Nasıl Bir Baro” söyleşi dizimizin bugünkü konuğu Av. Mehmet Durakoğlu. İstanbul Barosunda yaklaşık 14 yıldır yönetimde bulunan Önce İlke Çağdaş Avukatlar Grubunun başkan adayı olan Durakoğlu’nun seçim sloganı: Kaldığımız Yerden Devam.

Yarın söz sırası İstanbul Milliyetçi Avukatlar Grubu başkan adayı Ali Rıza Kaplan’da.

Mevcut Baro Yönetimi

Mehmet Durakoğlu kimdir, kısaca kendinizi anlatır mısınız? Neden aday oldunuz?

Avukat olan bir babaya öykünerek başlayan yaşamın, avukat olmayı başararak sürdürüldüğü bir evredeyim. Avukatlığı hak etmeye çalışıyorum. Bütün yaşamım, siyasal ve toplumsal olayların ve örgütlenmelerin içinde geçti. Yaşamımı kapsayan tarihlerin siyasal olgularını bir yerlerden tutmaya çalışırken, onların düşünsel ve felsefi çerçeveleri içinde de bulunmaya ve bu anlamda kafa yormaya çaba sarf ettim. SODEV ve TÜSES yönetimleri bu anlamdaki uğraşlardır. Mesleğimi 30 yıldan bu yana, bir özen içinde sürdürmeye çalışıyorum.

Baro Başkanlığına adaylığın, planlanan bir kariyer hevesinin sonucu olarak biçimlenemeyeceğini öğrendim. Yaşam algım, bir anlamda siyaset de içeren “Baro” yöneticiliğinin emel ve çaba ürünü olduğunu anlattı bana. Zaman zaman bu tür görevlere talep açmanın, kaçınılamaz bir “görev” olduğunu öğrendim. İçinden geçmekte olduğumuz “çok özel” zaman dilimi, bu döneme ilişkin “Baro İddiasını” güçlü kılmayı gerektiriyor. Toplam 10 yılı içeren bir “deneyimin” süreci kavrayışta çok önemli olduğunu düşünüyorum. Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının sağlanamadığı, bu bağlamda da doğal olarak savunma hakkının ciddi biçimde kısıtlandığı bir dönemde, bu deneyimin önemli olduğu inancı, beni adaylığa daha bir yaklaştırdı. Üstelik avukatların, bu dönemdeki “kişisel” bağlamlı sorunlarının da, mesleki sorunlarla atbaşı gitmekte olması, bana bir basit adaylıktan çok, “görev” olarak algılanması gereken zorunluluğu dayattı.

Doç. Dr. Ümit Kocasakal neden bu dönem aday olmadı?

Ümit Kocasakal, İstanbul Barosunun “efsane” olarak algılanacak bir döneminin başkanı oldu. Onun başkanlığı döneminde gerçekleşen hizmetler bir yana, İstanbul Barosu, sadece avukatlar için değil, onu da aşan bir boyutta, yurttaşlar için de bir “ümit merkezi” oldu. Hepimize örnek olması gereken bir davranışla, seçim kaygısının olmadığı, herkesin aday olmasında ısrarcı olduğu bir dönemde, bu görevi bıraktı. İstanbul Barosunun web sitesinde yayımladığı “veda mesajında” bu gerekçeleri uzun uzun açıkladı. Sorunuzun Başkanımız açısından yanıtı oradadır.

Önce İlke Çağdaş Avukatlar Grubunda aday belirleme süreci nasıl işledi?

Önce İlke Çağdaş Avukatlar Grubunun yönergesi gereğince, Genel Kurul toplantısı yapılarak, öncelikle “seçimlerin yöntemi” saptandı. Grubumuz, Başkanımızla birlikte, deneyimli meslektaşlarımızın yer aldığı Onur Kurulu ve kendi aralarından seçtikleri grubun Yürütme Kuruluna, adaylarımızı saptamaları için yetki verdi. Bu yetki çerçevesinde toplanan Onur Kurulu ile Yürütme Kurulu, Başkan, Yönetim Kurulu, Disiplin Kurulu ve Denetleme Kurulu ile TBB Delegelerini saptadı.

İstanbul Barosunda yaklaşık 14 yıldır yönetimde olan bir grupsunuz. Bu 14 yıllık yönetimi nasıl değerlendiriyorsunuz? Baro Yönetiminin başarı ve başarısızlık hanelerine neleri yazardınız?

İstanbul Barosunun 14 yıllık geçmişinde söz sahibi olmakla kalmayan ve bir anlamda da geleceğini biçimlendiren bir grubun bugünkü Başkan adayı olarak, geride bırakılan sürecin içindeki “yol kazası” olarak nitelendireceğimiz bir dönem (2008-2010) hariç olmak üzere, diğer dönemlerin “çok başarılı” olduğu kanısındayım. Takdir edersiniz ki, bu hizmetlerin tümünü buraya sığdırmak mümkün olmayacaktır. Ancak, meslektaşlarımızın sorunlarını iki ayrı temelde değerlendirdiğimizi, bir yandan “savunma hakkına” dair yaklaşımlarımızın ve “meslek onurumuzun” öncelendiğini, diğer yandan da yaşanan ekonomik sorunların da gözetilmesi suretiyle “avukata dokunan” ve onun cebinden çıkacak olanı bir ölçüde azaltan yaklaşımları hedeflediğimizi söyleyebilirim.

Bu 14 yılın İstanbul yargı çevresinde çok önemli değişiklikleri içerdiğini, dünyanın en büyük adliyesinin Kartal’da açıldığı, aynı zaman diliminde Avrupa’nın en büyük adliyesinin de Çağlayan’da açıldığı bir evreye denk geldiğini anımsamalıyız. Bu bizim için “Baro Örgütlenmesinin” yenilenmesi anlamına geliyordu. Baroyu avukatın adliyedeki ayağına kadar götürüp yeni bir örgütlenme sağlarken, bu adliyelerde avukatların “en konforlu” şekilde çalışma olanaklarına kavuşmasını sağladık. Bu konfor, lüksün arayışı değil, avukat algısının, aynı gemideki meslektaşlarımıza anlatılmasını da içeriyordu.

Baro tarihinde “ilk kez” kavramıyla anlatılacak ilklere sahne oldu bu dönem. İlk kez, sosyal tesisimiz oldu… İkincisini de sağladık. 60 yıl sonra ilk kez, Baro binamızı yıkıp yeniden yapmaya başladık. Üstelik bu kez binada kullanacağımız alanın mülkiyeti de Baronun olacak. İlk kez, adliyeler arasında avukatları servislerle taşıdık. İlk kez, sağlık hizmetlerinde devrim sayılacak değişiklikler gerçekleştirdik. Avukatlar özel sağlık sigortası ihtiyaçlarından kurtulmakla kalmadılar, eş ve çocuklarını da sisteme dahil ettik. İlk kez munzam emeklilik gerçekleşti. İlk kez, Adli Yardım hizmetlerinde % 125 büyüme sağlayarak, bir yandan yurttaşların adalete erişimini sağlayıp, hak arama özgürlüklerini etkin kullandırmayı hedefledik, diğer yandan da meslektaşlarımıza çok ciddi bir kaynağı aktardık. Bu amaçla 6 yeni birim oluşturup, yurttaşın ayağına gittik. Aynı şekilde zorunlu müdafilikte de ilk kez yılda 125.000 görevlendirme sağlayıp, bu kurumsallıktan beklenen benzeri işlevleri yerine getirdik. Bakırköy adliyesinde duruşması olan kadın meslektaşlarımızdan küçük çocuğu olanlar ilk kez, çocuklarını Baro Kreşine bırakma imkanına sahip oldular. Genç meslektaşlarımızın yakınmalarına –bir ölçüde de olsa- yanıt verecek bir düzenleme olarak, ilk kez, tip sözleşme çıkardık. İlk kez Bilgi Bankası kurup meslektaşlarımızın ekonomisine katkıyı bir de buradan denedik. HD kalitesinde bir Barovizyonumuz var artık. Bu da ilk kez oldu. Daha pek çok hizmet sıralayabilirim böyle. Ama belki de bütün bunlar kadar önemli olarak, bu 14 yılın en önemli hizmeti, İstanbul Barosunun “tarihe düştüğü not” ile ilgilidir. Bu dönemde, siyasetçilerimiz en çok hukuk konuştu. Bu nedenle de doğal olarak biz de siyaset konuşmak zorunda kaldık.

Ergenekon/Balyoz bu dönemdeydi. Mücadele ederken “Darbeci Baro” nitelemesine maruz kalmıştık. Tarih bizi haklı çıkardı. Avukatları İstanbul Barosundaki belgeleri itibariyle mahcup etmedik.

2010 Referandumuna “yetmez ama evet” demeyi tercih eden dostlarımızı ikna edemesek de “hayır” derken takındığımız kararlılığın bizi getireceği noktayı biliyorduk. Tarih İstanbul Barosunu ve onun avukatlarını –barodaki belgeleri itibariyle- haklı çıkardı.

Cemaatin yargı içindeki oluşumuna “inatla” dikkat çekip, yargılanmak uğruna mücadele ettik. Burun büktüler, dudak kıvırdılar. Haklı çıktık. İstanbul Barosu avukatlarının şimdi rafa kaldırdıkları ajandalarında, utanç duyacakları bir etkinlik olmadı, tam tersine övünç duyacakları bir öngörünün sahibi oldular. Şimdi ne Allahtan ne de halkımızdan bizi affetmesini dilemek gibi bir ihtiyaç içinde değiliz. Gururluyuz.

Defalarca yargılanmayı, onlarca soruşturmaya maruz kalmayı göze alarak mücadele ettik. Mahkum olsak avukatlığımızı da kaybedecektik. Baroyu hukuksuzluğa teslim etmedik. Usulüne uygun olmayan çağrılar karşısında “ifadeye gelmiyoruz, siz gelin alın” diyerek karşı çıkmışlığımız bile oldu. Gelemediler. Ülkemizin kurucu değerlerine dikkat çekerken, bölünmez bütünlüğüne kıskançlıkla sahip çıktık. Atatürk devrimlerinin aydınlanmacılığı bayrak oldu bize. Bu yaklaşımlarımız, bu “omurgalı duruşumuz” bizi, sadece avukatlar nezdinde değil, yurttaşlar nezdinde de “umudun odağı” kıldı.

Son kez 15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan gece 01.25’de haykırdık demokrasi inancımızı. Pek çok kişi sabahı beklerken çıktık. Bir tek biz… İstanbul Barosu…

Çok şey sığdı 14 yıla… 14 yıl sonra bahtiyarız meslektaşlarımız adına.

Avukatların yargılandığı davalarda İstanbul Barosunun avukat seçerek tutum aldığı, adliye giriş aramaları vb. günlük adliye sorunlarda ise etkin tutum almadığına dair eleştiriler var. Bu eleştirileri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Avukatların yargılandığı davalarda, “seçerek tutum aldığımız” eleştirilerine katılmıyorum. Bu alanda bir yandan yönetim olarak, diğer yandan da Avukat Hakları Merkezi olarak, -hangi görüşü taşıdığına bakmaksızın- meslektaşlarımızın yanında olmaya özen gösterdik. Bu alanda bize getirilen eleştirilerin, değerlendirmeden uzak tutulan bir yönü var. Baro olarak meslektaşlarımızın “mesleklerinin yapmalarının engellendiği” konumlarda onları asla yalnız bırakmadık. Ancak bir avukatın sahip olduğu siyasal ideolojisinin sonucu olarak, mesleki yönü olmayan yargılamalarda onun yanında olmamızın istenmesini, anlayışla ve saygıyla karşılamakla birlikte, benzeri bir duyarlılığı sergileyemezdik. Bir başka ayrışma noktamız da, bazı meslektaşlarımızın mensup oldukları kurumsallıklar tarafından alınan “eylem” kararlarına, Baroyu ortak kılma çabalarıydı. İstanbul Barosu olarak, başka kurumsallıklara olan saygımızı saklı tutarak, onların eylemlerinde ikincil güç olmayı hiçbir zaman kabullenmedik. Biz kendi gücümüzün ağırlığında eylem planlayıp gerçekleştirdik. Meslektaşlarımıza, ısrarla yaşanan olumsuzlukları Barolarına yansıtıp, onlarla birlikte davranış göstermelerini talep etmemize karşın, bazı kurumsallıkların kendi stratejilerinin gereği olarak bundan uzak durduklarını ve kendi stratejilerini Baroya dayatmaya çalıştıklarını gözledik. Buna olanak vermeyen algımız nedeniyle, sorunuza egemen olan bir anlayış, -sadece bu çevrelerle sınırlı olarak – ortaya çıktı.

Adliye girişlerinde yapılan aramalar, İstanbul Barosunun “talebi veya uygulaması” değildir. Bu durum, özellikle de Çağlayan Adliyesi’nde, bir savcının öldürülmesiyle birlikte başlayan sürecin sonucudur. Bilmenizi isterim ki, bu süreç İstanbul Barosunun ve avukatların bir provakasyonun içine çekilmesi ile ilgilidir. Hafızanıza başvurduğunuzda, avukat cübbesi ile yapılan kontrolsüz girişin “güvenlik kontrolü” sonucunu getirdiğini, rehin alınma sürecinde Baro Başkanının oraya çağrıldığını ve giderek anılan süreçte Cumhurbaşkanlığı katından İstanbul Barosu Başkanının hedef alındığı bir zaman dilimini hatırlamak mümkündür. Bu çabaların tümü, “bizim dışımızda ve bize rağmen” gerçekleştirilmiş ve bizi toplumda “başka türlü” algılatmaya neden olan “özel” çalışmalardı. Oysa İstanbul Barosu olarak, hukuk tarihini yazmayı başarabilmiş ülkelerin otokratik dönemlerinde öncelikle “avukatı itibarsızlaştırmayı” hedeflediklerini biliyorduk. Bu amaçla, planlanan stratejinin ve provakasyonun parçası olmadık. Avukatı adliyeye girerken arayanların, 15 Temmuz sonrasında, protokol kapısından hakim ve savcı olduklarını sandıkları FETÖ mensuplarını geçirdiklerini anladıklarında bile mahcup olmadıklarını düşünürseniz, sorunu irdelemekte güçlük çekilmeyeceğini umuyorum.

Sizce avukatların en önemli sorunları nelerdir? Bunlara ilişkin neler yapacaksınız?

Bu süreçte, avukatın en önemli sorunları üç başlıkta değerlendirilmelidir. Bunlar; (a)yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı, mesleki onurumuzla ilgili sorunlar, (b) mesleğimizin geleceğine yönelik siyasal iktidar odaklı uygulamalar ve (c) meslektaşlarımızın özünde ekonomik nitelik taşıyan sorunlarıdır. Bu sorunların nasıl çözüleceğine dair yaklaşımlarda, bizim başka gruplardan bir farkımız var. Belki çok klasik kaçacak ama: Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır.

Geçmişte sergilediğimiz kararlı tutumumuzu sürdüreceğiz. Başarının mücadele kaynaklı olduğunu biliyoruz. Bilgimizi bilincimize, bilincimizi de dirence dönüştüreceğiz. Uğrunda mücadele verdiğimiz temel değerlerimizi savunmaya devam edeceğiz. Ülkemizi önceleyeceğiz. O olmadan, mesleğimize ilişkin biçtiğimiz kutsiyetin anlamının olmayacağına inanıyoruz. Bu uğurdaki mücadele azmimizi bu kutsiyet anlatıyor olmalıdır. Ne pahasına olursa olsun yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı mücadelesinde, meslektaşlarımıza önder olacağız. Kenarda köşede durarak değil, “bak işte yapıyorum” diyerek değil, kütüphane desibelinde sesler çıkarak değil, şair dostlarının gece seanslarında tatmin arayarak değil, bayrağı biz tutacağız ve yürüyeceğiz. Bunu yaşamsal buluyoruz.

Mesleğimizin geleceğini biçimlendiren siyasal iktidar yaklaşımları ile ilgili olarak da “uyarı” görevimizi yapmaya özen göstereceğiz. İnanılmaz ölçüde artan sayımızın ortaya çıkardığı sorunlardan, sınava bir türlü sıcak bakamayan iktidar yaklaşımlarına direnmeyi sürdüreceğiz. Adalet Bakanlığının biçimlendirdiği Türk Yargı Sisteminin “avukatı içermeyen” yaklaşımlarını da Bakanlıktaki yargıç/savcı ortaklığının biçimlendirmeye çalıştığı avukat algısını da reddetmeye devam edeceğiz.

Bizi bu sorunlar kadar ilgilendiren husus, meslektaşlarımızın giderek gelişip büyüyen ekonomik sorunlarıdır. Bu sorunu doğuran nedenlerin üzerine mutlaka gideceğiz. Ama bununla yetinmeyip, geçmişte olduğu gibi bütün Baro kaynaklarını, avukatın bu alandaki güçlüklerine adamak zorundayız. Sağlık sistemi iyileştirmesi, munzam emeklilikte daha bir ileri adım, mesleğin yapılmasındaki zorunlu harcamaların Baro tarafından ikame edilmesi, sosyal yaşama özgü harcamalarını daha da aşağı çekecek tesislerin inşaası, gelecek güvencesini sağlayacak huzurevi bunlardan birkaçıdır.

Baro yönetimlerinin bir listenin kazanması şeklinde değil de her kesimi temsil edecek şekilde (her listenin aldığı oy oranına göre tüm listelerden oluşması) düzenlemesi gerekliliğine dair öneriler var. Bu konuyu değerlendirir misiniz?

Baro yönetimlerinin seçimi kazanan liste tarafından değil de alınan oy oranına göre oluşması yönündeki taleplerin, çağdaş yönetişim teknikleri açısından da, demokratik yönetim açısından da herhangi bir dayanağının olmadığını düşünüyorum. Böyle bir yönetim tarzı, demokratik siyasetlerde ciddi “yönetim zaafiyeti” doğurur. Siyasal iktidarı oluşturan partinin yetkisini, Bakanlar Kurulunda paylaşmasına benzer bir öneriden söz edilmektedir. Siyasal iktidarın tasarı ile getirmeyi amaçladığı bu yaklaşım, demokratik çoğulculuğu değil, ele geçiremediği yönetimlerde kriz yaratma gayretlerinin sonucudur. Baro yönetimlerine özgü bir katılım mekanizmasının işletilmesindeki eksiklikten söz edilmekte ise o takdirde, İstanbul Barosu tarafından “gayriresmi” olarak gündeme getirilerek fiilen işletilen Baro Meclisi benzeri yapılanmaların yasal zeminde dayanağa kavuşturulması tartışılabilir.

İstanbul Barosunun 2015 Haziran’ından sonra yoğunlaşan hendek savaşları, canlı bomba/kitle katliamlarıyla ilgili olarak gösterdiği tavrı “hukuk” cephesinden değerlendirir misiniz?

Türkiye’nin güneydoğusunda yaşanan sorunlar, Ortadoğu’da yaşanan ve Türkiye’yi yakından ilgilendiren savaş, ABD emperyalizminin bu coğrafyaya özgü özlemleridir. Emperyalistlerin yaşadığımız coğrafya üzerinde besledikleri emelleri, BOP adı altında yaşama geçirmeye çalıştıkları bir sır değildir. Bu oluşum eşbaşkanına kadar da bellidir. Yaşanan tüm gelişmelere öncelikle bu çerçeveden bakıyoruz. Bu çerçevenin bir uzantısı olarak da, öteden bu yana, ülke bütünlüğüne kıskançlıkla sahip çıkıyoruz. “Barış” gibi özgün kavramları, elinde silahla savunanlara en küçük bir inanç beslemiyoruz. Silahların susması gerektiğini, barışın ön koşulu olarak görüyoruz.

Türkiye Barolar Birliği

Türkiye Barolar Birliği’nin faaliyetlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye Barolar Birliğinin faaliyetleri için ön koşullu bir destek ve/veya ön koşullu bir köstek içinde değiliz. Bütün meslek kuruluşlarımızla, o arada –hangi görüşten olursa olsun – Barolarımızla ilgili karşılıklı sorunlarımızı kendi içimizde çözümlemek ve söyleyeceklerimizi de var olan platformlarda söylemek gibi bir ilke edindik. Ancak, kamuya yansıyan konularda (saray ziyareti/adli yıl açılışı vb) görüşlerimizi basın yoluyla açıkça dile getirdik. Zaman zaman TBB ile farklı bir çizgide bulunmakta oluşumuz, her iki kurumsallığın da farklı hükmi şahsiyetler olduğunun kabul edilmesi suretiyle doğal karşılanmalıdır. Ancak, TBB’nin meslek sorunlarının giderilmesi bağlamında bir “çatı kuruluşu” olarak, giderek önemli bir işlev yükümlendiğini ve bu işlevini de Sosyal Yardım ve Dayanışma Fonu çerçevesinde etkin kullanmakta olduğunu tespit ediyoruz. Bu fonun güçlenmesinin Barolara da katkı vereceğini, özellikle yakın gelecekte bu katkının sadece Barolar için değil, avukatlar için de bir değer ifade edeceğini gözlemliyoruz. Bu amaçla, TBB ile işbirliğini sıcak tutan bir algı içindeyiz.

Türkiye Barolar Birliği, 2014 yılında Avukatlık Kanunu değişikliği için mukayeseli bir çalışma yapmıştı. Bu tasarı önerisinde gördüğünüz sizce önemli (olumlu veya olumsuz değerlendirme olabilir) hükümler nelerdir?

TBB tarafından hazırlanan taslak, İstanbul Barosunun katkısını da taşımaktadır. Bu çalışmaya başından bu yana İstanbul Barosu adına katılmış olmam nedeniyle, tasarıdaki her tartışmayı sıcak biçimde yaşadım. O nedenle TBB tasarısını benimsediğimi belirtmem gerekir. Bu tasarının avukatlık mesleği açısından bir “devrim” sayılabilecek değişiklikler içerdiği iddiasında değilim. Ancak önemli iyileştirmeler içerdiği kanısındayım. Bu açıdan bir “reform” olarak nitelendirmek mümkündür.

Bu noktada tartışılması gereken asıl konu, Hükümetin tasarısıdır. Bakanlıkta kurulan ve adına Bilim Komisyonu denilen komisyon tarafından TBB temsilcisinin de katılımıyla eş zamanlı hazırlanan taslak, Bakana sunulduğu andan itibaren bambaşka bir şekil almıştır. Bilim Komisyonu Başkanı Prof.Dr.Muhammed Özekes, kendileri tarafından hazırlanan taslağın Bakana sunulmasından sonra aldığı yeni şekli görerek, “ben bu tasarıyı sahiplenmiyorum” diyebilmiştir. Mevcut hükümleri ve o hükümlerin doğurduğu koşulları mumla aratan bir tasarıdan bahsediyoruz. Bakan değişikliği ile bu tasarının da değiştiği ve şimdi komisyon ihtiyacı da duyulmadan hakim ve savcılar tarafından Avukatlık Yasa Taslağı hazırlanmakta olduğu doğruysa, bizi bekleyen yeni tehlikeler karşısında tavır belirlemek gerekmektedir. Bizim tavrımız açıktır.

Hükümetin hazırladığı taslakta TBB’nin oluşumu için dört yöntem öneriliyor. İ)Her baro iki delege ile temsil olur, ii)TBB baro başkanlarından oluşur, iii)TBB baro başkanları ve yönetim kurullarından oluşur, iv) Her baro genel kurulunun, avukat sayısına göre seçeceği delegelerden oluşur, Bu önerilerden hangisine sıcak bakıyorsunuz? Mevcut uygulama (iv) bendi olduğuna göre değişiklik arzusunun amacı sizce nedir? Bu modeller hangi sonuçlara yol açar?

Yukarıda işaret etmeye çalıştığım Hükümet tasarısının satır aralarından ve genel anlayışından, ilk okumada çıkarılacak en temel tespit, tasarının hedef olarak Baroları ve TBB’yi “hedef” kabul etmesidir. Meslekle ve onun sorunlarını çözümlemekle ilgili en küçük bir yaklaşımı olmayan bu tasarının kanunlaşması ile –nasıl olursa olsun- Barolar ve TBB, “ele geçirilmeye” çalışılmaktadır. Kendinden saymadığını, “ele geçirme” anlayışının Bakanlığı, Barolar üzerinde bir vesayet makamı olarak belirleme gayretine neden olduğu bir tasarıyı konuşuyoruz. Bu durum nedeniyle, Hükümet tasarısında konuşulacak pek çok nokta vardır.

Sorunuzla somutlaştırdığınız nokta da, vurgulamaya çalıştığım “ele geçirme” anlayışının somut bir örneğidir. 36500 avukatı temsil eden İstanbul Barosu ile önceki yıl 30 avukatı bularak yeni kurulan Kilis Barosunu eşit temsile layık gören ve bunu kendinden menkul özgün bir demokrasi algısı ile anlatan yaklaşımın önerisidir sorunuzun konusu. Yukarıda belirttiğim gibi, bu gerçekleşirse bir taşla iki kuş vurulmuş olacak, İstanbul Barosunun sayısal ağırlığından kaynaklanan temsil gücü kırılmakla kalmayacak, TBB de bu yolla “ele geçirilmiş” olacaktır.

Yargı-Hukuk

OHAL, KHK’ler ve bunların uygulanma biçimlerine dair görüşleriniz nedir?

15 Temmuz 2016 tarihi, bizim siyasal tarihimiz açısından bir dönüm noktasıdır. Öyle anlaşılmaktadır ki, hukuk tarihimiz açısından da bir dönüm noktası olacaktır. Zaten çok ciddi sorunları olan demokrasimize kalkışma ifade eden bu alçakça hareketin bütün sorumlularının hukuka teslim olması gerektiğini düşünüyoruz. Onların yıllarca esirgedikleri hukuku, onlardan esirgemeden adil yargılanma çerçevesinde yargıya hesap vermelerini sağlamalıyız.

OHAL ilanından itibaren yayımlanmaya başlanan KHK’larla ilgili olarak İstanbul Barosunun resmi web sitesine konu ile ilgili olarak 7 ayrı bildiri koyduk. Bu bildirilerin tümünün altını bir kez daha imzalıyorum. Sorunuzun en geniş yanıtı, bu 7 bildiride mevcuttur. Ancak, bu bağlamda çok önemli gördüğüm ve her yerde ısrarla vurgulamaya özen gösterdiğim iki hususu, burada bir kez daha dile getirmeyi ihtiyaç olarak görüyorum: Bunlardan ilki KHK’larla girilen sürecin geldiği son nokta itibariyle, darbe ile dikta arasına sıkıştırılmaya çalışıldığımızdır. OHAL kapsamını aşan ve bu bağlamda bile “olağanüstü” sayılacak düzenlemelerin getirilmekte olması, bizi darbeye karşı toplumsal mutabakatı giderek bozacak bir noktaya taşımaktadır.

Diğer yandan, KHK ile savunma hakkına getirilen sınırlamaların, ileride çok ciddi sonuçları olacağını tesbit ediyorum. Avukatın cezaevi görüşmeleri, KHK ile getirilen ve kelimenin tam anlamıyla “skandal” sayılması gereken bir noktayı ifade ediyor. Avukat/şüpheli görüşmelerinin bir görevli tarafından izlenmesi, kayıt altına alınması, belge alış-verişine olanak tanınmaması, tutanak tutulmasının engellenmesi, tutanaklara el konulması gibi örnekler, AİHS’nin 15. Maddesi çerçevesinde öngörülen kısıtlamalarla izale edilebilir türden bir uygulama değildir. Bu uygulama, daha soruşturma safhasında yargılama faaliyetinin sakatlanmasıdır. Bunun çok ciddi sonuçları olacaktır. Sadece bu nedenle bile AİHM’nin ihlal kararı vermesi sürpriz olmayacaktır. Şu cümlelerimin altını siz çizin lütfen: Bu uygulamayı KHK’ya koyup geçirenler, hukuksal bilgilerindeki eksiklerden kaynaklanan bir nedenle buna tevessül etmediyseler, yarın AHİM nezdinde FETÖ sanıklarının ihlal kararı almalarına zemin hazırlamaktadırlar.

OHAL ve KHK’larla ilgili diğer yakınmalarımız ve öngörülerimiz için web sitemizdeki görüşlerimizi,- tarihlerine de dikkat ederek- inceleyebilirsiniz.

Yargı ve hukukumuzun bugünü ve geleceği konusunda neler söylersiniz? Neler yapmalı?

34 yıldan bu yana yargı dünyası içinde bulunan bir avukat olarak, “bundan daha kötüsü olamaz” diye başlayan tümceleri çokça kurduğum zaman dilimlerini hatırlıyorum. Darbeleri ve onun hukuklarını da yaşamış olmama karşın, geriye doğru haksızlık yaptığım özeleştirisini verirken, bu kez çok kesin bir dille, “bundan daha kötüsü olamaz” diyorum. Artık eminim. Olamaz, çünkü zaten kamuoyu araştırmaları ile de belirlendi ki, yargıya güven %20’leri ifade ediyor. Toplumun adalet arama/bulma inancı hiç bu kadar düşmemişti. Hukuksuzluklar, yargı eliyle meşrulaştırıldı ve bu dip noktasına geldik.

Buradan çıkmamız gerekiyor. 3500 yargıç ve savcının görevden uzaklaştırılıp, önemli bir kısmının da tutuklandığı bir ülkenin yargısının yeniden “kurulmasından” söz ediyoruz. Bu kurulumun sağlanmasında çok ciddi felsefi temelli nakıselerimiz var. Özellikle kurulumu yapmasını beklediğimiz sorumluların, yazılımlarını değiştirmeleri gerekirken, aynı işletim sisteminde bile direndiklerine tanık oluyoruz. Bu yaşananlar, siyasal islam teorilerinin siyasal iktidar açısından çöktüğünü göstermektedir. Parlamento çoğunluğunu oluşturan parti henüz bunun farkında değildir.

Hepimiz bilmeliyiz ki, kendi şeyhini mehdi zanneden tek cemaat de FETÖ değildir. Yargıyı cemaatlere teslim etmeyi “erk ele geçirme” olarak algılayanların, şimdi cemaat değiştirerek kurulum sağlayacaklarını sanmaları geleceğin biçimlendirilmesindeki kaygılarımızdır. Bu nedenle, bütün meslektaşlarımızı bu alanda ciddi bir mücadele bekliyor. Bıkmadan usanmadan, bedelini de göze alarak, hukuk devletinde idealize ettiğimiz değerlere ulaşma mücadelesi vermeliyiz. Önümüzde böyle bir dönem var. Bir tek şey istiyor: Mücadele azmi ve akılcılık… Onun için seçime girerken “Kaldığımız Yerden Devam” dedik.

KAYNAK: HUKUK POLİTİK