Elli milyon kimlik bilgisinin ortalık yerde yayınlandığı, devletin bakanının ise “bunlar yeni haber değil” dediği zamanlar geçiriyoruz. Kişisel Verilerin Korunması Kanunu’nu okurken, düşüncemizi üzerine inşa edeceğimiz temel budur.

Bir bakıma bu temel de bizim en kıymetli hazinemiz sayılabilir aslında. Çünkü bir metni anlayacaksak, o metnin nasıl bir zihniyet tarafından hazırlandığını bilmemiz gerekir. Örneğin, kimlik hırsızlığına şu cevabı veren bir kişinin itibar gördüğü siyasi yapıdan, ne kadar muteber bir kanun çıkabilir?

Barış imzacılarını hücreye kapatanların amirleri, pedofiliden sabıkalı insanların arkasında durduğu veya önüne yattığında, hangi verinizin kimlerin ellerinde olduğundan şüphelenmez misiniz?

Tüm şüphelerimizde haklıyız. Fakat bizi bu şüphenin yersiz olduğu iddiasının, bizzat şüpheyi yaratan taraftan geliyor olması biraz kafa karıştırıcı.

7 Nisan’da yayımlanarak yürürlüğe giren 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu, genel gerekçesine göre, “kişisel verilerin çağdaş standartlarda işlenmesi ve koruma altına alınması” amacına yönelik. Bu amacın eleştirilecek bir tarafı elbette yok, ama şüpheden burada da arınabiliyor değiliz. Nitekim seçmen kimlik bilgilerinin çoktan çalınmış olduğunu zaten bilen iktidar, veri koruma adımını ancak pek sevdikleri biri yurtdışında tutuklanınca atılmaya değer buldu. Biz elli milyon seçmen bir hiçtik, ama tek bir kişi her şeydi.

Bir gece ansızın Meclisten geçiriliveren yeni kanunun her bir maddesinin ayrı bir haber değeri var. Fakat “ana fikri” vermesi açısından, birkaç temel hususun üzerinde özellikle durmak gerekiyor.

33 maddelik kanunun görünen ana fikri şundan ibaret: etnik kökenimizden ayak numaramıza kadar her şey kişisel bilgidir. Devlet ise, tüm bu verileri işlemek için bir kurum ihdas ederek, istediği bilgiyi istediği kadar kullanabilir.

Kişisel veri, dünyadaki pek çok hukuki metinde “kimliği belirli veya belirlenebilir gerçek kişiye ilişkin her türlü bilgi” olarak tanımlanıyor. Yani ayak numaramız gerçekten bir veri; devletin bu tür bir istatistiği gerçekten olabilir ve bu istatistik gerçekten “satılabilir”. Bir gün cep telefonunuza “Epeydir beyaz eşya almamışsınız, o yüzden buzdolaplarımızda bugün size özel %20 indirim yaptık” mesajları gelebilir. Market kartınızla en çok satın aldığınız ürünler üzerinden, gün gelip Sağlık Bakanlığı kapınıza dayanabilir. Yok Aile Bakanlığı dayanırsa kendilerine lütfen bir Karaman bileti tedarik ediniz. Devletin bunları nasıl olup da bu kadar rahat kullanabileceği konusuna bilahare döneceğiz.

Benim yaptığım alışverişin peşine düşmek de nedir?” diye tepki göstermeyin. Çünkü siz, market kasasına elinizde o ürünlerle giderek, son derece “aleni” bir iş yapmış oluyorsunuz. Eşinizin dostunuzun arasında “Biz Kürtler” veya ne bileyim “geçen yine Cemevi’ndeyim” gibi cümleler kurmuşsanız, kendinizi toplum içinde bizzat siz ifşa ediyorsunuz.

İşte kanun diyor ki, bakınız madde 5 fıkra 2 bent d, “ilgili kişinin kendisi tarafından alenileştirilmiş bilgiyi herkes alıp işleyebilir”.

Yani siz etnik köken, dini inanç, siyasi eğilim, aldığınız eğitim veya ayak numaranız konusunda herhangi bir yerde herhangi bir bilgi verdiğinizde, örneğin ortalık yerde alkol aldığınızda bu verilerin kaydedilip bir kenarda tutulmasına rıza göstermiş oluyorsunuz.

Kişisel verilerin işlenme şartları için elbette bu alenileştirme dışında başka koşullar da var. Örneğin kişisel bilgilerimiz, “veri sorumlusu” denen kişi ya da kuruluşun “meşru menfaatleri için” de işlenebiliyor.

Örneğin üye olduğunuz siyasi parti, dernek ya da sendika, sizinle ilgili verileri yine size sormadan işleyebiliyor. Başka bir ifadeyle bir partiye üye olarak, akşam yediğimiz yemek üzerinden bir tasnife tabi tutulmayı kabul etmiş de oluyoruz.

Kişiselliğe sadece bu kanunla yapılan saygısızlıkları saymaya satırlar yetmez. O yüzden işin biraz da uluslararası tarafına bakalım.

Kanunun gerekçesinde sıklıkla atıf yapılan bir Avrupa Birliği yönergesi var; 95/46/AT sayılı yönerge. Aslında pek çok hüküm direkt olarak bu yönergeden alınmış durumda. Fakat söz konusu Türkiye olunca, insan neyin nasıl uygulanacağından asla emin olamıyor.

Örneğin, yine bu yönergeden alınan esaslar itibariyle, kişisel verilerin yurtdışıyla paylaşılması için, paylaşılacak ülkede yeterli bir veri koruma sisteminin bulunduğundan emin olunmalı. Emin olacak taraf ise elbette ki verisi paylaşılacak kişiler değil, devletin “Kişisel Verileri Koruma Kurulu”.

Bu kurulun yedi üyesi var. Dört üyeyi bakanlar kurulu, üçünü ise cumhurbaşkanı belirliyor. Cumhurbaşkanı, tamamen yürütmeye ait olan ve zaten 7 üyesi bulunan bir kurulun, tam 3 üyesini birden seçiyor. Üstelik bu seçim yetkisini meclisle dahi değil, bakanlar kuruluyla paylaşıyor. Yetmiyor, seçilenler tam on yıl görevde kalıyor.

Yani cumhurbaşkanı, makamından bugün inse, hükumet şu an değişse, seçtikleri on yıl daha görevde olacak. Sonsuz bir iktidar tahayyülü…Akıl alır gibi değil.

Verilerin başka devletlere aktarılmasına karar verecek olanlar belli. İşte bu kişiler nezdinde makbul yurttaşsanız korkmanızı gerektiren pek bir şey yok. Eh, bu da kanunun kabul edilmesindeki zamanlama harikasını anlamamız için yeterli bir gösterge.

O kişilerin kendileri de korkuyorlarsa onu bilemeyiz tabii.

Son olarak, “kişisel verilerin korunması kanunu” ifadesini tümüyle bir oksimorona çeviren 28. maddeden söz edelim.

Verilerimizin, bu verileri elinde tutan herkes tarafından fütursuzca işlenebilmesinin dayanağı, işte bu 28. madde. Nitekim birinci fıkranın ç bendi “kişisel verilerin milli savunmayı, milli güvenliği, kamu güvenliğini, kamu düzenini veya ekonomik güvenliği sağlamaya yönelik önleyici, koruyucu ve istihbari faaliyetler kapsamında” işlenmesini meşru kılıyor.

Madde, sadece devletin kurulunun yetkilerine ilişkin değil. Bu bilgiler sadece MİT’in değil “gerektiğinde polis olan” mahalle bakkalımızın elinde de olabilir. Veresiye defterini alıp “Göksun Hanım evinde kızlı erkekli yaşıyor ve bu kamu düzenine aykırı” da diyebilir. Emniyet bu durumda bakkal efendiye haddini bildirmek yerine, benim adımın yanına bir çarpı koyabilir.

Bu devletin bakanı, çocuklara burada anmaktan dahi hicap duyduğum davranışları sebebiyle 500 sene ceza almış sapkınların önüne yatabilir. Ama yine bu devletin gözünde, “Çocuklar ölmesin maça gelsin” demek kamu güvenliğine aykırı addedilmektedir. Açtığınız bu pankart, sizin her türlü verinizin birer “fiş konusu” olmasını meşru kılar.

İşte bu kanun böyle bir kanundur.

Elimizin altında bu kadar iletişim kaynağı, bu kadar yayın, önümüzde bu kadar büyük bir dünya varken; tüm bilgilerden mahrum bırakılmışların hikayesi olan 1984’le lütfen paralellik kurmayalım.

Kendimizi haksız yere yüceltmiş oluyoruz.

KAYNAK: HUKUK POLİTİK