Günümüzde savaşlar, işgaller, iç çatışmalar, yaygın şiddet olayları ve yaygın insan hakları ihlalleri çok sayıda insanın can güvenliğini tehdit etmekte ve kitle göçlerine yol açmaktadır. Bu gelişmeye paralel olarak da, uluslararası hukukun mülteci tanımının kapsamı zaman içinde genişlemektedir. Mültecilerin Statüsüne Dair 1951 Cenevre Sözleşmesi, bireysel zulüm görme korkusunu, mülteci tanımının odak noktası olarak görmekteydi. Daha sonraki yıllarda savaşlar, işgaller, iç savaşlar ve yaygın şiddet olaylarının mağdurlarının da sığınma hakkından yararlandırılması anlayışı, uluslararası teamül hukukunun çok önemli bir parçası haline geldi. Savaş ile mülteci hukuku arasındaki ilişki bir makalenin kapsamına sığmayacak kadar geniş ve karmaşıktır. Bu nedenle aşağıdaki satırlarda, bu ilişkinin sadece bir boyutu, uluslararası hukuk çerçevesinde kısaca değerlendirmeye çalışılacaktır. Bu boyut, komşu ülkede meydana gelen savaş, iç savaş türünden yaygın bir şiddet olayı nedeniyle can güvenliği tehlikeye düşen ve komşu ülkenin sınırına gelen çok sayıda kişinin sınırlardan içeri alınmasıyla bağlantılıdır. Bazı devletler, komşu ülkeden kaçan on binlerce, hatta yüzbinlerce insanın sınırlardan içeri alınmasında tereddüt göstermektedirler. Bu makale bazı uluslararası belgelere atıfta bulunarak, söz konusu tereddütlerin sığınma hakkının kullanılması ve geri gönderilmeme (non-refulman) ilkeleriyle çeliştiğinin altı çizecektir. Ülkelerin haklı endişelerinin, sığınma hakkı zedelemeden nasıl karşılanabileceği ise ayrı bir makalenin konusu olabilir.

Vatandaşlarını korumak devletlerin sorumluluğu altındadır. Ancak hükümetlerin vatandaşlarını korumakta isteksiz oldukları ya da koruyamadıkları durumlarda kişilerin hakları öylesine ihlal edilebilir ki, bu kişiler bir başka ülkede güvenliğe erişmek için evlerini, hatta çoğu zaman ailelerini terketmek zorunda kalabilirler. Tanımı gereği, tabiiyetini taşıdığı ülkenin hükümeti mültecinin temel haklarını korumadığı için, uluslararası toplum bu temel haklara saygı gösterilmesi yönünde müdahale eder.

II Dünya Savaşı’nın ardından kurulan Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK) görevi mültecilere koruma sağlamak ve onların sorunlarına kalıcı çözümler bulmaktır. BMMYK’nın çalışmaları, kimi bağlayıcı kimi bağlayıcı olmayan bir dizi uluslararası ve bölgesel antlaşmalarla sözleşmeleri kapsayan uluslararası hukuk belgeleri çerçevesine yürütülür. 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Uluslararası  insani hukukla ilgili dört Cenevre Sözleşmesi (1949) ve özellikle mültecilerin ihtiyaçlarına değinen Mültecilerin Statüsüne İlişkin 1951 Sözleşmesi, uluslararası mülteci hukukunun temelidir. Sözleşme “mülteci” terimini tanımlar ve mülteci statüsü almaya uygun bulunan kişilere yönelik asgari muamele standartlarını ortaya koyar.

1951 Sözleşmesi’ne göre mülteci, “ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle haklı nedenlere dayanan zulüm korkusu duyan, tabiiyetini taşıdığı ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan veya bu zulüm korkusu nedeniyle ülkenin korumasından yararlanmak istemeyen” kişidir.

1951 Cenevre Sözleşmesi, onun ayrılmaz bir parçası olmakla birlikte ondan bağımsız bir belge olan 1967 Protokolü birlikte ele alındığında şu üç temel konuyu kapsamaktadır;

  • Mültecinin tanımı, mülteci statüsünün sona erdirilmesinin koşulları, mülteci statüsü haricinde bırakılmaya ilişkin hükümler.
  • Mültecilerin sığındıkları ülkedeki hukuki statüleri, hayatlarının veya özgürlüklerinin tehlike altına gireceği ülkeye zorla geri gönderilmemeleri (non-Refulman) ilkesi ve mültecilerin diğer hak ve yükümlülükleri
  • BMMYK’nın görevini yerine getirmesini ve Sözleşme hükümlerinin uygulanmasını takip etmesini kolaylaştırmak, bu örgütle işbirliği yapmak da dâhil devletlerin yükümlülükleri.

Savaş, iç savaş ve yaygın şiddet faktörü

Afrika’da sömürgeciliğin tasfiyesi süreci, büyük çaplı mülteci hareketlerine yol açtı. Bu zorunlu nüfus hareketleri sadece 1967 Protokolü’nün değil, Afrika Birliği Örgütü’nün (ABÖ) “Afrika’daki Mülteci Sorunlarının Özel Yönlerini Düzenleyen 1969 Sözleşmesi’nin kabulünü de hızlandırdı. 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin “mültecilerin statüsüne ilişkin temel ve uluslararası bir belge” olduğunu kabul eden Afrika Birliği Örgütü Sözleşmesi, şimdiye kadar yasal bağlayıcılığı olan tek bölgesel antlaşmadır.

ABÖ Sözleşmesi’nin belki de en önemli bölümü, mülteci tanımının yapıldığı kısımdır.

ABÖ Sözleşmesi, 1951 Cenevre Sözleşmesi’ndeki mülteci tanımını örnek almakla birlikte yeni bir unsuru da içerir; “mülteci, kendi menşe ülkesinin ya da vatandaşı olduğu ülkenin bir bölümünde ya da tümünde dış saldırı, işgal, yabancı egemenliği ya da kamu düzenini ciddi biçimde bozan olaylar nedeniyle ülkesini terk etmeye zorlanan herkestir.”

Bu tanıma göre iç karışıklıklar, geniş çaplı şiddet ve savaştan kaçan kişiler, haklı bir zulüm korkusu duyup duymadıklarına bakılmaksızın, Sözleşme’ye taraf olan ülkelerde mülteci statüsü için başvurma hakkına sahiptir.

1984 yılında Güney Amerika ülkeleri hükümetlerinin temsilcileri ile seçkin hukukçular, bölgedeki mültecilerin korunmaları konusunu görüşmek üzere Kolombiya’nın Cartagena kentinde biraraya geldi. Toplantı sonunda Cartagena Bildirisi olarak bilinen bir belge onaylandı. Bildiri, Güney Amerika bölgesinde 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin yaptığı mülteci tanımının tanındığını kaydetmektedir. Ama tanımın kapsamını şu şekilde genişletmiştir; Mülteci, “yaygın şiddet, dış saldırı, iç çatışmalar, yaygın insan hakları ihlalleri ya da kamu düzenini ciddi olarak bozan diğer durumlardan dolayı hayatları, güvenlikleri veya özgürlükleri tehdit altında bulunduğu için ülkesinden kaçan kişidir.”

 Non-refolman ilkesi ve Sığınma Hakkı

Bir mültecinin zorla geri gönderilmeye veya zulüm riski olan bir yere geri gönderilmeye karşı korunma hakkı, 1951 Cenevre Sözleşmesi’nde şu şekilde belirtilmektedir;

 “Hiçbir taraf Devlet, bir mülteciyi ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi fikirleri nedeniyle hayatı ya da özgürlüğü tehdit altında olacak ülkelere, her ne şekilde olursa olsun geri göndermeyecek veya iade (reful) etmeyecektir.” (Madde 33-1)

Zulüm riski olan yere geri gönderme (refulman) aynı zamanda İşkenceye ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı veya Onur Kırıcı Muamele veya Cezaya Karşı Sözleşme’de (Madde 3), 1949 Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’nde (Madde 45, para.4), Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nde (Madde 7), Kaybolmaya Karşı Herkesin Korunması Hakkında Bildiri’de (Madde 8), Kanun Dışı Keyfi ve Yargısız İnfazların Etkili bir Şekilde Önlenmesi ve Soruşturulması Hakkındaki Prensipler’de (Prensip 5) de açıkça yasaklanmaktadır.

Buna ek olarak refulman, İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri Korumaya dair Avrupa Sözleşmesi (Madde 3), Amerika İnsan Hakları Sözleşmesi (Madde 22), ABÖ Mülteci Sözleşmesi (Madde 2) ve Arap Dünyasındaki Mültecilerin ve Yerinden Edilmiş Kişilerin Korunmasına Dair Kahire Sözleşmesi’nin de dahil olduğu birçok insan hakları belgesinde açıkça yasaklanmaktadır.

Refulmanın yasaklanmasının uluslararası teamül hukukunun bir parçası olduğu genel kabul görmüştür. Bu, Mülteci Sözleşmesi’ne taraf olmayan devletlerin de zulüm riski olan yere geri göndermeme ilkesine saygı duyması gerektiği anlamına gelmektedir.

Devletler, Mülteci Sözleşmesi ve uluslararası teamül hukuku gereği olarak zulüm riski olan yere geri göndermeme ilkesini gözetmek zorundadır. Bu ilkeye aykırı davranıldığında ya da aykırı davranılacağına dair bir işaret olduğunda, BMMYK müdahalede bulunur. Bazı durumlarda, refulmanla karşı karşıya kalan kişiler, İşkenceye Karşı Komite gibi insan hakları mekanizmalarına başvurabilirler.

Zulüm riski olan yere geri göndermeme (Non-refulman) kuralı, aynı zamanda sığınma hakkının kullanılmasını da içerir. Zulüm korkusuyla ve sığınmak amacıyla sınıra gelen kişinin veya kişilerin ülke içine alınmaması, geri gönderme (refulman) anlamına gelir.

Çünkü sığınma hakkı, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 14 (1). Maddesi’nde de temel bir insan hakkı olarak tanınmaktadır; “Herkes, zulüm karşısında başka ülkelerde sığınma talebinde bulunma ve sığınma olanağından yararlanma hakkına sahiptir.”

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu da devletlere yönelik olarak, 1967 yılında, Devlete Sığınma Hakkında’ki kararı kabul etti. Karar, sığınma hakkı tanımanın barışçıl ve insani bir davranış olduğunu ve başka devletler tarafından düşmanca bir hareket olarak nitelendirilemeyeceğini ifade eder. Karar gereğince, bir kişinin sığınma talebini değerlendirmek, sığınma ülkesinin görevidir.

ABÖ Sözleşmesi ile Cartegena Bildirgesi’nde ve Devlete Sığınma Hakkındaki 1967 BM Kararında da belirtildiği gibi sığınma hakkı vermek insani bir davranıştır ve siyasi nitelik taşımaz.

Sonuç

Sığınma hakkı ve sınır dışı etmeme (Non-refolman) ilkesi, yukarıda da anlatılmaya çalışıldığı gibi, çeşitli uluslararası enstrümanlarla, hem ülkede bulunan ve sığınma talep eden kişilerin zulüm göreceği ülkeye zorla geri gönderilmemesini, hem de hayatları tehdit altında bulunduğu için, ülke sınırlarına yığılan insanların, ülke toprakları içinde güvenli yerlerde barındırılmalarını içerir. Bir başka ifadeyle sınırların sığınmacılara açık tutulması, uluslararası hukukun bir temel kuralıdır. Ama uluslararası hukuk, sadece savaşa, iç karışıklıklara sahne olan bir ülkeye sınır komşusu olduğu için, bir anda yüzbinlerce insanı topraklarında kabul etmekle, bir ölçüde haksızlığa uğramayacak mıdır? Uluslararası mülteci hukuku, başta “yük paylaşımı” prensibi olmak üzere, çeşitli mekanizmalarıyla, zulüm ve şiddetten kaçanlara cömertçe kapılarını açan ülkelerin yanında yer almaktadır.

  • Bu yazı Hukuk ve Adalet Dergisi’nin  2004/1 Sayısından Alınmıştır (1 Ocak 2004).