Hukuk, Şiddet ve Demokrasi
Düşünün ki karşınızda bir güzel mayalanmış kocaman bir hamur var. İster börek ister poğaça isterseniz mantı yapabilirsiniz. Ama belki de bu koca hamurun içinde dans eden basit bir vanilya zerresisiniz. Siz yoksanız her şey bir eksik, tatsız, kokusuz.

İçeriden mi bakıyorsunuz dışarıdan mı? Tekil misiniz çoğul mu? Kurt musunuz kuzu mu?

Kalabalık, çokluk, halk…

Zeynep Koçak kitleleri yeniden düşünmüş ve kitleleri yeniden düşünenlerden güzel bir derleme yapmış.

***

Zeynep Koçak’ın Önsözü

Fransız Devrimi’nden başlayarak sosyolojinin kalabalıklara ilgisinden söz ediyor Zeynep Koçak. Görüyoruz ki Hobbes’tan Robespierre’e herkes kalabalık karşısında hamarat birer ev kadını. Halk iradesi denen şey de halk adına halk önderleri tarafından yapılan, önderlerin yasaları. Jakobeninden muhafazakarına kimse ummanda bir zerre, hamurda bir vanilya zerresi olmak istemiyor. Halk için, halka rağmen, halk adına. Birilerinin başkaları adına masaya serdiği haritada şuursuzca dolaşıp duran insanlar, kitle, çokluk, halk vs.

Kitlenin Kütlesi

Kitle” sözcüğü akıl baliğ olduğumdan beri hep rahatsız etti beni. Biraz kafa yorduğumda da rahatsız eden şeyin bu sözcüğü her kim kullandıysa hep biraz üstten bir yerden konuştuğunu düşündüğümü farkettim. Belki de “bilinç taşımak”la kendini görevli addeden ortodoks sosyalistlerin hedef kitlesine ya da nesnesine karşılık geliyordu. Elbette bilinç taşıyan bir “bilinç” varsa o bilinci taşıyacağı bir mecra da olacaktı. “Bilinçli özne”nin karşısında bir nesne, bir kütle, uzayda bir yer kaplayan bir cisim. Nesnesiyle arasına mesafe koyan bir üst/aşkın akıl ya da bilinç. İşin kötüsü hala uzayda bir yer kaplayan “kitlelere” bilinç taşımaktan vazgeçmeyen “devrimci özne”ler var ve bu gelenek kolay kolay yokolacağa da benzemiyor.

Maddi dünyada her sorunun bir yanıtı var. Elbette yetkinliğimizin elverdiği ve çaba gösterdiğimiz oranda. İlkokuldan bu yana bize öğretilen tanımı ile kendimizin de uzayda bir yer kaplayan ve kütlesi olan bir cisim olmamıza rağmen kendimizi “kütle” olarak adlandırmıyoruz. Bir şeyi “kütle” olarak tanımlamamız için o kütle ile aramıza bir mesafe koymamız ve dışarıdan konuşmamız gerekli. Stefan Jonnson da “Kalabalıklar ve Demokrasi: Devrim ve Faşizm Arasında Kitle Fikri ve İmgesi” başlıklı makalesinde kitle sözcüğünü kullanabilmemiz için kitleye dışarıdan bakmamız, kitlenin dışında olmamız hatta o kadar dışında olmamız ki herhangi bir yüzü seçemeyecek kadar uzakta durmamız gerektiğini söylüyor. Kitlenin içinde yer aldığımızda kitleyi bir bütün olarak göremeyeceğimiz ve görüş alanımız kitlenin tamamını kapsamaya yetmeyeceği için “kitle”nin ancak dışarıdan ifade edilebileceğini belirtiyor. Böyle baktığımızda da neden kendimizi kütle olarak tanımlamadığımızı ya da “devrimci özne”lerin ilah statüsünden gördüğü şeyi nasıl “kitle” olarak adlandırdığını anlayabiliyoruz.

Halk mı Çokluk mu?

Kalabalıklar tehlikelidir. Çoğu zaman ne yaptığını bilmeyen, nereye çekerseniz oraya giden, genellikle de akılsızlıkla, dişillikle ve duygusallıkla tanımlanan ve adına da “çokluk” denilen yığınlardır. Ne zaman ki akılları başlarına gelir ve birer “toplum sözleşmesi” ile halk olmaya karar verirler, işte o zaman doğru yolu bulurlar ve adına “egemen” denen politik özneyi devreye sokup temsil yetkisi verirler. Bundan sonra da tabi halde yaşayan tüm hayvanlara fark atarak gerçek birer insan ve toplum olurlar vs. Aksi takdirde tabi halde nasıl yaşayacaklarsa öyle yaşayacaklar ve Hobbes’un ifadesiyle “insan insanın kurdu” olmaya devam edecektir.

O halde kırk katır mı, kırk satır mı? Kurtlara yem olmak mı yoksa bir devlet kurup yem olacağın kurdu seçebilmek mi?

Hobbes’a sorarsanız devlet denilen şey kurt değil, herkesin kendini onda bulacağı bir üst akıl. Hani sorsanız kendisine insan aynaya baksa ancak bu kadar kendi suretini görür. İnsan devletin cüssesi altında yerle yeksan olmuş bir varlık değildir de, sanki genel vekaletname verdiği ve iradesini bire bir temsil eden sıradan bir komisyoncudur.

Elbette kimse kurda kuşa yem olmak istemez. Bir elin nesi varsa iki elin sesi vardır. Yeri gelir birimiz hepimiz, hepimiz birimiz içindir. Amacımız her canlı gibi hayatta kalmaksa pek tabii ki bunun yolunu, yöntemini de düşüneceğiz. Ama bu yol, yöntem neden “ya devlet başa, ya kuzgun leşe” olmak zorundadır? Neden “çokluk” dediğimiz çok, Spinoza’nın da ifade ettiği gibi, tekilliğini koruyarak, bir olmadan birlik olarak, kimseyle sözleşme yapmaya gerek duymaksızın ortak yaşam için ortaklaşan bir yolu tercih etmesin? Neden çokluk, bir ve tek olan, içinde hiçbir tekillik ve öznellik barındırmayan bir “kütle”nin içine hapsolsun? Ve neden o çokluk adını halk ya da özellikle de ulus olarak değiştirip kendini “Leviathan”a teslim etsin? Neden?

Bir toplumun bireyi, içinde kaybolacağı ve içinde olduğu oranda içkinleştireceği bir siyaseti tercih etmek yerine neden kendisine fildişi kuleden bakan ve bakan için belirsiz bir suretten öteye gitmediği aşkın bir egemeni tercih eder? Yeri gelmişken de soralım. Kendisine “komünist” diyenler neden kendilerini o kalabalığın içinde görmezler de “kitle”ye uzaktan bakıp egemene böylesine gıpta ederler?

Sorular muhtelif. Tarih tek. Gerçekleşen tarih bütün olasılıkları dışlamış ve kendini tek gerçeklik olarak dayatmışsa da başımıza gelen bu. Hobbes kazandı, Spinoza kaybetti. Ulus devlet çokluğu halka çevirdi ve biz hala ne zaman imzaladığımızı bile unuttuğumuz bir sözleşmenin yükümlü tarafıyız. Malcolm Bull “Çokluğun Sınırları” makalesinde “bizim büyük çaresizliğimiz”i anlatmış.

Biyopolitik Hukuk

Tabi yaşam hukuka göre yürümüyor, hukuk da bu yüzden var. En azından olanı olması gerekene yönlendiren, hayat ideal olmasa da hukuk yoluyla onu idealize eden/etmeye çalışan bir yapı bu. Başka bir deyişle modern hukuk anlamını ya da tanımını dünyayı kendine uygun hale getirmesinden alıyor… ya da alıyordu, alması gerekirdi, teori böyle söylüyor. Ama söylemediği bir şey var ki o da kendini dünyaya uygun hale getirmesi. Güncel hal bu.

O halde halihazırda somut olayda ve durumda kendi yaşadığımıza bakalım. Koskoca bir coğrafyanın hukuk yoluyla talanına örneğin. Ekoloji ilginizi çekmediyse son dönemde yaşanan “Fetö” soruşturmasına bakabilirsiniz. Bu da ilginiz çekmiyorsa yüzünüzü tutuklu Kürt vekillere çevirebilirsiniz. Serbest çağrışıma yatkın bir zihniniz varsa buradan 12 Eylül’e, 12 Mart’a, 1960’a, hatta daha da ileri giderek kurucu sürece uzanabilirsiniz. Bir çok şey göreceksiniz elbette ama bir şey çok dikkat çekici. O da yasanın kendi tarihi gidişatında hayatı kendi kopyasına çevirmekten ziyade kendini hayatın kopyasına çevirmesi ve dünyayı kendine göre değil, kendini dünyaya göre yorumlaması. Olması gereken ideali belirleyen değil, olana karşı kendini belirlemesi. Başka bir deyişle yaşamı beliryen aktörlerden biri olmaktan vazgeçip yaşam onu nereye çekerse oraya giden şuursuz bir figürana dönüşmesi. Ne kadar aklınıza yatmasa da saygı duymaktan kendinizi alamadığınız bir figür yerine evlat olsa çekilmez, yolda görülse selam verilmez, uzak durmaktan kendinizi alamadığınız bir acuze. Modern hukukun bu krizini ve daha fazlasını Costas Douzinas “Felsefe ve Direniş” makalesinde anlatmış.

Halkın Adaleti : Linç

Linçin Amerikan bir kavram olduğu malum. İsim babası da Amerikalı. Söylenene göre ilk kez bağımsızlık savaşında beyazların siyahlara karşı kullandığı bir cezalandırma yöntemi. Buram buram ırkçılık koktuğu doğru. Ama sorun yalnızca ırkçılık mı yoksa devletin zaafiyet gösterdiği ve yeterince güçlü olmadığı durumlarda boşluğu halk mı dolduruyor, belirsiz.

Linçin halihazırda suç olması, başka bir deyişle bireylerin kendi başlarına diğer bireyleri cezalandırmaları hangi bağlamda değerlendirilmeli? İşin içine devleti kattığınızda ve şiddet tekelinin devlette olduğunu kabul ettiğinizde “linçi linç etmek” mantıklı ama ya devletin şiddet tekeline karşı çıkıyor ve bunu reddediyorsanız linç karşısında nasıl bir tavır almalısınız? Devletin şiddet tekelini kabul ettiğinizde linçin vuku buluyor olmasını devlet zaafiyetine bağlayabilir ve daha güçlü bir devletin linci önleyebileceğini düşünebilirsiniz ama bu argümanı reddettiğinizde karşısına ne koyacaksınız? Daha da önemlisi aslında linç resmi yasanın dışında başka bir hukukun uygulanması mı ve resmi yasaya göre “gayrimeşru” olsa da kendi içinde bir hukuk tahlilini gerektiriyor mu? “Linç: Küresel Bir Bakış Açısıyla Amerika’nın ‘Ulusal Suçu’” makalesinde Manfred Berg’in tartıştığı konulardan bir kaçı.

Linçte Devlet Parmağı

Linçin böylesine şiddetli yaşandığı ve demokratik olmanın ötesinde başından beri totalitarizmle yoğrulmuş bir coğrafyanın bir kalemi olarak Tanıl Bora’nın bu olgunun devlet zaafiyetiyle ve bu zaafiyetten doğan boşluk nedeniyle ortaya çıktığını düşünmesi elbette beklenemez. Aksine Tanıl Bora “ 6/7 Eylül Linci: Ehliyetsizlik Eseri mi?, Muhteşem Bir Örgütlenme mi?” makalesinde lincin yukarıda sayılan nedenlerden değil bizzat devlet tarafından örgütlenmiş olma ihtimali üzerinde duruyor. Gayrimüslimlere ait binlerce işyerinin yağmalandığı, 11 kişinin öldüğü ve 60 kadının tecavüze uğradığı 6/7 eylül olaylarını esas aldğı makalede Tanıl Bora, devletin bu linç ortamını hazırladığını, linç sırasında müdahale etmediğini belirtiyor. Bu trajedinin yargılama konusu olmasının tek sebebinin ise 1960 ihtilali olduğunu ve dönemin Demokrat Partisi’nin bir suçtan daha suçlanması için zemin oluşturduğunu, siyasi konjonktür başka türlü olsa idi kuvvetle muhtemel böyle bir yargılamanın da olmayacağını ifade ediyor. Türkiye’deki siyasi linç vakalarının bizzat devlet eliyle olmasa da bir hayalet gibi tepemizde varlığını sürdüren kontgerilla yoluyla bizzat devlet eliyle olduğunu da beyan ediyor. Yargılama sırasında verilen mütalaa, Adnan Menderes ve Celal Bayar’ın bu konudaki beyanları gerçekten ilgiye değer.

Zeynep Koçak’ın Son Sözü

Linçin kaynağı” diyor Zeynep Koçak: toplumsal tasdik ilkesi. Eylemden önce, eylem sırasında ve eylemden sonra. Linç eden/edenler eylemden önceki, eylem sırasındaki ve eylem sonrasındaki desteği ve onayı görüyor ve biliyorlar. İşte modern hukukun krizi ve müdahale edemediği alanlardan biri bu. Bu “hukuktanımazlık” kendi hukukunu kendi yaratıyor. Hukuk yazılı olmalı mı diyorsunuz? Zeynep Koçak’tan aktaralım:

…Burada bir bakıma birbirinden halihazırda ayrılmış üçlü ittifakın yeniden düzenlenmesini görüyoruz: Vücut, yazı ve hukuk. Vücudun üzerinde izi sürülebilecek yara izleri antropolojik (primitif) hukukun kazınmış metinleridir ve bu açıdan vücut üzerindeki hukuk yazılarıdır”.

Ve gerçekten Zeynep Koçak’ın dediği gibi devlet şiddet tekelinin tamamen kendisinde olmadığını ve linç gibi açıkları olduğunu bilmiyor olabilir mi? Yoksa bu açığı kendi lehine -tıpkı 6/7 Eylül olaylarında olduğu gibi- kullanabileceğini bildiğinden o bedenleri kendine siper etmekte bir beis görmüyor mu?

***

Derlemede kitle psikolojisine dair bir çok başka makale daha var. Örneğin Kuzey Kore Devlet Başkanı Kim Jong-il’in ölümü üzerine kendini yerden yere atan, kafasını ağaçlara vuran ve hıçkırmaktan soluksuz kalan Kore halkı üzerine ilginç bir değerlendirme. Tüm bu ağıtlar gerçek mi, sahte mi? Gerçek ya da sahte yapan ölçütler neler? Kafa karıştıran ve hayrete düşüren onlarca soru.

***

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ

Zeynep Koçak

BİRİNCİ BÖLÜM

1) Çokluğun Sınırları – Malcolm Bull

  1. Biz Halkız ve Hiçbir Yasa Yasa Olmasın İstiyoruz Rainer Maria Kiesow

  2. Totaliter Gözyaşları : Kalabalık Gerçekten Göründüğü Gibi mi?- William Mazzarella

  3. Felsefe ve Direniş – Costas Douzinas

  4. Kalabalıklar ve Demokrasi : Kalabalıkların Siyaseti Üzerine Post-Liberal Düşünceler –

    Christian Borch

  5. Kalabalıklar ve Demokrasi : Devrim ve Faşizm Arasında Kitle Fikri ve İmgesi – Stefan

    Jonsson

  6. Kalabalıkların Sesi Duyulur mu?: “Wall Street’i İşgal Et”, Kendiliğinden Örgütlenme ve

    Doğrudan Demokrasi – Warren Breckman

    İKİNCİ BÖLÜM

  7. Linç : Küresel Bir Bakış Açısıyla, Amerikan’ın “Ulusal suçu” – Manfred Berg

  8. 6/7 Eylül Linci : “Ehliyetsizlik” Eseri mi; “Muhteşem Bir Örgütlenme” mi? – Tanıl Bora

SONSÖZ

Marjinal Bir Hukuk Terimi : Linç

KİTLELERİ YENİDEN DÜŞÜNMEK

Hukuk, Şiddet ve Demokrasi

Derleyen: Zeynep Koçak

İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları

Mart 2017 / 149 sayfa

KAYNAK: HUKUK POLİTİK