“Reform” kelimesi ile her karşılaşmamda aklıma Ortaçağ Avrupası geliyor Bu sözcüğü ilk olarak derste “Rönesans ve Reform Dönemi” konusunu işlerken duymuş, günahı boynuma o zamanlar sevmiştim de. O yıllarda ‘Reform’ benim için Ortaçağ Avrupası’nın hakim gücü Vatikan’ın geriletilmesi, Fransız Devrimi’ne uzanan yoldaki düşünsel dönüşümler demekti. Yaşananların o derslerde anlatıldığı gibi yüzeysel olmadığını, değişen üretim ilişkilerine bağlı olarak yüzyıllar içerisinde; egemenlik, devlet ve hukuk gibi hususlarda düşünsel değişimler yaşandığını sonraki yıllarda öğrenecektim.
Bugünlerde reform kelimesini “Yargı Reformu Paketleri” nedeniyle sıkça duyar olduk. İlk yasalaşan paketlerin ikincisi kamuoyunda tartışılıyor ve bunun bir süreç olduğu, devamının geleceği belirtiliyor. Af, ceza indirimi, infaz sistemi değişikliği veya kanun değişikliği konularının en çok tartışıldığı yer ne meclis ne akademi ne de televizyon programlarıymış. Tutuklu bir stajyer avukat olarak benim gördüğüm bu konular en detaylı ve en ateşli biçimde hapishanelerde tartışılmaktadır. Bu konular doğrudan kendilerini ilgilendirdiği için hapishanedeki birçok kişinin temel gündemidir.
Tam bu noktada yeni bir paragraf açarak belirtmek isterim. Tutuklu avukat- stajyer avukat olmak çok zormuş. Mesleğinizi öğrenen tutuklu veya hükümlülerin ilginç sorularıyla karşılaşıyorsunuz. Siyasi tutuklular ülkedeki hukuk ve adalet gerçeğine daha hakim oldukları için sakin kalabilirken, adli tutuklular hükümlüler ile her karşılaşmanıza ilginç anlara sebep olabiliyor. Kendi adıma konuşmam gerekirse, “Avukat kardeşim diyelim ki dört yüz küsur kg esrar yakalattım. Ne kadar ceza alırım?” veya “Arabanın camına ateş ettiysem öldürmeye teşebbüs mü etmiş oluyorum avukat kardeş” gibi sorular karşısında şok olmamak” ııığğğ’lamadan cevap vermek konusunda bir miktar yol aldığımı söyleyebilirim. Fakülteye geri dönmüş gibiyim. CMK Mad. 311. uyarınca yargılamanın yenilenmesi durumundan, meşru savunmada heyecan, korku veya telaşla sınırın aşılmasına kadar birçok konuyu tekrar ediyor gibiyim. İşte böyle bir durumdayken, gündemdeki “Yargı Reformu Paketleri” her şeyi daha da zorlaştırıyor. Meclis’te dahi tartışılmamış yasal değişiklikler hakkında her şeyi bilmeniz bekleniyor.
Yapılan ve yapılması planlanan “ Yargı Reformu Paketleri”nin uygulamada doğurması gereken pratik sonuçlar üzerine yeterince soru cevapladıktan sonra bu değişikliklerin düşündürdükleri hakkında birkaç şey söylemek istiyorum. Son yıllarda yapılan kamuoyun araştırmaları göstermekte ki Türkiye’de yargıya güven çok düşük rakamlarla ifade edilmekte. Kim olduğunu hatırlamadığım, hükümetten bir isim bir rakamı %20 olarak açıklamıştı. Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün demeçlerinden öğrendiğimiz ‘Yargı Reformu Paketleri” ile amaçlanan da “yargıya güveni arttırmak”mış. Kuşkusuz yasama erkini kullananlarının yasa değişiklikleri yapmasında ve hedefi “yargı güveni artırmak” olarak belirlemesinde de ilginç bir durum bulunmamaktadır. İlginç olan yasama ve yürütme erkine sahip olanların ‘yargıya güven sorunu’nu yaratan etmenlerin fersah fersah uzağındaki “çözüm” arayışlarıdır.
Hukuk veya felsefeyle ilgileniyorsanız – bu alanlara ilişkin bölümlerde okumanın ötesinde, gerçek anlamıyla ilgileniyorsanız- hukuk ve adalet ilişkisine dair fikirlerle- tartışmalarla karşılaşmışsınızdır. TDK ve ders kitaplarındaki tanımı bir kenara bırakarak kabaca belirtmek gerekirse, kanunların kanunlarca kurulmuş hukuk kurumlarının hukukun genel ve evrensel ilkelerine uygun bir sistemin varlığı halinde hukuktan söz edilebilecektir. Adalet ise hem hukukun içinde hem hukukun dışında bir olgudur. Hukukun varlığının kabul edildiği yani bağımsız bir yargıdan genel ve evrensel ilkelere yuğun yargısal sistemden ve yine bu ilkelere uygun mahkeme kararlarından söz edebileceğimiz “steril ortamda” dahi yargıya adalet olgusu üzerinden eleştiriler getirilebilecektir. Kanunlardan, bütün o yargısal sistemden öte hukuksal adalet yargıcın kararında gerçekleşir ve kimi durumlar vardır ki yargının hukuki normu doğru şekilde uygulanması dahi adaleti sağlamayacaktır. Bunun için hukuk ve adalet ilişkisi sanılandan daha karmaşıktır.
Hukuk ve adalet arasındaki ilişkiye kısaca değindikten sonra bu yazıyı yukarıda belirtiğim hukukun varlığına dair sorunsuz o “steril ortamda” yazmayı çok isterdim ancak hapishanedeyim. Benim nerede olduğumdan bağımsız olarak hiçbirimiz o “steril ortamda” değiliz. Türkiye’de yaşanan ‘yargıya güven sorunu’ da burada başlamakta. Kamuoyunu ilgilendirdiği için basına yansıyan birçok kararda “hukuki”lik yönünden olumlu cevap veremediğimiz için kararların ‘adil’ olup olmadığını tartışamıyoruz. Örneğin Anayasa’nın 153. maddesinde yer alan açık hükme rağmen bir ilk derece mahkemesinin AYM kararını uygulamamasının hukuki izahı bulunmamaktadır. Salt kamuoyunu ilgilendiren davalarda değil bir iş davasında veya adli vaka olarak nitelendirilebilecek bir olaya ilişkin davada da aynı izah edilemezliği, keyfiliği görebilirsiniz. Yargıya güvenin bu denli küçük rakamlarla ifade edilmesi bu hukuksuzluk halinin genele yayılmış olmasının sonucudur. Türkiye’deki mevcut duruma dair ‘mış gibi’ yapılmasının sonucudur. Çözmeyecektir. Rakip takımın ortaklarından bulunan defans gibi topu gelişi güzel uzaklaştırarak zaman kazanmaya çalışmak da faydasızdır. Halihazırdaki ‘yargıya güven sorunu’ mevcut hukuki normların yetersizliğinden kaynaklı değildir. Bu hukuki normların dahi uygulanmamasından kaynakladır. O çok meşhur ‘terör örgütü propagandası suçu’nun düzenlendiği 3713 Sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 7. Maddesinin 2. Fıkrasında ‘Birinci Yargı Paketi’ ile yapılan değişiklik bunun ilanıdır. İlgili fıkraya yapılan ek şu şekilde “Haber verme sınırlarının aşmayan veya eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz”. Bu ek yapılmadan önce mevzuat gereği “haber verme” ve “eleştiri” zaten suç değildi. Peki bu değişikliğin amacı ne olabilir? Zaten suç olmayan fiillerin suç olmadığını daha açık belirtme ihtiyacı neden duyuldu? Bu fiilleri suç kabul eden yargı kararlarının bir nebze de olsa önüne mi geçilmek istendi? Bu yasal değişiklikten sonra bir anayasa hukukçusu derste ne anlattı bilmek isterdim. Tutuklanmak, sevdiklerinin bir kısmıyla haftada bir süreli bir şekilde görüşmek, aileni haftada bir kez arayabilmek elbette can sıkıcı şeyler. Lakin hiçbiri kanuna yapılan şu ek kadar can sıkıcı değil. Türkiye’deki hukuk gerçeğini bilmediğimden veya hukukçu egosundan değil, belki biraz ‘idealist’ bulacaksınız ama cübbenin biraz onuru olduğu düşündüğüm için bu ek ağrıma gitti. Umarım tüm hukuk fakültesi akademisyenleri ve öğrencileri bütün hakimler, savcılar, avukatlar suç olmayan fiillerinin suç olmadığının kanun maddesine açık çık yazılmasının ağırlığını hissederler.
Nietzsche’nin “Richard Wagner Beyrueth’ta isimli eseri şu cümle ile başlıyor: “Bir olayın büyük olabilmesi için iki şeyin bir araya gelmesi gerekir: Olayı gerçekleştirenlerin büyük anlayışı ile olayı yaşayanların büyük anlayışı” Yargıda reform yapmak isteyenler büyük bir anlayış geliştirmedikleri sürece ‘yargıya güven sorunu’ büyümeye devam edecektir. Kendisine “Neden savcı olmak istiyorsun?” diye sorulan hukuk fakültesi dördüncü sınıf öğrencisi, “Çok havalı yaa” diyerek cevap veriyorsa, yanındaki hakim olmak isteyen arkadaşı “Parası iyi abi ya” diyorsa, bu kişiler nasıl “referans” ayarladıklarını övgüyle anlatıyorsa bir zahmet ‘yargıya güven sorunu’ yaşarsın. Hukuk fakültesi öğrenimini 5 yıla çıkarıp, kontenjanı azaltarak kaliteyi arttırmaya çalışırken, canlı yayına katılan doçent ünvanlı bir “hukukçu” idamı savunup, yanındaki programı katılımcısı “Şu an yargımız FETÖ ile PKK ile amansız bir savaşta” dediğinde “Yargı kimseyle savaşmaz. Hakimler, savcılar asker değil polis değil. Önüne gelen olayda maddi gerçeğe ulaşmaya, hukuku isteyip adil olana karar vermeye çalışır” demek yerine yanındaki katılımcıyı onaylarsa o kalite artmaz. Aksine o mal ayıplıdır.
Yazının sonunda bir düşünüre atıf yapmak isterdim ancak içinde bulunduğumuz trajikomik duruma Umut Sarıkaya daha uygun. Televizyonlarda tartışılanları gazetelerde yazılanları, ‘Yargı Reformu Paketi’, ‘İnsan Hakları Eylem Planı’ gibi büyük sözler arkasındaki gerçekleri gördükçe aklıma Umut Sarıkaya’nın “Trango” başlıklı mizah yazısı geliyor. Sarıkaya; bu yazısında insanların anlamsız ve sahte şeyleri hayatının merkezine yerleştirmesinde, sürekli bunları konuşmasında ve rahatça yaşayıp bu sahte şeyleri ciddiyetle konuşabilmek için kaplanı zebrayı yerinden yurdundan kovup şehirler kurmasından yakınıyor. Ardından “Çok değil yalnızca bir tane kaplan yeter” diyerek bu sahte şeylerin ciddiyetle konuşulduğu mekanlara bir kaplanın girmesini hayal ediyor. Kaplanın yaratacağı can havlinin, tüm o ciddi konuşmalardan daha gerçek olacağını belirtiyor. Ben de büyük ciddiyetle ‘Yargıya güven sorunu’nun konuşulduğu o yerlere bir kaplanın girmesinin yaratacağı paniği merak ederdim. Bu yazıyı 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü’nde yazıyorum. İnanıyorum ki uzak olmayan bir gelecekte insan haklarını korumayı değil, yatay ve dikey olarak geliştirmeyi konuşuyor olacağız.
*Umut Sarıkaya’nın “Trango” başlıklı yazısındaki önerme