Türkiye’nin yargı sistemi; kuvvetler ayrılığı, yargıçlık teminatı, yargı güvenliği ve bağımsızlığı, dolayısıyla hak arama hürriyeti, masumiyet karinesi, doğal yargıç ilkesi ve dürüst yargılanma hakkı, hukuk devleti ilkelerinin yürütme organı tarafından sistematik ve sansasyonel bir şekilde ihlal edilmesi sonucunda işlevsiz hale getirilmiştir.

Bilindiği üzere, İstanbul 29.Asliye Ceza Mahkemesi Yargıcı Metin Özçelik’in hakimin reddi taleplerinin kabulüne ilişkin kararı ile İstanbul 32.Asliye Ceza Mahkemesi yargıcı Mustafa Başer’in tahliye yönündeki kararlarının ardından, haklarında başlatılan kuşatılmış yargı süreci sonucunda yargıçlar, siyasi iktidar tarafından -deyim yerindeyse- esir alınmışlardır.

Esir yargıçlar ve kuşatılmış yargı hallerinin somut delilleri:

  • 24.04.2015 tarihli reddi hakim talebinin kabulü yönündeki kararın ardından Çağlayan Adliyesinde müfettiş görevlendirilerek usulsüz olarak inceleme başlatılması,

  • Yargıç Mustafa Başer gerekçeli kararını yazdırırken katiplerinin ve kalem personelinin gerek müfettiş gerekse Başsavcılık tarafından ifadeye çağrılmaları, sürekli telefonla aranmaları,

  • Müfettiş ön raporunun HSYK 2.Dairesine sunulması, HSYK 2.Daire üyelerinin dosyayı fiilen görme ve inceleme hakları dahi kullandırılmadan sadece müfettişin ön raporuna dayanarak, HSYK 2.Dairesinin 27.04.2015 tarihinde usulsüz olarak ve yargıçlara savunma hakları kullandırılmaksızın görevden uzaklaştırma kararı verilmesi,

  • HSYK 2.Dairesi bir karar vermeden önceki saatlerde yürütmenin başının “HSYK geç bile kaldı” şeklinde açıklamada bulunması,

  • Yargıçların açığa alınması kararının hemen ardından HSYK 2.Daire Başkanının cevap olarak “Geç kaldık, özür diliyorum” şeklinde beyanda bulunması,

  • Belirtilen tarihlerde hükumet sözcüsü ve Başbakan yardımcısının “Bu ne cüret!” şeklindeki değerlendirmesi,

  • Yargıçlar hakkında usulüne uygun olarak verilen bir soruşturma izninin olmaması, bu kararlara karşı yeniden inceleme ve itiraz haklarının kullanılamaması, en vahimi ise 21.01.2016 tarihli duruşmanın devamı sırasında yargıçlar hakkında ihraç kararı verilmesi ile yürütmenin yargı üzerindeki tahakkümünün ve baskısının ağırlığı ortaya çıkmaktadır.

6545 Sayılı Yasaya Dayanılarak Yargıçların Verdiği Kararların “Yok Hükmünde” Sayılması

Asliye ceza mahkemesi kararları, sulh ceza hakimlikleri tarafından verilen kararlarla “YOK HÜKMÜNDE” sayılmıştır. Kararın gerekçesinde ise aynen şu ifadelere yer verilmiştir: “6545 sayılı yasa ile getirilen yasal düzenlemelere göre usul ve esas yönünden açıkça yasal mevzuatımıza aykırı olduğu, hukuken geçersiz, uygulanabilirliği olmayan ve mutlak butlan veya diğer bir anlatımla yok hükmünde olan ve bu nedenle bu karara istinaden yapılacak işlemlerinde tamamen hukuka aykırı olduğu anlaşılan karara ilişkin olarak aşağıdaki karar verilmiştir.”

Böylece ceza yargılamasında ve terminolojisinde yer almayan “yok hükmünde” terimi sırf yargıçlar tarafından verilen kararları bertaraf etmek amacıyla tüm hukuk kurallarına ve terminolojisine aykırı olarak türetilmiştir. Bir mahkeme kararının “yok hükmünde” ve “mutlak butlan” şeklinde nitelendirilmesi kadar sakıncalı hatta tehlikeli bir hukuki yorum olmasa gerek. Çünkü yargı üzerindeki baskı ve tehditler ile yozlaşan hukuk dilinin elbette ki uygulamada da bir yansıması olacaktır. Bu yansımalar ise şunlardır:

  • Öncelikle bir mahkeme kararının, yok hükmünde, mutlak butlan şeklinde işlem teorisine ilişkin hukuki kavramlarla açıklanmaya, tanımlanmaya çalışılması mümkün değildir. Kaldı ki, “yokluk” ve “mutlak butlan” şeklinde tanımlanacak işlemler hukuk yargısına ilişkindir; ceza yargılamasına ilişkin değil. Sulh ceza hakimliklerinin salt verilen mahkeme kararlarını bertaraf etmeye yönelik türettikleri bu gerekçeler esasında durumun vahametini ve ciddiyetini ortaya koymaktadır. Çünkü kullanılan bu dil bir hukukçu dili olamaz; öyle ise kimin dilidir? Yargıçların esir alındığı ilk günden bu yana savunula gelindiği üzere, hukuk dilindeki bu yozlaşma ve kavram kargaşası, hukuk kültüründe meydana gelebilecek erozyonun ve örselenmişliğin, hukuk sisteminde ise bir kuşatmanın ve nihayetinde bir çöküşün habercisidir.

  • Bir mahkeme kararı ya hukuka uygundur, karar infaz edilir ya da hukuka aykırıdır ve “itiraz, temyiz ve yazılı emir yoluyla bozma” şeklindeki hak arama enstrümanları kullanılarak hukuka aykırılık bertaraf edilir.

  • Bir mahkeme kararının tanınmaması, yok sayılması Anayasamızın “Mahkemelerin Bağımsızlığı” başlığı altında düzenlenen 138.maddesinin doğrudan ihlalidir. Çünkü ilgili hüküm: “Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir surette değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.” şeklinde düzenlenmiş olduğundan 6545 sayılı yasa uygulamasıyla Anayasayı ihlal suçu işlenmektedir.

  • Sulh ceza hakimliği kararı ile asliye ceza mahkemesinin kararlarının tüm sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılması söz konusu olamayacağı gibi yine ilgili yasa gereği sulh ceza hakimliklerinin kararlarına karşı iç denetim mekanizmalarının işletilememesi Anayasa ve AİHS’nin 6.maddesinin ayrı birer ihlalidir.

  • 6545 sayılı yasanın ceza yargılaması ilkeleri ve hukuk sistemine aykırı bir yasa olduğu açıktır. Modern hukuk sistemine aykırı 6545 sayılı yasanın 10. ve 11. maddelerine bakıldığında bile sulh ceza hakimlerinin reddinin CMK m.27’ye göre yapılacağı ve Anayasanın 6. Maddesi gereğince asliye ceza mahkemelerinin reddi hakim talebi hususunda yetkili ve görevli olduğu YORUMA YER BIRAKMAYACAK ŞEKİLDE açıktır. 6545 sayılı yasanın 48. Maddesi ile 5235 sayılı yasanın 10. maddesi değiştirilmiştir. Buna göre 5235 sayılı yasanın 10. maddesinin ilk cümlesi aynen;

Madde 10- (Değişik: 18/6/2014–6545/48 md.)

Kanunların ayrıca görevli kıldığı haller saklı kalmak üzere, yürütülen soruşturmalarda hakim tarafından verilmesi gerekli kararları almak, işleri yapmak ve bunlara karşı yapılan itirazları incelemek amacıyla sulh ceza hâkimliği kurulmuştur”.

şeklindedir. 6545 sayılı yasa, ceza hukuku pratiğine ve sistematiğine uymayan, yapay ve iptale ya da tümden değişime mahkum bir mevzuattır. Çünkü bu yasa bir tepki yasası olarak yürürlüğe konulduğundan, amaç hasıl olduğunda kendiliğinden sistem dışı kalacaktır.

Yasa ve Kılıç Teoremi

Yasalar iktidarın en önemli enstrümanı, yürütmenin iktidarının meşruiyet kaynağıdır. Bu nedenle ilk çağdan bu yana YASA=KILIÇ teoremi benimsenmektedir. Lakin hukuk tüm bunlardan bağımsızdır.

  • Anayasa hukukunun “yasa” tanımı: Soyut, genel-geçer, objektif, kişilik dışı kurallar bütünü olduğu halde kişiye özel ve en önemlisi yürütmenin başının beyan ettiği üzere “operasyon başlatmak” amacıyla ve bu operasyonu en etkin ve hızlı biçimde sürdürmek kastıyla yürürlüğe konulmuş olmasının hukuken kabul edilir yanı yoktur. Bu “yasama-yürütme” faaliyetleri adı altında yürütülen operasyonel faaliyetlerin hukuk katliamından başka bir şey olmadığı ve yürütülen bu operasyonların doğrudan doğruya yargı istemine, yargı bağımsızlığına ve yargıçlık teminatına yönelik olduğu su götürmez bir gerçektir.

  • Yürütmenin “operasyon birimi” olarak yetkilendirilmiş sulh ceza hakimliklerinin hiçbir üst denetim mekanizmasına tabi olmaksızın kişilerin temel hak ve özgürlükleri, mülkiyet hakları, iletişim hak ve özgürlükleri ile ilgili insan hakları hukukunda birinci kuşak haklar olarak tasnif edilen yaşamsal haklara ilişkin karar vermeye yetkili tek ve denetimsiz makam olarak yetkilendirmeleri de ayrı bir insan hakları ve hukuk ihlalidir. Dolayısıyla 6545 sayılı yasanın yargının kuşatılabilmesi için kullanılan bir “iktidar kılıcı” olduğunu ileri sürmek hiç de abartılı bir tanımlama olmasa gerek.

İşin en ilginç yanı yargıçlar tarafından verilen ve “yok hükmünde” olduğu iddia edilen kararlara karşı gerekli yasal prosedür işletilmediğinden yargılama konusu yapılan reddi hakim ve tahliye kararları hala hukuken geçerliliğini korumakta ve hukuk aleminde bir anlam ve değer ifade etmektedir. Ya diğeri? Onlarsa kendi deyimleriyle “yok hükmünde ya da yürütmenin hükmünde” olsa gerek(!)

Kırılma Noktası

Sıralanan hak ihlalleri ile 2802 sayılı yasanın 85., 88., 89. maddelerinde belirtilen usul ve esaslara aykırı bir şekilde yürütülen soruşturma aşamasındaki ihlaller bunlarla da sınırlı kalmamıştır. Yargıçların savunma haklarının kısıtlandığı gibi hukukun temel prensipleri ve evrensel hukuk normlarına da aykırı davranılmıştır.

Şöyle ki, HSYK 1.Dairesinin 12.02.2015 tarihli kararında açıkça:

Sadece kovuşturma aşamasındaki davalara, bir adliyede ikiden fazla ağır ceza mahkemesi bulunuyor ise o yer 2. Ağır Ceza Mahkemesi görevli ve yetkilidir” denilmektedir. Söz konusu HSYK 1. Dairesi 12.02.2015 tarihli kararı okunduğunda hiçbir şekilde soruşturma kelimesi bile geçmemektedir. Kaldı ki soruşturma aşamasında ihtisas mahkemesinin görevli ve yetkili olması CMK m.23/2’ye de aykırıdır.

2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu mad 88 gereğince “Ağır ceza mahkemesinin görevine giren suçüstü hâlleri dışında suç işlediği ileri sürülen hakim ve savcılar yakalanamaz, üzerleri ve konutları aranamaz, sorguya çekilemez”. Aynı kanuna göre “ilgilinin yargı çevresinde bulunduğu ağır ceza mahkemesine en yakın ağır ceza mahkemesi” yani Bakırköy NÖBETÇİ Ağır Ceza Mahkemesi yetkili ve görevli iken Bakırköy 2.Ağır Ceza Mahkemesi tarafından tutuklama kararı verilmesi hem 2802 sayılı yasaya açıkça aykırıdır hem de “Doğal Yargıçlık” ilkesinin açık ihlalidir.

Hukuka aykırılıklar silsilesi de böylece başlamıştır. Çünkü soruşturmanın bu aşamasına kadar bir takım hak ihlallerinden söz edilebilirken yargıçların görevli ve yetkili olmayan bir mahkeme tarafından “tutuklanmaları” hukuk terminolojisi ve teknik bakımından “tutuklama” olarak nitelendirilemeyeceğinden burada yargıçların alıkonmalarından, hürriyetlerinin tahdit edilmesinden veya “esaretlerinden” bahsetmek mümkündür; ancak asla “tutuklamadan” değil. Bir devlet düşünün ki kendi koymuş olduğu yasalara uymasın ve uygulamasın; hukuka aykırı ve yasa dışı yetkilendirmeler ile yasa ve usul hükümlerine ilişkin açık ve ağır ihlallerle uygulatmasın ve tüm bunlar “hukuk devleti ilkesi” ile bağdaşsın.

En temel hukuk prensibi ve insan hakları savunusu ile dürüst yargılanma hakkı ilkelerinin temel görünümü niteliğindeki “doğal yargıçlık” ilkesinin ihlali, esasında yargıçların yargılanmaları sürecindeki bir kırılma noktasıdır. Çünkü temeli hukuka aykırı olan bir karar üzerine veya ona dayalı olarak verilen diğer tüm kararların da hukuka aykırılık teşkil edeceğini belirtmek mümkündür. Tıpkı “tutukluluk hallerinin devamı” yönünde verilen kararlarda olduğu gibi. Bu sebeple yargıç yargılamalarında verilen “esaretin devamı yönündeki kararlar” hukuk devleti, doğal yargıç ve dürüst yargılanma hakkı ihlalinden başka bir şey değildir.

Yasal düzlemden çıkma ve hukuk ekseninden kayma olarak nitelendirilebilecek bu durumun, hukuk dünyasında ve kamuoyunda, kamunun adalet duygusunun zedelenmesi ve yargıya olan güvenin sarsılması şeklinde sancılı yansımaları olmuştur. Nitekim Bakırköy 2.Ağır Ceza Mahkemesi tarafından verilen Yargıç Metin Özçelik’in esaretine ilişkin karar henüz kendisinin yüzüne karşı açıklanmadan iki saat önce, karar mahkemesinin başkanının üye olduğu Whatsapp grubunda, Bakırköy 4.Sulh Ceza Hakimliğine ait bir sorgu tutanağının paylaşılması ve gelen tepkiler üzerine mahkeme başkanının bu paylaşımın kendisi tarafından değil, üye hakim tarafından yapıldığını iddia etmesi ise kelimenin tam anlamıyla hukuk skandalıdır. Bu skandal kamuoyunun yargıya olan güvensizliğini biraz daha pekiştirmiş, onarılması güç derin yaralar açmıştır.

Benzer şekilde Yargıç Mustafa Başer ve Yargıç Metin Özçelik’in soruşturma işlemlerinin beş ayrı mahkeme tarafından yürütülmesi:

  • Esaretlerine ilişkin kararın Bakırköy 2.Ağır Ceza Mahkemesi, kısıtlama kararının İstanbul 6.Sulh Ceza Hakimliği, kısıtlama kararına karşı yapılan itirazın İstanbul 7.Sulh Ceza Hakimliği, Bakırköy 2.Ağır Ceza Mahkemesi’ne yönelik reddi hakim talebinin Bakırköy 3.Ağır Ceza Mahkemesi, “esaret” incelemesine ilişkin itirazların ise İstanbul Anadolu 2.Ağır Ceza Mahkemesi tarafından karara bağlanması, soruşturma aşamasında görevli ve yetkili mahkemenin belirlenmesinde tam anlamıyla bir kaos yaşanmasına sebebiyet vermiştir.

  • Yargısal kuşatılmışlığın bir diğer görünümü ise dosyada “kısıtlama kararı” olmadığı halde savunmaya dosya örneğinin verilmemesinde yaşanmıştır. 5 Mayıs 2015 tarihli dosya örneği alınması talebinin dosyada kısıtlama kararı olmadığı ve kısıtlama kararı 11 Mayıs 2015 tarihinde verildiği halde “dosyada kısıtlama kararı” olduğundan bahisle reddedilmesi ve sonradan verilen kısıtlama kararının ise savunmanlardan gizlenmesi, kısıtlama kararını veren yargıcın talebi içeren dilekçenin üzerine “Başsavcı vekilinin değerlendirmesi ile talebin reddine” şeklinde not düşerek karar vermesi de yargıç soruşturmalarında görülen sayısız savunma hakkı ihlallerinden biridir.

  • Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesinin 18/11/2015 tarihli son soruşturmanın açılması kararı “görevsiz ve yetkisiz” mahkemece verildiğinden iş bu mahkeme kararına istinaden Yargıtay 16. Ceza Dairesinde kovuşturma yürütülmesi ve davaya devam edilmesi de hukuka açıkça aykırıdır. Yargıtay 16. Ceza Dairesinin kovuşturmanın başından beri yaptığı işlemler gibi bundan sonra yapacağı her türlü işlem ve vereceği kararlar da temelsiz ve hukuka aykırı olacaktır. Zira ortada hukuka ve yasaya uygun açılmış bir dava yoktur.

Yargısal Kuşatmanın Diğer Yargı Mensuplarına Sirayeti

Yargısal kuşatma yargılananlar kadar, doğal ve kaçınılmaz olarak yargılayanları da etkilemiştir Yargılanan meslektaşlar lehine mütalaa veya karar veren savcı-yargıç tüm yargı mensupları ya yetki kararnamesiyle ilke kararlarına ve ilgili yönetmeliğe aykırı olarak doğu illerine sürülmüş ya ağır ceza mahkemelerindeki yetkilerine son verilerek iş mahkemelerinde yetkilendirilmiş ya da kamuoyunda 49’lar platformu olarak anılan açığa alınan yargıçlar listesine eklenmişlerdir. Hal böyle iken “yargı bağımsızlığından” ve “yargıçlık teminatından” söz etmek imkansız hale gelmiştir.

Yürütmenin yargıyı bu denli tahakküm altına alması nedeniyle HSYK’nın yargıç ve savcıları koruması, önlerinde adeta bir kalkan işlevi görmesi gerekirken bilakis kuşatma sürecini hızlandırması, olağan ve hukuk dışı uygulamalarıyla yürütmenin amacına hizmet eder bir halde sanki onun doğal bir organıymış gibi hareket etmesi hiçbir demokratik hukuk devletinde karşılaşılacak bir durum değildir. Ayrıca siyasal kutuplaşma, yargıya da sirayet etmiş, yargıçlar arasında beliren -belirlenen- derin ve keskin görüş ayrılıkları, siyasal kimliklerinin yargısal kimliklerinin önüne geçmesine hatta yargısal kimliklerinin yozlaşmasına ve en nihayetinde yok olmasına neden olmuştur. Dolayısıyla yürütmenin yargı üzerindeki yoğun ve sistematik baskısı ile ötekileştirme politikaları, yargı dünyasında korku ve panik yarattığı kadar yargı mensuplarının birbirlerine yabancılaşmasına da neden olmuş, bu da yargı çevresindeki dayanışma ve direnç mekanizmalarını işlevsiz hale getirmiştir.

Esaret Girişimine Karşı Savunmanın İsyanı

Yargıçların verdikleri kararlar nedeniyle esir alındığı ve yargının kuşatıldığı bir ortamda savunmanın bağımsızlığından da söz etmek mümkün değildir. Dolayısıyla Yargıç Mustafa Başer ile Yargıç Metin Özçelik’in yargılamalarının her aşamasında savunma da bu esaretten payına düşeni almıştır. Bunlardan bazıları:

  • Dosyada kısıtlama kararı olmadığı halde dosya örneğinin savunmanlara verilmemesi,

  • Duruşma sırasında usule ilişkin talepleri ileri süren savunmanların mikrofonlarının kapatılması, duruşma salonundan özel güvenlik marifetiyle atılmaya çalışılması,

  • Jandarmanın duruşma salonuna silahla girmesi,

  • Duruşma salonunda klasörlerin konulacağı bir masanın dahi bulunmaması, klasörlerin avukatların kucaklarında ya da yan koltuklarda tutulmasının önerilmesi, tüm sanık ve savunmanları tarafından tek mikrofon kullanımı, Segbis kaydı yapılabildiği halde yaklaşık bir saatlik tartışmanın ardından Segbis’in kerhen açılması, duruşma zaptının monitörle takibi talep edildiğinde bu hizmetin barolar tarafından verildiği, mahkemenin bu imkanı sağlamak zorunda olmadığı ileri sürülerek savunmanın öncelikle fiziki şartlarla sınanması, zorlanması ve savunma hakkının kullanımının fiziki olarak kısıtlanması,

  • Savunmanın esasını etkileyecek ve ilk derece mahkemesi tarafından verilen –özellikle yargıçların “esaretlerinin” devamı yönündeki- kararı doğrudan etkileyecek olan usule ilişkin taleplerin, yargılamayı uzatmaya yönelik olduklarından bahisle tümden reddedilmesi, üstelik Anayasamızın 141.maddesi gereğince anayasal bir hak olan gerekçeli karar hakkının ihlal edilmesi,

  • İleri sürülen hemen her talebin gerekçeli bir şekilde karşılanması ve karara bağlanması bir yana her talebin, duruşma disiplini ve savunma sınırının aşılmaması yönündeki uyarılarla geçiştirilmesi,

  • AİHM’in belirlediği en önemli kriterlerinden biri olan “effective defence-etkili savunma” ilkesinin her uygulanışında “yargılamayı uzatmaya ve yargılama faaliyetlerinin engellenmesine sebebiyet verilmesi” söylemleriyle savunmanın etkili savunma yapma hakkının kullanımının engellenmesi ve savunma üzerinde baskı kurulmasıdır.

Müvekkilleri esaret altında olan savunmanların yargılamanın uzamasına sebebiyet verme amacı taşımalarının iddia edilmesi trajikomik bir durum. Tragedya “esarette” komedi ise iddia ve savunmada saklı.

Görünürde” savunmaya yönelik daha bir çok ihlal sıralanabilir. Ancak ne masa ne sandalye ne de mikrofon; müvekkilin savunmasını yaptığı anlarda yargılama faaliyetini yürüten bir kısım yargıçların meslektaşlarını yargılarken yüzlerinde beliren müstehzi bir gülümseme ve küçümseyen, kibirli bir bakış kadar acıtmaz savunmanın canını. Görünürde dahi olsa sağlanamayan bağımsızlığın ve tarafsızlığın yargılama faaliyetine yansıyacak etkisi ve sonucu adeta bir hançer gibi saplanır savunmanın kalbine. İşte o an yargı bağımsızlığına ve yargıçlık teminatına ilişkin öyle bir sızı başlar ki insanın içinde bu ilkeler hayat bulmadığı sürece dinmeyecek bir sızı. Ne gariptir ki bu ilkelere olan inanç, belki özlem, istek, belki de tutku daha bir artar, pekişir ya da kamçılanır savunmanın zihninde karşı konulamaz bir biçimde. Çünkü savunma bilir ki yargı bağımsızlığı, yargıçlık teminatı ilkeleri etkin bir şekilde uygulanmadığı sürece “savunmanın bağımsızlığından” da söz edilemez. Bunun dışında yürütülen tüm savunma faaliyetleri de yargısal bir tiyatroda savunmana biçilmiş bir rol ya da sanrıdan başka bir şey olamaz. Diğer bir deyimle, savunma faaliyeti önceden izlenmiş acıklı bir filmin sonunun bilinmesinin ve buna rağmen her defasında aynı veya aynıya yakın iç ezikliğini hissetmenin ötesine geçemez. Kuşatılmış yargı ve katledişmiş hukuka ilişkin tüm bu haller bazen de savunmanın iç dünyasında ölmüş de yukarıdan kendisine bakıyormuş izlenimi uyandırır. Öyle ya, aslında tüm benliği, prensipleri ve savunduğu argümanlarla hiç var olmadığı ve yok sayıldığı bir ortamda dış dünyaya akseden bir siluetten ibarettir savunma. Belki de sadece bir gölge, bir izdüşüm ama asla maddi bir varlık değil.

Hukuk ve Anka Kuşu

Dolayısıyla yargı kuşatıldığında ve hukuk katledildiğinde “esaret”, hem yargılanan yargıçların hem yargılama faaliyetini yürüten yargıçların hem de savunmanın payına düşendir. Layıkları mıdır? Buna geliştirdikleri tepkilerle veya tepkisizlikleriyle en başta tüm yargı mensupları ve nihayetinde yargılama faaliyetini yürüten yargıçlar karar verecektir. Bu, belki hayatlarının en zor kararı olacak, kimbilir belki de kendi kaderlerine imza atacaklardır. Çünkü meslektaşları üzerinden asıl yargıladıkları bizzat yargıçlık mesleği, yargıçlık vicdanı ve yargıçlık mesleğinin itibarıdır.

Hukuk siyasetin üst yapı kurumu olduğundan hukuksal düzlemde meydana gelen her durumun siyasal düzlemde de bir sonuç yaratacağı -veya tam tersi- diyalektiğinden, bu karşılıklı ve kaçınılmaz etkileşimden hareketle yasal ve siyasal düzlemde sıfır noktasına gelinebilmesi için yargı üzerinden yürütülen siyasal hesaplaşmalarda doyma noktasına ulaşılmalıdır. Başka bir ifadeyle “katledilmiş hukukun” ve yanan hukuk sisteminin ardından, kalan küllerinden yeniden doğacak pür “yargı bağımsızlığı”, “yargıçlık teminatı” ilkelerine dayalı bir “hukuk devletine” dönüşmek mümkün olabilir, tıpkı bir Anka Kuşu gibi…