinliğinin çıplak hayatı belirlemek olmasıdır. Bu durumun en kristalize örneği olan toplama kamplarının Foucault değil ama Arendt tarafından incelenmiş olması Agamben ve çalışması için önemlidir. Agamben’in eseri her ne kadar Nazizim’i hedefleyerek açıklama yapıyor olsa da bu eseri Stalin dönemi Rusya’sının bir yazarını incelerken kullanabiliriz. Hem biyosiyasete genel bir bakış atıp kavram için başkaca bir açılım getirdiği ve totaliter yönetim şeklinde ilişkin genel söylemlerde bulunduğu için hem de Kutsal İnsan kitabındaki baskın figürden biri olan Arendt’in Nazi Almanyası ve Stalin Rusyası’nı çok anlaşılabilir bir şekilde benzerliğini ifade ettiği için. Agamben’in, Stalin Rusya’sı ve Hitler Almanya’sının benzerliğinin gözden kaçarılmasının sebebi olarak bu iki ülkenin bu dönem zarfındaki yönetimlerinin biyosiyaset üzerinden okunmaya tabi tutulmasına bağladığını belirterek Arendt’e dönelim.
Arendt; Formasyon, Sürgün, Totalitarizm-Anlama Denemeleri eserinde Totalitarizmin Doğası bölümü totalitarizmin pozitif hukuku yok saymasının tamamen meşruiyet ilişkisini kopartmadığını aksine totaliter yapılanmaların doğa ve tarih yasaları ile meşruiyet yaratarak bu yasalara uygun olma adına tek tip insan yaratma buna aykırı davrananları eleme gibi bir tavra bürünebildiğinden bahseder. Hitler yönetiminin Darwin’ci bir şekilde doğa yasalarına atıf yaparak Alman ırkının tahakkümü esasına göre tek tipleştirmeye gittiğini, Stalin’in ise tarih yasalarına atıf yaparak işçi sınıfı tahakkümü esasına göre tek tip insan yaratmaya çalıştığını ifade eder. Birbirine zıt özelliklere sahip bu iki ülke bu anlamda benzeşmektedir. (Arendt, 473-479.)
Alman Komünist Partisi’ne üye olan yazar Arthur Koestler, Rusya’ya yaptığı sık ziyaretler sonrasında çileden çıkarak “Sıfır ve Sonsuzluk” adlı romanını kaleme almıştır. Sıfır ve Sonsuzlu, baş kahramanı Ruboçov’un tutuklanması ile başlar ve totaliter Rusya’nın nasıl hukuk eliyle tarihin yasası doğrultusunda aydınını ve kendi devrimine katkı sağlayanlar dâhil insanlarını bir bir elimine ettiğini, baskı ve işkenceye uğrattığını anlatır. Ruboçov’a ilham veren Rus aydını Nikolay Buharin’den başkası değildir. Komünist Rusya da evet, kendi devriminin çocuklarını yemiştir. Buna ek olarak dönem zarfında idam yaşı 12’e kadar düşürülmüş, 1937-38 arası sorgularda işkenceye başvurulmuş, 680.000 kişi yargılanarak ya da yargılanmayarak idam edilmiş, çok güçlü bir polis teşkilatı kurulmuş, muhbirlik teşvik edilmiş ayrıca Stalin kendisi 44.000 kişinin idamı kendi elleriyle onaylamıştır. (Akal, 2014: 101-109.)
Peki, Platonov’un Can kitabına ismini veren ve kendini bu şekilde adlandıran topluluk neden kutsal insan kavramını anımsatır? Bunun için kutsal insan kavramını açıklamak gerekmektedir. Kutsal İnsan –homo sacer- Eski Roma’da bir suçtan dolayı halk tarafından yargılanan kişidir. Bu kişiler kurban edilemezler ancak herhangi biri tarafından öldürülürlerse de cinayet sayılmaz. (Agamben, 90.) Yazı için önemli olan kısmı kurban edilememe ve öldürülmesinin suç sayılmaması hali zira buradan çıplak hayat kavramına bağlanıyoruz. Agamben’in bu kavramı seçmiş olmasının sebebi siyasetin temelinde ve belirlemesinin hedefinin çıplak hayat olmasını aşamadığımız müddetçe faşizmin aşılamayacağı önermesine kavramın uygun olması ve ayrıca kavramın çift taraflı bir istisna yaratması. Siyaset hayattan başka değer ve değersizlik tanımadığımı müddetçe, insanın özgürlük ve mutluluğu insanın bağımlılıkları ve boyun eğmelerinin mekânı çıplak hayatta arandığı sürece demokrasi hep çıkmazda, faşizmin nefesi de hep ensemizde olacaktır. (Agamben, 19)
Platonov’un romanı, Can diye adlandırılan topluluk üzerinden çıplak hayatın nasıl bir olgu olduğunu algılayabilmemiz için bize iyi bir alan açmaktadır. Antik Yunanda bizim hayat dediğimizi tanımlayan iki kelime bulunmaktadır: Zoe ve bios. Zoe, hayvan ve insan bütün canlılarda ortak olan yalın olarak yaşama ve canlılık olgusuna denk gelir. Bios ise bir grubun yaşam biçimini hayat tarzını ifade eder ve Platon olsun Aristoteles olsun hayat türlerine ilişkin bahislerinde bios terimini kullanır zoe’den bahsetmez. Batı siyasi geleneği mükemmel toplumu yalın yaşam ve siyasal nitelikli hayat ikililiğine oturtur. (Agamben, 10) Michel Foucault ise biyolojik modernliğin eşiği yalın yaşamın siyasi stratejilere dâhil edildiği noktadır demektedir. Bunun sonucu olarak sofistike siyasal tekniklerle insanların hayvanlaştırılması söz konusu olur. Çıplak hayata karar vermek bir nevi insanın insanlığına karar verilmesidir. Foucault, modernite ve sosyal bilimlerin imkânları ile hem hayatı korumak hem soykırıma yetki vermek mümkün olduğunu ve bu şekilde amaca uygun tekniklerle “uysal bedenler” yaratmanın söz konusu olduğunu ifade eder.[3] Nüfus devletine geçiş, biyolojik hayatın öneminde artış yönetim haline dönüşür. Foucault iktidar analizinde geleneksel yollardan ayrılarak iktidarın öznelerin bedenlerine ve hayat tarzlarına nüfus ettiği somut yolların analizini yaparak biyosiyaset ve biyoiktidar kavramlarını ortaya atar. (Agamben, 11-12.) Can’ından başka verecek hiçbir hayatı olmayan bu topluluğun bireyleri her ne kadar Can adı altında bir topluluk olarak adlandırılsa da en temelde verdikleri mücadele bir hayatta kalma mücadelesidir ve bunun bir yaşayış tarzına- bios’a denk düşmesi mümkün değildir. Bu topluluğun bireylerinin yaşayışını, yaşamını tanımlamak için seçilecek kelime zoe olabilir mi? Yazının devamında bu soruyu anımsayacağız.
“Sovyet iktidarı daima gereksizleri ve unutulmuşları toplar, fazladan bir boğazın hesabını tutmaya gerek görmeyen çok çocuklu, dul bir kadın gibi.” (Platonov, 18.)
Bu noktada egemenin çıplak hayat yaratma, belirleme yetkisine değinmek belki yerinde olacaktır. Agamben’e göre sistem herhangi bir şekilde bir aşırılıkla karşı karşıya kaldığında kendini aşanı yasaklama suretiyle içine alır ve bu şekilde kendi dışına taşar. (Agamben, 28.) Çıplak hayatın siyasetin temeline yerleştirilmesinin en belirgin örneğini toplama kamplarını Foucault tarafından ele alınmamış olması Agamben’in ona eleştirilerini yönelttiği noktalardan biridir. Bu noktada da Agamben yüzünü Arendt’e döner. Egemen iktidarın önemli işlevi içeri ile dışarıyı ayırmaktan çok eşiği belirleyen yerleştirmedir. (Agamben, 29.) Nomos[4] için önemli olan dışarıyı ele geçirmektir ve istisna durum yani kamp durumu aslında yerleştirilemeyen, yeri belirlenemeyendir. (Agamben, 30.) İstisna, üyesi olduğu bütün tarafından içlenmeyen ve zaten her zaman içinde olduğu bütünün bir üyesi olmayan şeydir. (Agamben, 36.) Bu noktada Sovyet iktidarın gereksizleri ve unutulmuşlara karar vermesi ve bunları toplaması hali de istisnaya giden yolun başlangıcı olarak algılanabilir. Can topluluğunun bireylerinin steplerdeki ölüm kalım mücadelesi şeklindeki yaşayışları, insanların bu steplere terk edilmişliği bir yerleştirilememe halini anımsatmaktadır. Bu topluluk burada unutulmaya bırakılmış gibidir yani aslında belirli bir mekâna kapatılmayan, bir nevi yerleştirilemeyenlerdir. Agamben’e göre modern toplumun Nomos’u kamptır. Yerleştirilemeyen bir yerleştirmedir. Varoşlar, havaalanları gibi. (Agamben, 204.)
“Koçmat yoksuldu, yaşça epeyi de büyüktü karısından; ailesine ekmek getirebilmek için Köhne Ürgenç ve Taşoğuz’daki bey topraklarında, homaş’larda (öncesinde imece usulü öngörülüp sonrasında sömürü ve kölelikle yürütülen tarım işi) çalışıyordu.” (Platonov, 18.)
Koşmat’ın durmundan yola çıkarak Adem Yıldırım’ın Arendt’te biyopolitikayı araştırdığı makalesi eşliğinde onun vita activiası’ndan bahsedelim. . Arendt’in, vita activia olarak kavramlaştırdığı insanın dolaysız bir şekilde yaşama dâhil olduğu üç insanlık durumdan bahseder. Bunlar emek, iş ve eylemdir. İlki olan emek; homo laborasn, emek harcama ve çalışma yaşamın kendisidir. İkinci hal iş; homo faber alet yapan insan kategorisidir. İnsanın varoluşunun döngüsü ve telafi edilememesine, dünyaya ait olmasına ancak bunun aşılıp geri bırakılması haline denk düşer. Emek ile işin farkı, birinin tüketime diğerinin kullanıma yönelik olmasıdır. Eylem ise çoğulluğa giden dâhil olma halidir. İnsanın artık yalnız insanın değil insanların olduğunu fark etmesidir. Emek bireysel süreklilik için yaşamı garantiler, iş insan yaşamını süreliliğine süreklilik kazandırır, eylem ise siyasi yapıların kurulması ve muhafaza edilmesini sağlar. (Yıldırım, 2016: 255-256.) Antik Yunan’da köle olmak yoksul ve fiziksel olarak sağlıksız olmaya, fiziksel zorunluluğa ve şiddete maruz kalmaya eş değerdir. Özgür olmak ise ne yöneten ne yönetilen olmaktır. Arendt, polis ile haneyi ayırarak haneyi eşitsizliğin merkezine koyar. Homo laborans hanedeki ilişkiye denk düşer bu sebeple animal laborans olarak da adlandırılır. (Yıldırım, 2016:258.) Homo lobarans tüketime yöneliktir ve değer yaratmaz. Arendt’in homo lobarans’ı Marksist anlamda proleter sınıfa denk düşmez. Çalışan herkes proleter değildir. Arendt’in vurgulamak istediği emeğin kamu alanı işgalinin siyasi hayata olumsuz yansımasıdır. Homo laborans olarak bizlerin emeğinin kamusal alanı işgal etmesi Arendt için kamusallığa denk düşmez. Koçmat’ın özelinde gördüğümüz gibi homo lobarans olarak emeğinin kamusal alanla ilişkisi kölelik olarak adlandırılmaktadır. Bu bir özgürleşme değildir, tüketime yöneliktir, yaşamın devam ettirilmesi için zorunluluktur, bir değer yaratma durumuna denk düşmez.
“Hive’nin diğer yaşlı sakinleri ve görevlileri de bilgi veremedi Çagatayev’e, gezgin Can halkından kimselerin buralara yolu düşmemişti sanki. Polis müdürlüğünden aldığı bilgiye göre Can kabilesine kayıtlı canların hepsi de daha devrimden önce ölmüştür ve artık onlarla ilgilenmek gerekmiyordu.” (Platonov, 128.)
Arendt’in göre homo lobaransın döngüselliği ve yitimsizliği biyopolitikanın en yoğun aranacağı yer olacaktır. Şöyle ki Arendt, homo lobaransın bu durumundan biyopolitika anlamında hem negatif hem pozitif bir anlam çıkmaktadır. Herhangi birinin orada görünmeden var olması ve gittikten sonra da orada var olmaya devam etmesi anlamında negatiftir. Ama eğer ölüm ve yaşam dünya üzerinde görünme ve silinme şeklinde ise o zaman bir biyografi söz konusudur o zaman pozitiftir. Bu durum zoe ile biosu birbirinden ayıran noktadır. (Yıldırım, 2016: 259) Arendt’in thanatopolitika olarak bahsettiği kavramı, ölümün anonimleştirerek yaşanmış bir hayatın elinden alınmasını; bireyin kimseye hiçbir şeyin bireye ait olmayacağının onaylanmasını; kişinin ölüme doğru olduğu yaşamının farkında olmadan elinden alınmasını ifade eder. (Yıldırım, 2016: 271.) Arendt, Foucault’dan farklı olarak biyopolitikanın nüfusla olan bağının halen egemenlik politikaları ile ilgili olduğu iddiasındadır. (Yıldırım, 2016: 267) Roman boyunca aslında okuduğumuz kâğıt üzerinde var olmayan insanların ölüm ve yaşam mücadelesidir. Ülke kayıtları nezdinde yok sayılan bu insanların ölüme doğru yaşanan bir yaşantının farkında olma şansının olmadığı zaten en baştan kabul edilmiş gibidir. Yaşanan hayatlar insanların elinden alınmıştır. Hiçbir şey can halkının bireylerine ait değil, bireyler de hiç kimseye ait değildir.
“İnsanın yalnızca sürgün edildiği takdirde yaşayabileceği boş, insansız istasyonlar çarpmıştı Çagatayev’in gözüne; her yerde insanlar çalışıyor, asırlık çaresizliğin, babasızlığın, hepsinin içlerine sinen öfkeli şuursuzluğun acısını çıkarıyorlardır.” (Platonov, 25.)
Agamben, Kurt Adam efsanesindeki Kurt Adamın durumunu da kutsal insan-homo sacer ile benzerliklerini ortaya koyar. Cermen ve Anglo Sansan hukukları eşkıyayı bir kurt adam olarak tanımlayarak bu statüyle belirlemiştir. (Agamben, 129.) Bu sebeple Kurt Adam dendiğinde aslında insanların bilinçaltına yerleşen insan ile hayvan arasına yerleştirilen, eşik durumda kalan şehirden yasaklanan insandır. Eşkıya denilen bu şehirden yasaklanmış insan aslında ne tam insan ne tam hayvan bunların ikisi arasına yerleştirilen hukukla hiçbir ilgisi olmayan insandır. (Agamben, 130.) Ban kelimesi Cermen dilinde hem toplumdan dışlanma ve yasaklamaya hem egemenin emir ve yüceliğine işaret etmektedir. (Agamben, 40.) Sürgün, Cicero’ya göre bir ceza değil, cezadan kurtuluş ve sığınaktır. Ancak sürgün edilen vatandaşlık durumunu da yitirdiğinden, yasanın uygulanmasını da cezai bir durum ile nitelendirilmeyen kişi olarak sürgün hayatı homo sacer’in hayatı ile çakışır bir özellik göstermektedir. Yasaklanmış olmak hem dışlanmaya hem herkese açık olarak toplumdan kovulmuş olmaya işaret eder. (Agamben 136.) Can topluluğunun yaşadığı coğrafya ve yaşantı aslında bu sürgün ve çıplak hayatın eş değerliğinin, yasaklanmış olma halinin, şehirden kovulmuş insanın insan ve hayvan arası bir eşikte kalmasının, dışlanmış ancak herkese açık olabilirliğin incelikli tasviri, edebi bir yakarışı gibidir.
“Ama insanların üçte biri hatta fazlası habersizce Hive’ye götürüldüğünde, halk ölümünü beklemeye alışmıştır artık; hayatın ümit eden yüreğin sandığı kadar kıymetli bir şey olmadığını anlamıştı, öyle ki sağ kalanlar Hive’ye götürülmediklerine yanar olmuştu.” (Platonov, 37.)
Foucault’da biyoiktidar ve biyosiyaset ayrımları hükmetme ve yönetimsellik şekilde kendini göstermektedir. Foucault, Roma Hukuk’unda patria potestas[5] yani yaşatma ve öldürme hakkı durumunun modernite ile birlikte yaşa(t)ma ve ölüme bırakma hakkı haline dönüştüğünü ifade eder. Arendt ise biyopolitikayı başka bir yerden tartışır. Totaliter devletler kendi doğa ya da tarihsel yasaları doğrultusunda oluşturulması amaçlanan bir üzerinden yerleştirme, düzenleme, dağıtılmaya ilişkin bir negatif biyopolitika izlerler. (Yıldırım, 2016: 267.) Amaç homojen bir toplum yaratmak ve bu homojenliği bozabilecek bedenlerin elenmesi şeklini alır. Arendt, bu tip totaliter negatif biyopolitikaların insanın “ahlaki kişiliğinden sıyırarak” dışlayarak içlemesi ve bu insanların dili, belleğine hükmedilmesi şeklini aldığını ifade eder. Can toplumu, sürgün ya da kamp misali yerleştirilemeyen bir yerleştirilmeye benzer yaşayışlarının onlarda yarattığı ruh halinde dahi önce öldürülme ihtimallerinin çok yüksek olduğu Hive’ye gitmek istemektedirler. Ancak daha sonra kalanlar, aslında ölümün yaşanılan yaşantıya göre daha kötü olamayacağı düşüncesi ile gitmemenin pişmanlığı duymaktadır. Yaşayışları ve hayata dâhil oluşları bile belli belirsiz olan bu topluluk üyeleri doğru bir yaşamdan uzak bırakıldığınca varlığı unutulmuş bir şeye dönüşmüş, hiçbir şeye ve hiç kimseye ait olmama hali hem yaşamayı hem ölmeyi anlamsızlaştırmıştır.
“Adam kendi konuşmasına ve bir şeyler düşünen ama düşündüğü şey hiçbir anlama tekabül etmeyen aklına gülüyor gibi gelmişti Çagatayev’e. Sonunda anlayıverdi ve gülümsedi: Sözcükler anlaşılmaz olmuştu çünkü sesten ibarettiler; merak, duygu ve ilham içermiyorlardı, onları telaffuz eden adamın içinde tonlama yapan bir kalp yok olup gitmişti.” (Platonov, 52.)
Kamplardan sağ kurtulan insanlarda maruz kalınan dehşetin ardından kendini ifadede tek tipleşme, insanın insanla olan iletişimi esnasında olağan sayılan tepkileri veremez halde olma hali gözlemlenmiştir. Benjamin de bu duruma benzer bir tespiti 1. Dünya Savaşı sonrası dönenlerin dilsizleşmesi ve deneyimlerini olağan bir şekilde ifade edememelerinden bahseder. Aslında birçok söyleyen bu insanlar hiçbir şey anlatmamakta, anlatamamaktadırlar. Arendt’in kamp üzerinden totalitarizm incelemesinde, kampın amacının safi yok etmek değil, özgürlüğün, doğuşun ve insan doğasının yeniden tanımlanması olduğunu ifade etmektedir. (Yıldırım, 2016:271.) Arendt burada insanın kendine değil olduğu dünyaya yabancılaşmasından bahseder. Can topluluğunun üyelerinin hayat ile ilişkisi bir kendine yabancılaşmadan çok yaşadığı dünyaya yabancılaşma şeklindedir. Toplumsallığın yani biraradalığın olmadığı toplumlarda sağduyu kaybedilir. İnsanın insan ile iletişiminin kopmuş olduğu yığınlar halinde özgürlüğü, kendiliğindeğin yok olduğu durumlarda bu gözlemlenen bir durumdur. (Yıldırım, 2016: 272.)
“Ölüm karşısında korku duyanları öldürebilirlerdi, fakat koca bir halkın onlara aldırmadan neşe içinde ölüme gidişini gören han ve öncü askerleri bu işten ne anlamaları nasıl davranmaları gerektiğini bilmiyorlardı.” (Platonov, 39.)
Agamben, Hölderlin’in acının son raddesinde ortada kalan tek şey zaman ve mekanın koşullarıdır durumuna atıf yaparak toplama kamplarındaki en uç figür olan Muselmann[6]’dan bahsetmektedir. Muselmann yalnız toplumsal bağlamdan dışlanan bir kişi olmaktan çok insanlar dünyasına ait değilmiş gibi davranmaktadır. Muselmann denilen kişiler artık mekânın soğukluğu ile kamp ortamın gaddarlığını birbirinden ayıramamaktadır. Var oluşları saf bir zoe olarak adlandırılamaz diyor Agamben çünkü bu kişilerde doğal ya da temel veya hayvani ya da içgüdüsel hiçbir durum kalmamış olduğunu belirtiyor. Bu kişilerin soğuk ile gaddarlık arası farkı ayırt edememesi hali karşısındaki SS subayları tarafından pasif bir direniş olarak algılandığı için SS subayları bir anda bu kişiler karşısında iktidarsızlaşıyor. (Agamben, 219.) Daha önce sorduğumu Can topluluğunun bireylerinin yaşamını, yaşayışı saf zoe olarak adlandırılamayacağı sorusun burada anımsamakta fayda olabilir. İşte son kertede Can topluluğunun durumu aslında saf bir zoe’den çok Muselmann’ın durumu ile benzeşmekte olduğu ifade edilebilir. Keza bu insanların yaşayışında doğal, temel ya da içgüdüsel veya hayvani hiçbir unsur kalmamışçasına ölüme karşı bu kayıtsızlığı karşılarındakini ne yapacağını bilmez bir duruma sokabilmektedir.
“… bu halk rahat bırakılsa, ebediyen unutulsa ya da çölün bir yerlerine, bozkıra yahut dağlara götürülüp orada kaybedilse, sonradan da yok sayılsa daha iyi olurdu.” (Platonov, 56.)
Egemen, karşısında bütün insanların kutsal insan-homo sacer olduğu kişi, homo sacer ise karşısında bütün insanların egemen olduğu kişidir. (Agamben, 105.) Romanda, Nazar Çagatayev dışında topluluk ile ilgilenmekle görevli Nasreddin karakteri bulunmaktadır. Tabi Nasreddin, Çagatayev’den farklı bir figür olarak karşımız çıkar ve görevli olarak sorumluluğunun bu insanların sırayla ölmesini beklemek, onları gömmek ve bunun kaydını tutmak olarak görür. Ona göre bu topluluğun hepsi kaybedilse ve sonrasında yok sayılsa çok yerinde bir tavır olacaktır. Daha önce Foucault üzerinden söylediğimiz gibi yaşatma ve öldürme hakkı modernlikle birlikte yaşa(t)ma ve ölüme bırakılmaya dönüşmüş olduğunu ifade etmiştik. Modern yaşamın temel biyosiyasal yapısı olan hayatın değerliliği kendini çok ilginç bir tartışma ile açığa çıkara Agamben’e göre. Ötenazi’ye ilişkin yapılan tartışmalar ve bununla ilgili yazan Karl Binding ile bu konu hukuksal bağlamda tartışmaya açılır. Hayata değer biçmek ve hayatı siyasallaştırmak kaçınılmaz olarak hayatın kutsal hayata denk gelmesi ve yok edilmesinin mubah olduğu belirlenmesi eşiğinin tartışılması gerekliliğini de beraberinde taşıyor. (Agamben, 167.) Bu etik bağlamda ötenaziden yana olmak ya da buna karşı çıkmak değil bunun tartışılması gerekliliğinin hayatın siyasallaşması noktasındaki zorunluluğuna işaret etmektedir.
“Hiçbir halk –Can halkı bile ayrı gayrı yaşayamazdı: İnsanlar birbirlerinin sadece ekmeğiyle değil ruhuyla da, biri diğerini hissederek, tahayyül ederek beslenirdi; aksi takdirde ne düşünecek, nerede harcayacaklardı güven dolu, hassas yaşam güçlerini, üzüntülerini dağıtmayı nereden öğrenip de avunacaklardı, nerede ölecekleri farkedilmeden…” (Platonov, 131.)
Yine Arendt’e dönersek onun thanatopolitika karşısından pozitif biyopolitika olarak ortaya koyduğu kavram doğarlıktır. Başlangıç olanak ortaya çıkarır, hali hazırda devam edenin ihlal edilme ihtimalini taşır. Arendt için en önemli başlangıç, insanın artık yeryüzüne mahkûm olmama halidir. Bu da insanın yaşamı yerine kendi yaptığı bir şeyi ikame etmesi ile mümkün olacaktır. Bunun için de insanın çakılı olduğu bedenin farklı şekillerde farklı bedenlere eklemlemesi bu sayede kendi zorunluluğu dâhilindeki ölümü erteleyabilmesi ile söz konusu olur. Emek, iş ve eylemden oluşan vita activia’nın temelinde işte bu doğarlık vardır. Eylem hali siyasi düşüncesinin merkezinde olduğundan doğarlık siyasi düşüncenin de merkezindedir. İnsanın eyleyebilir olması onun doğarlık’ı ile bağlantılıdır. Başlangıç beklenilmeyendir, benzersizdir ve çok fazla sayıda farklı olasılığa sahiptir. İnsani yaşama söz ve edimle dâhil oluruz; bu ikinci bir doğuş gibidir ve eylem bu doğarlık’ın yarattığı çoğullukla gerçekleşebilir. (Yıldırım, 2016: 272-276.) Arendt’in viva activia’sı Platon ve Aristoteles’in aksine tefekkür yaşamındansa biyolojik unsurların dâhil olmasını öngörür. Arendt, Sokrates’in doxa’sına dayanır. Herkesin kendi kanaatinin, sanısının hakikatini bulup paylaşabileceği bir ortamı öngörür. Tartışmaların önünün açık kalmadığı, herkesin kendi kanılarındaki hakikat payını görerek başkalarına açıklayıp paylaşma haline sahip olmadığı bir durumda, çoğulculuğu düşünmemiz mümkün olmayacaktır. (Yıldırım, 2016 : 256.) Vita activia’da tefekkür ve beden ikililiği gibi bir durum söz konusu değildir aksine Spinoza benzeri olarak fikri olan bir beden düşüncesine benzerlik söz konusudur. Bu sebeple politika; tefekkürün soyutluğunda değil elin, ayağın, sesin somutluğunda mümkün olabilecektir. Arendt için bu üç halden biri olan emeğin aktif bir rolünün olması, eylemi donduran bir hal olup olumsuzlanır. Bu durumda politik olanı hep ertelenmek durumunda kalırız ve bu dünyaya mahkûmiyetimiz doğrultusunda bununla ikame edecek yaratıda bulunamıyor oluşumuz bizi dünyaya zincirlerle bağlar.(Yıldırım, 2016: 257.) Bu sebeple insanın diğer insanların varlığını ve farklılığını anlamaya, kendi sanısındaki hakikati görme ve paylaşmaya gereksinimi vardır. Aksi takdirde insanın yaşamı ağır bir külfet olmaktan öteye gidemez. Platonov’un da farklı bir yolda ifade etmeye çalıştığı gibi.
Platonov’un Can romanı pek tabi ki bir kurgudur. Kurgunun edebiyat alanında gerçek hayatın birebir aynası olduğu anlayışını aşılması üzerinden çok zaman geçmektedir. Ancak yazarın yasaklandığını göz önünde tutarsak, Stalin Rusya’sında; yoksunluğa, yoksulluğa, yitirilene, yerleştirilemeyene, gözden çıkarılana, değersizleşene, sömürülme hali ve benzer durumlara ilişkin kurgu yapılmasına dair bu tahammülsüzlük, herhangi bir sorgulamaya izin vermeyen bir despotluğun, diktatörlük ve/veya totaliter bir yönetimin söz konusu olabileceğinin göstergesidir. Zaten Stalin’in dönemin yazarlarından, kendi Rusya’sını ve Rus insanını, onun istediği şekilde, hantallaşmaya en yatkın olan toplumsal gerçekçilik akımına dâhil edilebilecek eserler vermesini talep eden tavrı bilinen bir durumdur.
Kaynakça:
-
Agamben, Giorgio; 2013, Kutsal İnsan, çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2. Baskı.
-
Akal, Cemal Bali; 2014, “Despotizme Karşı Okyanus Hissi”, Hukuk ya da Kukla Tiyatrosu, Dost Yayınları, 2. Baskı, Ankara, s 101-109.
-
Arendt, Hannah; 2014, “Totalitarizmin Doğası Üzerine”, Formasyon Sürgün Totalitarizm Anlama Denemeleri 1930-1954, çev. İbrahim Yıldız, Dipnot Yayınları, Ankara.
-
Platonov, Andrey; 2015, Can, çev. Günay Çeteo Kızılrımak, Metis Yayınları, 3. Baskı, İstanbul.
-
Yıldırım, Adem; 2016, “Hannah Arendt’te Biyopolitika Düşüncesi”, Biyopolitika Cilt 1, Nota Bene Yayınları, Ankara.
[3] Foucault kapitalizmin başarılı olmasını da uysal beden yaratmadaki başarıya bağlamaktadır.
[4] Yasa
[5] Aile reisinin çocuklarını kölelerini öldürme hakkı olması.
[6] Müslüman
– Bu yazı Çevrimdışı İstanbul, Ekim-Kasım-Aralık 2016 sayısında yayımlanmıştır.