Son zamanlarda “çevre suçları”ndan epey sık sözedilir oldu. Örneğin geçen yazın başında Türkiye’deki çevreciliğin önde gelen isimlerinin katıldığı bir panelde, “çevrenin çöpten, çevreciliğin de çöp toplamaktan ibaret olmadığı” vurgulandıktan sonra, çevrecilik düşüncesinin ufkunun genişletilmesi gerektiği üzerinde duruldu. Bunun da bir parçası olarak, “çevre suçu kavramının geliştirilip hukuk düzenine entegre edilmesi gerektiği” savunuldu (Cumhuriyet, 14 Haziran 1994). Gerçekten de, Türkiye’deki çevreciliğe hukukî bir zemin kazandırma zamanı çoktan geldi de geçiyor bile. Bu gecikme, “insan hakları” kadar, “çevre”nin ya da “doğa”nın hakları için de aynen geçerli. Çünkü bu haklar, insan haklarından sonra gelen bir şey değil. Doğa haklarıyla ilgili her türlü çaba ve girişimin, Türkiye’de bugün insan hakları için verilen kıyasıya mücadelenin dışında, ertesinde değil, içinde, hattâ tam da göbeğinde yeralması gerektiği ortada.

Ancak gerek doğa haklarının, gerek bu haklardan türetilebilecek çevre suçlarının, geliştirilip de hukuk sistemine entegre edilmesi şöyle dursun, ilk etapta tanımlanması bile bazı ciddî güçlükler içeriyor. Burada işte bu güçlükler üzerinde durmak istiyorum. Fakat bu yazının sınırlı çerçevesinde sözkonusu güçlükler etrafında dönen uzun tartışmalara giremeyeceğim için, hiç değilse bu güçlüklerin varlığına işaret eden bir öyküyü aktarmakla yetineceğim.

Öykü, Amerika’da olmuş bir mahkeme ile ilgili. Bilindiği gibi, Amerika’nın kamu hayatında mahkemelerin ayrı bir önemi vardır. Bu nedenle de Amerika’nın edebî ve politik literatürü mahkeme öyküleriyle doludur. Hele son zamanlarda neredeyse tek bir Amerikan filmi yoktur ki, duruşmasız geçsin. Amerika’da mahkemeler, kötüyle iyinin çarpıştığı pitoresk tiyatrolar, evrenselle tikelin buluştuğu küçük parlamentolardır. Büyük siyasî hareketler çoğu kez oralarda filiz verir, gün ışığına çıkarlar. Anlatacağım öykü de, işte bu türden bir mahkeme hakkında. Genellikle simgeleşmiş şekilde “ağaç davası” diye anılan bu olay, Amerika’daki çevrecilik hareketinin kilometre taşlarından biri sayılır.

AĞAÇLAR MAHKEMEDE

1970 yılında Amerikan Orman İdaresi (The US Forest Service), Nevada dağlarının bağrında gizli kalmış güzel vadilerden birini “geliştirmesi” ve imara açması için Walt Disney şirketine izin verir. Şirket, bu izinle “Mineral King” adıyla bilinen bu vahşi vadide, Disneyland’i model alarak yüz milyonlarca dolarlık bir yatırımla lokanta ve otel zincirleri, oyun ve eğlence merkezleri inşa edebilecektir. Böyle bir yapılaşma hareketinin ise, her şey bir yana, vadinin sınırları içinde kalan bir yığın ulu ağacın yok edilmesine ve el değmemiş ormanların büyük yara almasına yolaçması kaçınılmazdır. Bugün de gücünden pek bir şey kaybetmemiş olan dönemin seçkin ve etkili çevre örgütü Sierra Kulübü, bu tehlike karşısında davranmakta gecikmez ve Disney projesinin “Mineral King”in doğal ve estetik dengesini bozacağı gerekçesiyle, Orman İdaresi’nin verdiği iznin iptali için derhal dava açar. Fakat mahkeme, iptal istemini reddeder: Orman İdaresi’nin izin kararını doğru bulduğu için değil, Sierra Kulübü’nü böyle bir davada taraf görmediği için. Zira mahkemeye göre, iptali istenen projenin, Sierra Kulübü’nün ve üyelerinin menfaatlerini doğrudan doğruya zedeleyen bir yönü yoktur. Bu kararın Amerikan hukuk sisteminin mantığına uygun olduğu açıktır, çünkü bu sistemde ana fikir her ne türden olursa olsun kişilere ait menfaatleri korumaktır, soyut değerleri değil.

Girişimi sonuçsuz kalınca, Sierra Kulübü çevreci olarak tanınan Christopher Stone adında bir profesörden mahkemeye sunmak üzere “çarpıcı” bir rapor hazırlamasını ister. Üniversitede radikal ekoloji dersleri veren biri için bu hiç de zor bir iş değildir. Stone hemen kolları sıvar ve sıkı bir rapor döşenir. Daha sonraları çok yankı uyandıran bir kitaba dönüşecek olan bu raporda Stone, ağaçların ve ormanların yanısıra nehirlere, denizlere, okyanuslara ve çevremizde “doğal” diye nitelediğimiz canlı-cansız tüm nesnelere düpedüz bazı yasal haklar tanınmasını savunur – Amerikalıların deyimiyle, öyle kuyruğundan ayaklarından falan değil, doğrudan doğruya kafadan, boynuzlarından yakalar öküzü… Stone’un burada taktiği bellidir: Mineral King’in imara açılma izninin Sierra Kulübü’ne doğrudan zarar verdiğini kanıtlamak ne kadar güçse, bu iznin bizzat Mineral King’in kendisine vereceği zararı göstermek de o kadar kolaydır. Ama bu, Mineral King’in yasal haklara sahip bir özne, bir hukukî kişi olarak kabul edilmesini öngörür. Tabiî bunun etiyle kemiğiyle canlı, gerçek bir kişi olması gerekmez; tıpkı bir şirket gibi, tüzel bir kişi de olabilir. Mineral King’in kurtuluşu, bunun pekâlâ mümkün olabileceğine mahkemenin ikna edilmesine bağlıdır. Sonunda, mahkeme tamamiyle ikna edilemez, ama Stone’un taktiği de tamamiyle sonuçsuz kalmaz: Kaliforniyalı profesörün tezine toplam dokuz jüri üyesinden dördü aleyhte, ikisi çekimser, ama üçü de lehte oy verir. Bu demektir ki Mineral King –ve başlıca hazinesi o ulu ağaçlar– davayı yalnızca bir oyla kaybetmişlerdir…

TOPLUM SÖZLEŞMESİNDEN DOĞA SÖZLEŞMESİNE

Tahmin edileceği gibi, bu karar hukuk düzeninde ciddi bir çatlak yarattığı gibi, tam bir “skandal” olarak yaşanır. Ama Stone bu skandal karşısında hiç de yalnız kalmaz; aralarında bazı kalburüstü hukukçuların da bulunduğu önemli sayıda düşünür, ona destek verir. Gerçekten de, çok tartışmalı olmakla beraber, Stone’un tezi birtakım düşündürücü ve ikna edici argümanlardan yoksun değildir. Stone’a göre, “yasal haklara sahip olma”nın veya bunların “taşıyıcısı” olmanın üç koşulu vardır. Birincisi, bu niteliklere sahip bir varlığın kendi adına hukukî girişim ve eylemlerde bulunma imkânının olmasıdır. İkincisi, bir dava esnasında mahkemenin, bu varlığın bizzat kendine (sözgelimi, sahibine değil de bizzat kendine) yönelik bir zarar-ziyan olabileceği fikrini gözönünde bulundurabilmesidir. Üçüncüsü de, nihaî bir tazminattan bizzat bu varlığın yararlanabilmesidir. Stone’un bütün çalışması, ağaçların –ve diğer tüm doğal varlıkların– bu üç koşula sahip olduklarını madde madde gösterme çabası üzerine kuruludur. Tabiî vekilleri aracılığıyla temsil edilebilmelerinin kabulü şartıyla. Ki bu da, Stone’a göre, tüm hukukî özneler için geçerli bir pratiktir. Çevreci veya benzeri örgütler, ağaçların vekili olabilir; Stone, bu yönden daha da ileri gidip, ağaçlar için yasama düzeyinde bir tür nispî temsil sistemi bile öngörmekten geri durmaz!

Ne fantezi!” demek işten değil! Ama eğer bu bir fantezi ise, sonuçları hayli farklı bir fantezi. Çünkü alışılagelmiş anlamlarıyla fanteziler genelde özgül, somut bir çözüme ya düpedüz engel olurlar, ya da böyle bir çözümden kaçışı ifade ederler. Oysa burada fantezinin somut ve acil sorunların çözümüne aracılık ettiğini görüyoruz. Yukarıda aktardığım kıssanın başlıca hissesi de belki bu. Zira ortada çevreye ölümcül zararlar veren büyük “kirleticiler” var. Fakat bu zararların belirli özgül bireyler üzerindeki doğrudan etkisini saptamak çok güç. Üstelik, bazı zararlar mahalli hattâ ulusal sınırları da aşan, global etkilere sahip zararlar olduğu ölçüde, bunu yapmak büsbütün güçleşiyor. İşte doğrudan menfaat bağlantısının kurulamadığı böyle durumlarda, Stone’un tezi sözkonusu kirleticileri fiilen mahkeme önüne çıkarmaya olanak sağlıyor. Stone’un da bir yönüyle yapmak istediği tam budur. Kendi tezini zaman zaman bir “taktik”, bir manevra olarak algılamasının nedeni de budur. Yani Stone’un amacı hukuk sistemine yeni bir teorik veya ideolojik öge kazandırmaktan ya da ona bu tür bir ögeyle saldırmaktan çok, böyle yabancı bir ögenin yardımıyla belirli bir sorunu hukuk sistemi içinde çözmeye dönüktür. Kısacası, kimilerince şiddetle “fantezist” olduğu için eleştirilmesine karşın, ana motifi ve sonuçları hayli pragmatik olan bir düşüncenin ürünüdür Stone’un tezi.

Hoş, bu tezi salt dava kazanmak için geliştirilmiş bir manevra olarak değerlendirmek elbette mümkün değil. Tezin, varoluşsal ya da daha özgül ontolojik bir düzeyde bazı önemli uzantıları olduğu muhakkak. Bu düzeyde değerlendirildiğinde, Stone ağaçlara özne statüsü tanıma fikrini uzun bir demokratikleşme sürecinin son durağı olarak görme eğilimindedir. Ona göre, çocuklara, kadınlara, karaderililere, kızılderililere, hattâ mahpuslara, delilere ve hattâ ceninlere ardarda belirli haklar tanınmasından sonra, sıranın ağaçlara ve belki genel olarak doğaya da gelmesi, insanlık tarihinin gelişim çizgisinin mantıksal bir sonucudur. Stone’un nazarında, ağaçlara bugün kişilik hakları tanınması, 19. yüzyılda siyahlara hak tanınmasından daha “tasavvur edilemez” bir şey değildir.

Fakat Stone’un doğrusal bir gelişme çizgisi üzerinde bir durak saydığı aşamayı, bir kopuş olarak görmek de elbette mümkün. Nitekim, Stone’un kendinden de radikal bazı izleyicileri, konuya böyle bakmaktadırlar. “Derin ekoloji”nin kozmik derinliklerinden seslenen bu radikallere göre, bir ağaca hukukî planda “birey” muamelesi yapmak, yüzyıllardır tüm Batı dünyasının hukuk anlayışını belirleyen hümanizm geleneğini sorgulamayı ve onunla hesaplaşmayı öngörür. Bu hesaplaşmanın ise, insan denen varlığın “biyosfer” veya “ekosfer” ya da klasik deyimiyle “kozmos” içindeki gerçek yerine oturtulması ile sonuçlanması kaçınılmazdır: insan aslında evrendeki tek hukukî özne olmak şöyle dursun, özne sıfatını kazanabilecek sonsuz sayıda unsurdan yalnızca biri ve belki de bunların en az sevimlisidir; çünkü nefes alıp verdiği kendi yaşama alanına karşı en derbeder ve tahripkâr olanıdır.* Eğer o kaybolmuş kozmik uyuma tekrar erişilmek isteniyorsa, insanla insan (bireyle toplum) arasındaki ilişkileri düzenleyen “toplumsal sözleşme” ile artık yetinilmeyip, insanla doğa arasındaki ilişkileri açıklığa kavuşturan yeni bir “doğal sözleşme” geliştirilmelidir. Ve öyle bir sözleşme olmalıdır ki, bu sözleşme bağlamında artık ne “insan ve çevresi”nden bahsedilebilmeli, ne de “çevre” sözcüğü “çevrecilik”le anlaşılan bir hareketin kavramsal zemini olarak kalabilmelidir.

Derin ekologlar” tarafından insanmerkezci ve hümanist konumlara yöneltilen bu radikal eleştirilerin, hayli farklı düzey ve mahallerde süregelen bazı tartışmalarla koşutluk gösterdiğini farketmek güç değil. Anımsanacağı gibi, 1960’ların ortalarından itibaren Batı’da hümanizm geleneği yoğun bir ateş altına girmiş, bazen bilim adına, bazen bilim-ötesi bir tür yeni bilgi hattâ “karşı-bilgi” arayışı adına, bazen de düpedüz “bilime karşı toplum” adına değişik ve çoğu kez zıt yönlerden yapılan eleştirilere hedef olmuş ve sonuçta “İnsan’ın Ölümü”, özellikle Fransa’da Foucault ve izleyicileri tarafından açıkça ilân edilmişti (Nietzsche’den sonra, bu kez mutlak bir kesinlikle). Bu şiddetli anti-hümanizm akımı yalan yanlış birçok “izm”le birlikte anıldı – sözgelimi, “strüktüralizm”le birlikte; bugünse, daha geniş fakat belirsiz bir perspektif içinde, “postmodernizm”le birlikte anılmakta, hattâ postmodernizmin ana temalarından biri sayılmakta. Bu açıdan bakıldığında radikal ekolojinin, anti-hümanizmin potasında postmodernizmle buluştuğunu, örtüştüğünü, dahası postmodern bir olgu olduğunu söylemek mümkün.

Ne var ki, bu yabancı önek ve sıfatlarla devam edersek, “premodern” bir postmodernite bu. Radikal ekolojinin tam da modern-sonrası göründüğü noktada, modern-öncesi bir konuma yerleştiği açık. Çünkü insanmerkezcilikten kaçayım derken doğaya veya doğanın varlıklarına hukukî kişilik atfetmek bir yerde, Descartes’la birlikte “ölü” kabul edilen doğayı canlı kılmak, canlılaştırmak, “nature morte”dan “nature vivante”a geçmek demek. Bu da Descartes-öncesinin yani modern-öncesinin organizmine dönmek, dahası animizmine bir yönüyle bulaşmak, hiç değilse animizmin belirli öncüllerine tutunmak demek. Fakat animizm derken, öyle çok gerilere gitmeye gerek yok: 16. yüzyılın sonlarına kadar, yani Descartes’ın doğumunun hemen arifesinde ve bizzat Descartes’ın ülkesinde, köpeklerden domuzlara, kargalardan çekirgelere kadar çoğu canlının “Tanrı’nın yaratıkları” olarak kollandıklarını ve afaroz edilmedikleri sürece papaz “vekilleri” aracılığıyla savunulduklarını, bazı mahkeme veya kilise kurul kararlarından biliyoruz.* Böyle tarihsel bir perspektif içine oturtulduğu zaman, yukarıda andığımız “ağaç davası”nın pek de “skandal” sayılacak kadar yeni bir olay olmadığı ortada. Şu halde, Amerika ve genel olarak Batı’da çevrecilik hareketinin evrimine baktığımız zaman, ilginç bir durumla karşılaşmaktayız: bu hareket, bir yandan kendi adını yadsıyacak ölçüde radikalleşme eğilimi gösterirken, diğer yandan bu radikalleşme, geleceğe dönük bir sıçrayış kadar geçmişe doğru bir dönüşüm de bazı özelliklerini taşıyor. “Devrim” ile “karşı-devrim”in ögeleri âdeta içiçe. “Postmodern durum”un gözle –veya kokuyla!– seçilebilir başlıca karakteristiği de bu belki.

İYUK VE ÖTESİ

Bu karmaşık durumun değerlendirmesine burada girecek değiliz. Şimdi Türkiye’ye dönersek, sadece şunu sorabiliriz: Bu ülkede ağaçlar nasıl kurtarılır? Salt hukuk mantığı açısından bakılırsa, bunu gerçekleştirmek için Prof. Stone’un izinden gitmek gerekmediği düşünülebilir. Zira yukarıda belirttiğimiz gibi, Stone’u ağaçlar adına dava açmaya zorlayan faktör, Amerikan sisteminde kişi menfaatleri ötesinde soyut değerler gibi bir kavramın bulunmayışıydı. Oysa Türk sisteminde böyle bir kavram vardır. Örneğin İdarî Yargılama Usulü Kanunu (İYUK), gerek gerçek, gerek tüzel kişilerin toplumsal yararları ve kamu düzenini zedeleyen idari işlem ve eylemlere karşı dava açabilmelerini öngörür: Kişi, kendini doğrudan etkilemese hattâ ilgilendirmese de, sözgelimi imar düzenine, çevre sağlığına veya güvenliğine uygun olmayan kamusal etkinlikler konusunda yargı yoluna başvurabilir. Geniş bir yorumla, kişinin kendi dertleri dışında “Allah’ın dağının derdi”ni de kendine dert edinme hakkı bu yasada mevcuttur.

Türk sisteminin, çevreciliğin çıkarları açısından Amerikan sisteminden üstün olduğu düşünülebilir. Hoş, bu değer, diğer tüm gerçek ve hukuki yoksunlukların yanında bir teselli olacaksa, bu küçük teselliden bile ileride yoksun kalınabilir. Çünkü bir süredir bu yasanın değiştirilmesi için ısrarlı girişimler var. Prof. Lûtfi Duran, aylar önce, hükümetçe hazırlanıp Meclis’e sunulan “adalet reformu paketi” içindeki İYUK’ta değişiklik öngören tasarının, Adalet Komisyonu’nda görüşüldüğüne dikkat çekiyor ve bu görüşme sırasında, SHP’li (hem de SHP’li!) bir milletvekili olan komisyon başkanının, “anılan kanunun 2. maddesinde tanımlanan idari iptal ve tam yargı (tanzimat) davalarının, ancak ‘kişisel menfaatleri’ veya ‘kişisel hakları doğrudan ihlal edilenler’ tarafından açılmasına izin veren kendi kanun önerisini, kaşla göz arasında oylatarak tasarıya katmayı ve komisyondan geçirmeyi başardığını” yazıyordu (“Hukuka aykırılıkları koruma girişimi”, 30 Ocak ’94, Cumhuriyet). Duran’a göre sözkonusu tasarı yasalaştığı takdirde, “örneğin bir kimsenin oturmakta olduğu sokak ve mahallede, imar düzenine aykırı olarak belediyece verilen bir inşaat ruhsatına karşı açmak istediği iptal davası, bu işlemin ‘kişisel menfaatini doğrudan ihlal etmediği’ gerekçesiyle reddedilebilecektir.” Bu durumda, bir otel veya baraj inşaatı için bir ormanın hesapsızca katledilmesine karşı açılan davanın reddedilmesi de elbette işten değildir… Tabiî nihai yorum hukukçuların, fakat ne olduysa oldu, nihayet Haziran 1994’te kesinleşen yeni yasada sanırım Prof. Duran’ın korktukları çıkmadı. Ama tehlike hep mevcut. Siyasal ortamdaki genel eğilime koşut olarak, İYUK da sonunda özelleştirilip Anglosaksonlaştırılabilir – üstelik bu dönüşümlerle amaçlanan öze de muhtemelen kavuşamadan.

Ancak, bu yönde hiçbir tehlike bulunmasa dahi, İYUK veya öngördüğü soyut değerler kavramının, Türkiye’deki çevreciliğin gitgide giriftleşen problemlerine hukuki bir ifade ve işlerlik kazandırmakta yetersiz kalacağı açıktır. Kalmayacak olsa, Türkiye ile benzer normlara sahip Fransa’da da kalmaz, örneğin. Oysa orada da bu yetersizlik fazlasıyla hissediliyor olmalı ki, o kemikleşmiş yapısına rağmen hukuk düzenini daha farklı ve zengin kavramların süzgecinden geçirmeye dönük ciddi çabalar var. Amerika’da patlak veren yahut yankı bulan dikenli tartışmaların da bu çabalar üzerinde hatırısayılır bir etkisi olduğu kesin. Benzer çabalara Türkiye’de de şimdiden girişmemek için bir neden yok sanırım.

Anlaşılan Amerika’da ağaçlar kendi başlarına kurtulmayı, Türkiye’de ise insanlar tarafından kurtarılmayı bekliyor. Bugün için Türkiye’de Prof. Stone gibi ağaçlar namına dava açmak belki fazla, belki de saçma. Ama ağaçların kurtuluşunu tamamen insanların keyfine bırakmak da ne kadar doğru acaba? Ve ne kadar mümkün?

(*) Diğer pekçok kültür üreticisinin yanısıra “derin ekologlar”ın da Fransa’da sözcülüğünü yapan filozof Michel Serres’in pek sevdiği slogan-sıfatla: “en az sempatik, çünkü en az simbiyotik” (“le moins sympathique, car le moins symbiotique”).

(*) 1545’te Fransa’nın bir köyünde çiftçiler o dönemin yetkili mahkemesi sayılan bir kilise organı nezdinde, tarlalarını ve bağlarını mahveden bir tırtıl kolonisine karşı dava açar. Dava gerekçesinde çiftçiler, “ister doğrudan doğruya aforoz yoluyla, ister başka bir etkili yolla olsun, sözkonusu ‘zararlılar’ kolonisinin bir an önce bölgelerinden defedilmesi için gerekli iznin çıkarılmasını ve bu doğrultuda acilen girişimde bulunulmasını” talep eder. Lakin mahkeme, sözkonusu zararlıların da Tanrı’nın yaratıkları olarak üzümlerden yararlanmakta insanlarla aynı hakları paylaştıklarını savunarak, onlara karşı aforoz silahını kullanmayı veya herhangi bir başka önlem almayı reddeder. Mahkeme heyetine göre, köylülerin başına gelenler aslında Tanrı’nın gazabından başka bir şey değildir. Bu gazaptan kurtulmaları, önce günah çıkarmalarına, sonra bol bol dua etmelerine ve nihayet, kiliseye de belirli tür ve miktarlarda tazminat ödemelerine bağlıdır. Köylüler bütün bunları yaparlar. Gerçekten de gün gelir, tırtılların hasarı azalır, artık hissedilmez olur. Ama kırk yıl kadar sonra, 1587’de, tırtıllar aynı köyü gene basar. Arada epey yeni günahlar işlenmiş olmalı ki, tırtılların zararı bu sefer afete dönüşmüştür. Köylüler tekrar mahkeme yolunu tutarlar. Mahkeme bu defa, tırtılların bölgeden sürülmesine karar verir. Ama bunu yaparken, uzak bir mıntıkada tırtıllara varlıklarını sınırlı düzeyde sürdürebilecekleri bir yaşama alanı ayrılması kaydını da karara eklemeyi ihmal etmez… Bu öyküyü ve benzerlerini zengin kaynaklara dayanarak renkli detaylarıyla anlatan ve bugünkü ekoloji davalarıyla karşılaştırmalı şekilde tartışan çok iyi bir çalışma için bakınız; Luc Ferry, Le Nouvel Ordre Ecologique, Grasset 1992. (Bu kitabın ufak bir bölümü Cogito dergisinin son sayısında yayımlanmış durumda.)

Bu yazı Birikim Dergisinin Ocak 1995 sayısından alınmıştır.