Öncelikle Haluk İnanıcı’nın metni üslupta özen açısından sorunlu, bunu belirtmek isterim. Ayrıca Haluk İnanıcı eleştirimi sabırla ve dikkatlice okumamış. Öyle ki İnsan Hakları Evrensel Bildirisi ile ilgili tahlillerimi “Avukat İnisiyatifi”nin açıklaması için yapmışım gibi anlayarak, “hayır senin metnin erkek dünyasının, kendisinden hiç şüphe etmeyen hegemonik dili” diyor. Oysa eril dil eleştirisini yaptığım, tek aidiyet bağı olarak yurttaşlığı göstermesi sebebiyle İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’dir. Bu tahlillerin geçtiği paragrafa dikkatli bakıldığında “burada çok tabulaştırılan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi üzerinde de durmak gerekir” dediğim görülecektir. Dikkatsiz okunmuş. Birbirimizin söylediklerini, yazdıklarını dikkatli okumalı ve sabırla incelemeliyiz.
İnanıcı’nın Sözleşmeleri ve Bireysel Hakları Küçümsediğim, Önemsemediğim Saptaması
Bireysel haklara burjuva demokratik haklar demek bu hakların önemli olmadığını vurgulamak, yadsımak anlamına gelmez. Tarihsellik içerisinde literatürde bu haklara verilen kavram budur. Bireysel hakların önemi konusunda birbirimizi doğru anladığımızı düşünerek ilk metnimde fazla açıklama yapma gereğini duymamıştım. Yanlış yapmışım.
Bu haklar kapitalizmin şafağında, burjuva sınıfı henüz devrimciyken, can ve mal güvenliğini sağlamak için bildirgelere, anayasalara kazınmıştır. Burjuva sınıfı başlangıçta tarihsel olarak devrimcidir ve toplumsal gelişim açısından yeni bir sayfayı açmaktadır. Bu haklara burjuva demokratik haklar denmesi tarihsel öneme sahip yeni sayfayı vurgulamak içindir; ama esas olarak bu haklar başlangıçta devrimci burjuva sınıfının bireyleri içindir. Bu bireyler de erkek bireylerdir. Örneğin; Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nde kadın ötekidir. Kadın politik birey olarak kabul edilmez. 1793 Konvansiyonu’nda kadına yurttaşlık hakkı verilmesi ret olmuştur. Uzun yıllar sonra kadının bireysel hakları kabul edilmiştir.
Bireysel hakları önemsememek eleştirisi yapay bir eleştiridir. Kişisel mücadele sürecimden bahsetmek istemezdim ama mecbur kaldım.
1986’da İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) kuruluşundan itibaren burjuva demokratik hakların, mülkiyet hakkı hariç önemini, birey ve toplum için olmazsa olmazlardan olduğunu, değişik geleneksel sol kökenden gelen arkadaşlara, özellikle Stalinist düşünceye yakın olanlara, inatla ve sürekli anlatmaya çalıştım. Bu çabayı pratiğime de hep yansıttım. En iyi sosyalizm iddialı rejimlerde dahi ifade özgürlüğünün, toplanma ve örgütlenme özgürlüğünün, dürüst yargılanma hakkının, grev ve toplu sözleşme hakkının olması gerektiğini, ceza yasasından idam ve müebbet hapis cezalarının kaldırılması gerektiğini savundum. Sosyalizm iddialı ülkelerdeki geri dönüşlerin nedeninin sadece ekonomik koşullar ve emperyalist kuşatma olmadığını, bireysel haklar ve önemli bazı sosyal hakların da yaşama geçmemiş olmasının etkin bir faktör olduğunu hep savundum. Bu düşüncelerimde en ufak bir değişiklik yoktur.
Zaten tarihsel süre içinde burjuva demokratik haklar dediğimiz bireysel haklar, burjuvazinin aristokrasiyi iktidardan indirmesi ve devrimci niteliğini yitirmeye başlaması sonrası, mülkiyet hakkı hariç, başta emekçiler olmak üzere toplumun büyük çoğunluğuna mal olmuş, uğrunda mücadele edilecek haklar haline gelmiştir. Fakat bu gelişim gerek 1776 tarihli Virginia Anayasası’nın başındaki “Bill of Rights”, Amerikan Bağımsızlık Bildirisi, 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi ve 1948 İnsan Hakları Bildirisi’nin doğal haklar anlayışını yansıttığı ve esas olarak burjuva demokratik içerik taşıdıkları gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Bu tespit, bu bildirgeleri önemsizleştirme, küçümseme, yadsıma anlamına gelmez. Örneğin; İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni esas itibariyle ikinci dünya savaşının galipleri hazırlamıştır. Hazırlık komisyonu çalışırken, alternatif olarak Mazlum Halklar Kongresi toplanmış, bireysel haklarla birlikte kolektif hakları da kapsayacak bir çalışma başlamış ama başarılı olunamamıştır. Daha önce de yazdığım gibi; bildirgenin çıkıştaki amacı savaşa ve diktatörlüklere karşı yeni bir dünya hedeflemek olmasına rağmen, bildirgede vicdani ret veya savaşmama hakkı yer almamış, direnme hakkı da somut olarak değil girişte dolaylı ve şartlı olarak yer almıştır. Şu anlayışımı da ifade etmek isterim; sosyalist sistemde demokrasi konusunda Engels ve Rosa Luxemburg’un anlayışını yakın bulurum. Örneğin Engels’in “bizim kuracağımız demokrasi burjuva demokrasisinden çok daha geniş olacaktır.” açıklamasına çok değer veririm.
Sözleşmeleri, bildirgeleri abartmamak, kutsamamak derken amacım bunların asgari metinler olduğunu ve insan haklarının evrimsel dinamiği içinde bunların aşılması gerektiğini vurgulamaktır. İnsan hakları ve hukuka özgürlükçü bakış eski Roma tanrısı Janus gibidir. Janus’un bir yüzü Roma girişine bir yüzü Roma çıkış kapısına bakar. Hakların ve hukuka özgürlükçü yaklaşımın da bir yüzü hukuka, bir yüzü hukuk üstüne ve hukuk ötesine bakar.
Gerek ulusal devletler gerekse uluslararası devletlerden oluşan kurumlar insan haklarının hem mezar kazıcısı hem gereç sağlayıcısıdır. Pozitif hukuka dahil olan hak, sübjektif hakka dönüşünce yaptırım gücü olan bir norma dönüşmüştür ama aynı zamanda da budanmıştır. İnsan hakları hukuku sözleşmeleri de böyledir. Dünya insanların mücadeleleri sonucu ulusalüstü bağıtlanmış hala gelen haklar aynı zamanda budanmışlığı da barındırır. İnsan hakları savunucuları ve hukuka özgürlükçü bakışla yaklaşanlar bunu her daim dikkate almak durumundadır. Abartmayalım, kutsamayalım deyişlerim bu anlamdadır. Yoksa önemsememek falan değil.
Haluk İnanıcı şunu demek istiyor: Türkiye’nin bugünkü koşullarında bildirgelerdeki, sözleşmelerdeki haklar dahi ihlal edilirken şimdi bunlardan bahsetmenin sırası mı? Tabii ki ihlallere karşı en dinamik tavrı göstermeliyiz. Ancak yeni bir oluşum için genel bir çağrı varsa bakış açısı da irdelenir.
Benim esas vurgulamak istediğim; bireysel haklar temelinde yükselecek hukuk mücadelesi eğer azınlıklar hukukunu, sözleşmelerde dahi yer alan self determination hakkını ve öz olarak halkların hukukunu görmezlikten gelirse egemen resmi hukuk ideolojisinin vesayetinden kurtulamaz.
Eleştiri metnimdeki bu konuyla ilgili vurgularım için Haluk İnanıcı bana soruyor ” Her avukat-hukuk oluşumu, benzer kalıpları mı kullanmak zorundadır? Kendi kullandığı ifade kalıplarının meramını anlatmaya yettiğini, farklı bir dil peşinde olmaları gerektiğini düşünen insanlara karşı bu garip yaklaşım, pratikte size ne sağlayacaktır. Herkes size benzer ifadelerini kullanmak zorunda mıdır?”
Doğrusu okuyunca şaşırdım. Azınlık hak ve hukukunu savunmak sıradan bir ifade kalıbı değildir. Dayanışma haklarının en önemlilerindendir. Hukuka özgürlükçü bakış açısıyla yaklaşanlar bu konuda da ilkesel tavır sergilerler. Dayanışma hakları ve bu temeli de dikkate alan bir hukuk anlayışı niçin garip yaklaşım olsun? Unutulmamalıdır ki, Türkiye azınlıklar ve halklar coğrafyasıdır. Hak ve hukuk mücadelesinde bu gerçek rafa kaldırılarak alternatif hukuk düşünceleri üretilemez. Haluk İnanıcı’nın bu sorusu aslında yaptığım eleştirileri teyit ediyor. Bugün Çerkez kurumları dahi ana dillerinde eğitimin yasalaşmasını istiyorlar. Haluk İnanıcı’nın bu konudaki yaklaşımı Ulusal Azınlık Haklarının Korunması Çerçeve Sözleşmesi’nin de, Avrupa Yerel Diller Şartı Sözleşmesi’nin de gerisinde kalıyor.
Grup-İnisiyatif Ayrımı
Kuşkusuz bir oluşum kendisine inisiyatif de diyebilir, grup da, hareket de. İsimlendirmede özgürdür. Saygı duyulur. Lakin genel olarak inisiyatiften anlaşılan kalıcı olmayan, tekil, bir veya iki konuda oluşan birlikteliklerdir. “Avukat İnisiyatifi”nin çıkış açıklaması adeta bir yeni grup oluşumuna yönelik genel bir çağrı açıklaması gibidir.
Aslında bu süreç son baro genel kurulu sürecinde başladı. “Bağımsız aday” da gösterildi. Şimdi isimlendirme yapıldığını düşünüyorum. Baro genel kurulunda sorunlu şiarlar kullanıldı; “avukat iktidarı”, “adliyeler bizimdir”, “baroda geçmişi geleceğe taşıyalım” gibi. O zaman da bu şiarların sorunlu olduğunu yazmıştım: Baro yönetimlerinin geçmişleri çok da parlak değil, genel olarak Mahmut Esat Bozkurt’un şoven çizgisine, yer yer kırılmalarla birlikte sadık kalmakta, egemen resmi hukuk ideolojisinden kurtulamamaktadırlar. Şimdi bu konuları tekrar uzatmayayım. Fakat şunu da belirtmek isterim ki, baro genel kurulunda da şimdiki oluşumun aday ve sözcüleri gerek konuşmalarında gerekse yazılı belgelerinde T.B.B ve İstanbul Barosu yönetiminin politikalarına dokunmadılar.
“Avukat İnisiyatif”inde liberaller de olabilir muhafazakarlar da yer alabilir deniyor. Önce peşinen şunu söyleyeyim: Tabii ki tekil konularda, konjonktürel taleplerde liberallerle de iş yapılabilir, muhafazakarlarla da. Örneğin 1990’larda, İHD sürecinde MAZLUMDER’le Kürt sorunu, gözaltında kayıplar, yargısız infazlar konularında ihlal bölgelerinde birlikte incelemeler yapılabildi, müşterek raporlar hazırlanabildi. İyi de oldu. Bu birliktelik MAZLUMDER’in kısmen de olsa dönüşmesine o zaman vesile oldu.
Lakin açıkça vurgulamak gerekirse ister inisiyatif, ister grup, ister hareket diyelim; tekil konular dışında kalıcı bir oluşum hedefleniyorsa, liberallerin de muhafazakarların da yer alacağı bir oluşumun resmi hukuk ideolojisi dışına çıkması çok zordur. Özellikle devletin geleneksel kırmızı noktalarında. Tarih boyunca işlenen soykırım ve insanlığa karşı işlenen suçlarla yüzleşmek, 1934 Yahudi Pogromu, 1964 Rum Teşhiri, Kürtlere sürekli uygulanan insanlığa karşı suç ve kültürel soykırımlar, azınlık hukuku konuları, anadillerde eğitimin yasalaşması, LGBTİ haklarının hukuki normlara dönüşmesi, müebbet hapis cezalarının kaldırılması vs. Yoksa bunlar baroları ve avukat gruplarını ilgilendirmiyor mu? Bu konular birer sıradan ifade kalıpları mı?
TBB ve İstanbul Baro Yönetimlerinin Politikaları Konusunda
Haluk İnanıcı inisiyatifin çıkış bildirgesinde, Türkiye Barolar Birliği (TBB) ve İstanbul Barosu yönetiminin politikalarına ilişkin bir görüş bulunmadığı yönündeki eleştirime: “İnisiyatif olarak çıkışımız bir eleştiri değil mi?” diyor. Doğrusu hayret. “Gözümüzün içine bak ve anla” der gibi.
Bu konuya vurgu yapmamın nedeni, bu konuları gerek baro genel kurulu sürecinde gerek konuşmalarınızda gerekse belgelerinizde sessizce geçiştirmenizdi. Ben, “Her yerde her an İstanbul Barosunu ve TBB’yi eleştirelim, olumlu bir şey yapılsa bile bunlar şoven, geçmişte şöyle yaptılar, bu nedenle desteklemeyelim” demiyorum. Haluk İnanıcı burada da söylediklerimi yanlış anlamış.
Bana sorulan bir soru var: “Peki hak ve özgürlükler alanında bir şey yapma arzusuyla bir araya gelen arkadaşlarının çabasının da mı bir önemi yok?” Tabii ki var. İyi niyetli bir çaba bu. Ben anlayış farklılığımızı tartışıyorum. Bu eleştirileri yapmış olmam avukatlara değer vermemek mi oluyor?
Müşterek/Müzakereci Çalışma Konusu Üzerine
Haluk İnanıcı “Ercan’ın tavrının biraz da müşterek/mücadeleci çalışmaya inanmamasından, kendisinin temsil ettiği düşünceyi mutlak doğru olarak görmesinden hissediyorum” diyor.
Sanmakla, hissetmekle hüküm yürütülür mü? Bu bir nevi zihin tarama yöntemi değil midir? Haluk İnancı da çok iyi bilir ki, ceza davalarında iddianameler hep çoğunlukla zihin tarama yöntemi ile hazırlanmakta, savcının hisleriyle örtülü maksat sorumluluğu ihdas edilmektedir. Biz bunu eleştirmiyor muyuz? Tartışmaları kişiselleştirmemek gerek. Müşterek, müzakereci çalışmaya inanmadığımı Haluk İnanıcı nereden çıkarıyor?
İstemeden de olsa belirtmeye mecbur kalıyorum; yaşamımın her döneminde çok sayıda insanla kolektif faaliyette bulundum. 1968 Antep TİP Gençlik Kolu ve 1971 DEV-GENÇ dönemlerimde daha sonraki sendikacılık yıllarımda, yayın faaliyetlerimde, İHD yıllarımda çok sayıda arkadaşlarla birlikte teorik ve pratik çalışmalar yaptık. 1990’larda İHD’nin kapısından girmeyenler neler tartışıldığını, ne tür yöntemlerle tartışıldığını bilmezler. Bir örnek vereyim: 1990’dan itibaren İstanbul İHD’de asil-yedek ayrımını kaldırdık. Yedeklerin yalnızca söz hakkı değil oy hakkı da oldu. Bu gelenek hala devam ediyor. İsteyen üyeler yönetim toplantılarına girer, tartışmalara katılırlardı. Her ay yapılan periyodik üye toplantılarında gündemi müzakere ederdik. Delege sisteminin kaldırılmasını veya işlemez hale getirilmesini, doğrudan demokrasiye kapı aralanmasını da gündeme getirdik. Yapılamadı.
Kusura bakmasın ama insan hakları öğretisi literatürünü Haluk İnanıcı eksik biliyor. Toplum sözleşmesi teorisi de tabi hukuk ekolüne bağlıdır, değişik bir versiyonudur. Zaten J. Jack Rousseau: ” İnsanlar her yerde eşit doğdu ama her yerde zincire vuruldular “derken bu anlayışı öz olarak yansıtmıştır. Doğal yaşama dönemi varsayımını ve toplumsal sözleşmeyi savunmuştur. Ona göre doğal yaşama döneminde insanlar arasında eşitsizliğin etkisi yoktur. İnsanlar arasındaki eşitsizliğin mevcut durumda kaynağı ona göre ihtiyaç fazlası üretim yapılması sonucu ortaya çıkan mülkiyet kurumudur. Rousseau literatüre eşitlik kavramını katarken, insanın özgürlüğünden vazgeçmeyeceği sözleşmelerle otoritenin rızaya dayanmasını, politik katılım hakkını literatüre sokar yani aydınlanmacı tabi haklar teorisi.
Ekonomizm Eleştirime Gelince
Kuşkusuz dar anlamda bir ekonomizmden değil geniş anlamda bir ekonomizmden bahsediyorum, hak ve hukuk mücadelesinin dar bir alana oturtulmasından. Ekonomizmin şu ya da bu ölçüde barınabildiği tüm görüşlerin ortak noktası “nesnel koşulların geriliği” dir. Buradan hareketle varılan nokta ise, bu kez daha alt hedeflere angaje olunmasıdır. Ekonomizm ile hak ve hukuk mücadelesini sadece bireysel hak ve özgürlüklere indirgeyen, azınlıklar hukukunu rastgele bir kalıp gören, bireysel hak ve hukuk mücadelesini azınlıkların hukuku ve halkların hukuku mücadelesiyle birleştirmeyen anlayışı kastediyorum. Yani güncel nesnel koşulların geriliği ve zorluğunun belirleyici alınmasından.
Haluk İnanıcı sosyalistlerin de “tabi hukuk tuzağına düştükleri sıkça görülür” diyor. Doğrudur. Zaman zaman yıllar önce bazı açıklamalarımızda bizler de düşmüşüzdür. 1990’lara kadar İHD genelinde esas olarak doğal haklar anlayışı hakimdi. Hala daha önemli etkisi var.
Kişiselleştirmeden, zihin tarama yöntemine sapmadan, sanmayla, hissetmeyle saptama yapmadan ve de söylenenler dikkatlice irdelenerek tartışılırsa bu polemikler faydalı ve geliştirici olur.